Mavi Marmara, 7 Şubat, dersane derken 17 Aralık operasyonuyla artık konu Ak Parti-Cemaat çatışmasını da çok aşan bir noktaya geldi. Ak Parti, Siyasi Partiler Kanunu çerçevesinde, Ağustos 2001'de kurulmuş, tüzüğü, il-ilçe teşkilatları, merkez yönetimi belli, harcamaları yüksek yargı denetiminde olan, hakkında Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davası bile açılmış, ama halen faaliyetlerini sürdüren, legal bir parti. Peki cemaat ne? Hepimizin kafasında, öncelikle kendi tecrübelerimizden kaynaklanan bir cemaat algısı var elbette, ama cemaatin Türkiye'de siyasal alanda 2007'den sonra yürüttüğü Ergenekon vb operasyonlardan sonraki durumunu ne ölçüde takdir edebiliyoruz?
Konunun dershaneyle sınırlı olduğu birkaç hafta öncesinde, Fethullah Gülen'in herkul.org üzerinden yaptığı açıklamalarındaki garip durum dikkatimi çekti. Evet yıllardır Gülen'in güncel sohbetleri Mehtap TV'den vs yayınlanıyordu, ama bu yayınların şöyle ilginç bir özelliği vardı. Herkesin izleyebileceği kanallardan yayınlanmalarına rağmen, arada hep bir "mesafe" oluyordu. Mesafe derken, çok boyutlu düşünüyorum:
- Gülen'in ABD'deki varlığı ile biz
- Gülen'in konuşmasının görünür içeriği ile gündem
- Gülen'in konuşmasını dinleyen cemaat mensuplarının anladıkları ile cemaat mensubu olmayanların anladıkları
- Gülen'in konuşmasında kullandığı dilin işaret ettiği müphem zaman algısı, yani zamanın işlemediği, zamanın durduğu bir zaman içinde formüle ettiği söylemi ile, güncel gelişmeler, olaylar, davalar, seçimler, gözaltılar vs arasındaki mesafe...
Bunun da ötesinde, bu sohbet videolarının teknik özelliklerinin dahi, bu mesafe algısını perçinleyecek şekilde olduğunu farkettim. Mesela görüntü ve ses kalitesi, ışıklandırma, o kadar üst düzeyde değildi ve belli ki bu bilinçli bir tercihti. Kanalları zaplarken Mehtap TV'ye rastgelen ve cemaat hakkında fazla bilgisi olmayan biri, Gülen'in o sırada yayınlanmakta olan sohbetinin daha birkaç gün önce çekildiğini farketmez, bundan 3 ya da 5 yıl önce çekilmiş bir sohbet, veya yine Mehtap TV'de yayınlanan, 80lerden kalma bir vaazdan farkı olmadığı hissine kapılabilirdi. Sohbetler hep aynı kütüphane fonunun önünde çekiliyordu, ama sohbetin yapıldığı mekan hakkında bize hiçbir ipucu vermiyordu. Tam böyle düşünürken şunu farkettim: Üsame Bin Ladin'in 11 Eylül'den sonra El Cezire televizyonuna gönderdiği bildiriler, o görüntüleri izleyecek istihbarat birimlerinin görüntülerden hareketle, dünyanın 1 numaralı aranan adamı olan Üsame Bin Ladin'in yerini tespit etmelerine yarayacak ipuçlarından özellikle arındırılarak çekilirdi. Gülen'in video görüntüleri için de benzer bir durum, bilerek veya bilmeyerek vardı! Yani o görüntülere bakarak, Gülen'in şu anda ABD'de Pensilvanya'da bir çiftlikte yaşadığını anlamanız mümkün değildi.
Bazı arkadaşlar hatırlayacaklardır, 80lerin sonu 90ların başında F-xx adlı video serisinde bazı kayıtlar dış mekanlarda yapılmıştı. Cemaat mensuplarının bildikleri, tanıdıkları mekanlardı bunlar. Ya da o yıllarda Gülen, İstanbul'da Altunizda Fem, Ankara'da Samanyolu Koleji, İzmir'de Yamanlar Koleji'nin üst katında ikamet eden, insanların gidip kendisini gördükleri, beraber aynı sofrada yemek yedikleri, hatta çeşitli camilerde halka açık vaazlar veren biriydi. Peki ABD'deki Gülen? Biri çıksa, "Gülen şu anda Guantanamo Üssü'nde tutuluyor, bu kayıtlar da orada yapılıyor" dese, videolardan hareketle bunun doğru olmadığını nasıl ispatlarsınız?
İşte bu düşünceler beni, Baudrillard'ın meşhur simulacrum ve simulacra kavramlarına getirdi. Baudrillard, CNN ekranlarından canlı yayında izlediğimiz 1991 Birinci Körfez Savaşı için, "böyle bir savaş olmadı" diye kestirip atmıştı. Ben de şöyle düşündüm:
"Fethullah Gülen artık bir simulacrumdur."
Buraya kadar yazdıklarıma, "Olur mu canım, Gülen'i Pensilvanya'da herkes gidip ziyaret edebilir. Türkiye'den bir çok gazeteci, siyasetçi ve işadamı da bir davet almadan, kendi iradeleriyle gidip kendisiyle görüşmüştür. Sen de Gülen'in yanına gidecek olursan, orada mütevazı bir hayat sürdüğünü gözlerinle görebilirsin" denebilir. Böyle diyene ben de şunu derim: Aynı şekilde sen de bugün Irak'a gidecek olursan, hatta gitmemize gerek yok, Google Earth'deki uydu görüntülerinde bile, 1991 1. Körfez Savaşı'nda ABD'nin imha ettiği binlerce Irak tankı T-72nin çölde paslanmış hurdalarını, Bağdat'ta ve Irak'ın diğer bölgelerinde o savaşta yıkılmış ve öylece bırakılmış binaları görebilir, o savaş esnasında evlerine bomba düşmüş, yakınlarını kaybetmiş insanlarla görüşüp konuşabilir ve bu şekilde, Baudrillard'ın iddia ettiğinin aksine, 1991'de gerçekten de Irak'ta bir savaş yaşandığını, ABD'nin Irak'a saldırdığını teyid edebilirsin.
Benim meramım o değildi ama.
Şimdi burada uzun uzun simulacrum ve onun çoğulu simulacra nedir, felsefede Eski Yunan'dan bu yana hangi anlamlarda kullanılmıştır, post-modern felsefede özellikle Baudrillard simulacra ve simulasyon üstüne neler yazmıştır, bunları anlatacak değilim. Ama benim gördüğüm, Fethullah Gülen'in bu dünyada tekabül ettiği gerçeklik, Baudrillard'ın söylemine fena halde benziyor!
Nasıl benziyor, hemen şuradan gireyim. Geçen yaz, 6. sınıfa geçmiş olan kızımızı, cemaatin bir dershanesinin yaz okuluna gönderdik. Neden cemaatin dershanesi? Çünkü diğer özel okul ve kolejlerin yaz okulları aylık beş altı yüz liralardan kapı açarken cemaat dershanesinin yaz okulu sadece 120 liraydı, o yüzden. Neyse, bizim kız her gün gidiyor, geliyor, aradan bir hafta geçmeden bizimkinden menkıbeler kıssalar dökülmeye başladı. Başlarında duran, üniversite öğrencisi ablalar hemen bunlara gördükleri rüyaları, şahit oldukları olağanüstü vaziyetleri anlatmaya başlamışlar. Yok birisinin bir gün morali çok bozukmuş, okulu bırakmayı düşünüyormuş da o gece rüyasında "hocaefendi"yi başka bir takım zevatla birlikte görmüş. Yok diğeri başka bir gün "hocaefendi ile sahabeden bazı zevat"ı o anda ders gördükleri sınıfı teftiş ederken görmüş vesaire vesaire. Şimdi, bu kızlar için Gülen, hiç de öyle binlerce kilometre uzakta, Pensilvaya kırında yaşayan bir münzevi değil. Her gece rüyalarına giren, sofralarına oturan biri!
Şimdi bu bir gerçeklik düzlemi ve denebilir ki, Gülen 90ların sonunda ABD'ye gitmeden önce, Türkiye'de yaşadığı dönemde de böyle bir gerçekliğe inanan insanlar vardı. Evet vardı, ama sonuçta "reality check" yapabileceğiniz bir boyut da vardı. Kalkıp arabaya atlayıp Üsküdar Mihrimah Sultan Camii'nde veya İzmir Şadırvan'daki vaazına gidebileceğin, sen gitmesen bile vaaza giden bir arkadaşından "Hocaefendi bu hafta fena üşütmüş, sesi kısıktı" diye hakkında havadis alabileceğin biriydi Gülen. Şimdi öyle mi? Herkul.org'daki görüntülerden gece mi gündüz mü, kış mı yaz mı, anlaşılıyor mu? Anlaşılmıyor.
Oradan geçiyorum, bir taraftan Gülen kendi ağzından "15 yıldır bahçedeki gölet/havuzun başına 3 kere gitmemişimdir" diye tarif edilen bir derin inzivaya çekilmiş biri olarak takdim ediliyor. Diğer taraftan, ta Türkiye'de bir "alufte"nin yanına gitmeye hazırlanan bir Ak Partiliyle ilgili olarak kendisine telefon gelen, onun da o Ak Partiliyi uyardığı bir MOBESE gözlem merkezi gibi çalıştığını öğreniyoruz. Şimdi, "Fethullah Gülen" gerçekliği dediğimiz şey bunlardan hangisiyle örtüşüyor?
Bu yazının ilk bölümünü yazdığımda, Fethullah Gülen meşhur bedduasını henüz etmemişti. Dün sabah, o bedduanın sarhoşluğu içinde twitter'da bir mesaj gördüm, şöyle yazmış arkadaş: "Aklıma gelen en masum teori: gerçek F.Gülen Hocaefendi çoktan öldü, kopyasıyla sinsi planları icra ediyorlar. Cemaatin bile bundan haberi yok!" Bu arkadaş niye böyle düşünüyor? Çünkü ona servis edilen, Fethullah Gülen adlı bir görüntü. Gülen Türkiyede yaşasaydı, evinden diyelim GYV'deki makamına gidip gelirken kameralar onu karşılayacak, acar bir muhabir "Hocam bu bedduayı başbakana mı ettiniz?" diye soracaktı, belki hocanın makam aracının önüne Milli Görüşçü Sakaryalı tekvandoculardan biri atlayacak, "Hocam bu bedduanı geri almazsan vallahi bu arabanın tekeri benim üstümden geçmedikçe bir yere gidemez!" diye ağlayacaktı, yani birşeyler olacaktı. Ama şimdi bu "feedback"lerin hiçbirisi olmayınca, Fethullah Gülen diye birisi halen yaşıyor mu, yoksa Zigetvar Kalesi önünde öldüğü halde Yeniçeri gazabından korkulup cenazesi mumyalanmış ve İstanbula kadar günlerce araba içinde yol teptirilmiş Kanuni Sultan Süleyman'ın haline mi düşmüş, anlaşılamıyor.
Şimdi, daha soyut, daha felsefi bir örnek vereyim. Modernite öncesi devirlerdeki padişah veya kral algısı da biraz böyleydi. Yani başta bir hükümdar vardır, ama kim olduğu o kadar önemli değildir. Önemli olan başta bir hükümdarın olmasıdır. "Kral öldü yaşasın kral!" özdeyişinde olduğu gibi, bir fani kral ölür ama "kral" kavramı hep yaşar. Krallar, hükümdarlar, Londra yakınlarındaki Hampton Court veya Topkapı Sarayı gibi, gözlerden ırak mekanlarda yaşarlar. Ne zamanki modernite gelir, eskiden "tebaa" olan halk bireyleşmeye başlar, artık hükümdarlar da göz önüne çıkmak zorunda kalırlar. Hampton Court'ta veya Topkapıda, sarayın duvarlarını bile görmek, sıradan vatandaş için zordur, hatta tehlikelidir. Ama Buckingham Sarayı veya Dolmabahçe, neredeyse ayak altında, hükümdarın yattığı odanın penceresi parmakla gösterilecek kadar ayak altında, adeta BBG evi gibi gözetlenmeye müsait mekanlardır.
1965 seçimlerinin hemen ardından, Yön dergisinde çıkan çok enteresan bir seri röportaj var. Belki üstünde müstakil bir yazı veya makale yazarım ileride. O röportaj serisinde Yön muhabiri, "Nasıl oldu da, 27 Mayıs'tan sonra bu kadar kendimizden emin girdiğimiz genel seçimlerde DP'nin devamı olan AP %50nin üstünde oy aldı?" sorusuna, "Çünkü halk cahil. Halk bidon kafa, göbeğini kaşıyan adam" cevabını, sokaktaki vatandaşla yaptığı röportajlarla verir. Bu röportajlarda dikkat çekici sorulardan biri, ülkeyi kimin yönettiği, veya ülkenin hakiminin kim olduğudur. Bu soruya üç-dört kişi, "padişah" cevabını verir. Düşünün, tarih 1965. Saltanatın ilgasından 33 yıl geçmiş. Hatta biri bayağı ısrar eder, Yön muhabiri "olur mu ya, padişah yok artık memlekette" deyince nerdeyse muhabiri dövecek gibi, "Bu memleketten padişah asla gitmez, gidemez" diye bir cevap verir. Muhabir "biri padişaha saldırırsa ne yaparsın?" diye bir soru sorar, bu arkadaş "padişaha saldıranın kafasını koparırım" diye sert bir cevap verir. İşte bu da bir gerçeklik algısı.
Padişahların sarayda, gözlerden uzak yaşadıkları dönemlerde bile, Cuma namazı kılmak için, korunaklı duvarlar ve nöbetçilerin ardındaki saraylarından dışarı çıktıklarını, at üstünde veya son devirlerde faytonla halkın içinden geçerek camiye gittiklerini ve bu esnada icra edilen törene "Cuma selamlığı" dendiğini hatırlayalım. Cuma namazının şartları arasında, namaz kılınan mahallin cümleye açık olması var; Yıldız Sarayı veya Çankaya Köşkü bahçesinde, nöbetçilerin ardında Cuma namazı kılınmaz. Tamam, Gülen'in ikamet ettiği Pensilvanya kırında bir cami bulmak mümkün olmayabilir, ama buradaki espri başka.
Dershane tartışmasıyla başlayan süreçte gördüm ki, cemaat mensuplarının pek çoğunun zihnindeki Fethullah Gülen algısı, 1965'te Yön muhabirine "bu memleketten padişah asla gitmez" diyen vatandaş kadar sabit bir algı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder