Üniversite sınavlarının eğitim sistemimize verdiği en büyük zarar, öğrencilere artık sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmenin imkansızlaşmasıdır. Oysa sınavda işe yaramadığı halde gerçek hayatta vazgeçilmez olan pek çok bilgi ve beceri bulunmaktadır. Bu sınav sisteminin baskısı altında öğrencilere, bilgi toplumunun gerektirdiği donanımların kazandırılması mümkün değildir. "Dershane tartışmasına katkı" yazı dizisinin ilk bölümünde, üniversite sınavının zararlarını sıralarken bu konuyu 7. maddede şöyle dile getirmiştim:
"7. Bütün bunlardan önemlisi, ilköğretimin ve lise eğitiminin tek amacının üniversite sınavını kazandırmak haline gelmesidir. Bunun sonucunda, öğrencilere sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmek, bir beceri kazandırmak imkansızlaşmıştır. Eğitim sistemimiz, bir konu üstünde araştırma yapma, rapor ve makale yazma, bir projeyi adım adım gerçekleştirme, ekip çalışması yürütme gibi hayati önem taşıyan pek çok beceriyi öğrencilere kazandıramamaktadır. Bunun da en önemli nedeni, üniversite sınavlarında başarılı olmak için bu becerilere ihtiyaç olmamasıdır."
Dizinin 3. bölümünde, temel eğitimde ve liselerdeki eğitimin bütünüyle üniversite sınavlarına endekslenmesi sonucu okullarda öğretilemeyen beceri ve donanımlardan "Kitap Okuma"yı ele almıştım. Bu bölümde, "Yazı yazma" üstünde durmak istiyorum.
Yazı yazma
Zaman zaman gazetelerde, Türkçe’nin kurtarılması gerektiği ve gençliğin birkaç yüz kelimeyle bir kuş dili konuşur hale geldiğinin yazıldığı makalelerde, gençlerin doğru dürüst bir dilekçe bile yazamadıklarından dem vurulur. Gerçekten de bizim eğitim sistemimiz, dilekçe yazma özürlü mezunlar veriyor. Peki, insanların hayatta yazı yazmaya duydukları tek ihtiyaç, bir devlet dairesinde dilekçe yazmak gerekince mi ortaya çıkar. Elbette hayır. Yazı yazmak, sadece kitap yazarlarının, gazetecilerin ihtiyacı olan bir beceri değil. Kaldı ki memleketimizde yazar takımının da ne derece iyi yazdığı tartışmalı.
Gelişmiş bir toplumda her iş yazıyla yürür. Burada “yazı” deyince, cep telefonundan kısa mesaj olarak atılmak üzere, bir kitapçıktan kopyalanan Sevgililer Günü kutlamasından söz etmiyorum, her çeşit yazılı metni kastediyorum. Bir borsa uzmanı, ekonomideki gelişmeleri ve borsanın geçmiş yıllardaki performansını dikkate alarak, önümüzdeki altı aylık dönem için beklentilerini bir öngörü raporu (forecast report) olarak yazar. Bir master veya doktora öğrencisi, araştırmalarının sonucunu bir tez olarak yazar. Bir akademisyen bilimsel makale veya kitap yazar. İş başvurusu yapan biri, özgeçmişini yazar. Emekli bir asker, Türkiye’nin neden AB’ye üye olmaması gerektiği konusunda kitap yazar. Bir öğretmen, ders planı yazar. Bir holdingde yeni işe girmiş idealist bir MBA, holdingin neden yeniden yapılanması gerektiğini üstlerine anlatan bir öneri metni yazar (Tabii ülkemiz şartlarında, “Sen de nerden çıktın?” diye ertesi gün işten atılabilir, o ayrı.) Bir sanayi odası başkanı, Gümrük Birliği’nin ne büyük zararları olduğunu anlatan bir kitapçık yazar (Kim olduğunu siz tahmin edin). Bankadan kredi alarak Türkiye’nin en büyük mandırasını kurmak isteyen bir girişimcinin de işletme plan ve projelerini yazması, bu plan ve projelere kredi verilebilir (credible) olduğunu göstermesi gerekir.
Uzun lafın kısası, üniversite mezunu olmayı gerektiren ve geniş bir organizasyonda görev alan her meslek sahibinin işi hayatında, birşeyler yazması gerekir. Düzgün ve anlaşılır yazmak ise, tıpkı kitap okumak gibi, eğitimin erken aşamalarından itibaren öğrenilmesi ve üstünde çalışılması gereken bir beceridir. Yukarıda zikredilen yazı tipleri aslında birbirlerinden pek de farklı olmayan temel kurallara uyarlar. Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri, bir romanda bulunduğu gibi yukarıda zikredilen yazılarda da bulunmalıdır. Bir öğrencinin okul yıllarında hazırladığı ödevler, yazdığı kompozisyonlar ve makaleler, dolayısıyla gelecekte iş icabı yazması gereken yazılar için bir hazırlıktır.
ABD’de büyük bir araştırma laboratuvarında çalışan bir arkadaşım, vaktinin %60’ının rapor yazmakla geçtiğini söylemişti. Aslında bizde de ilke olarak pek çok şeyin yazılması gereklidir. Ancak işlerin büyük bölümü aslında sözlü olarak halledilir, daha sonra formalite yerine gelsin diye yazıya dökülür. Mühendislik bölümlerinde okuyan öğrencilerin yazları bir veya iki staj yapmaları ve sonra bu stajda öğrendiklerini bir rapor olarak yazmaları mecburidir mesela. Ama yaz bitip okul açıldıktan ve staj raporlarını teslim etme tarihi geldikten sonra, herkesi bir telaş alır ve ortalıkta, geçen yıllardan kalma staj raporları uçuşmaya başlar. Staj raporu yazma şartı, başlangıçta iyi niyetli bir fikir olarak konmuştur, ama eğitimleri boyunca yazı yazmayı öğrenmemiş öğrenciler için bir angaryaya dönüşmüştür.
Yazmak öğrencilerden önce öğretmenler için bir angarya ise nasıl dönüşmesin! Yine iyi niyetli bir fikir olarak konulan bir kural, bir okulda aynı dersi veren ve dolayısıyla eğitimcilerin deyimiyle bir “zümre” oluşturan öğretmenlerin düzenli olarak toplanıp konuşmaları, eğitim kalitesini nasıl yükseltebileceklerini tartışmaları ve vardıkları sonuçları bir toplantı raporu olarak yazmalarıdır. Yine öğretmenler, her ders yılı başında yıllık plan yapmak zorundadırlar. Ama gelin görün ki, kendileri öğrenci iken yazı yazmasını öğrenmemiş öğretmenler, bu zorunlulukları birer angarya olarak görmektedirler. Ders planları bir yerden kopyalanır, aslında zümre toplantısı falan yapılmadığı halde bir öğretmen oturur ve hayali bir toplantının tutanağını yazar. Google’da “yıllık plan” ve “zümre toplantısı” diye taramalar yaptığınızda, Türkçe eğitim sitelerinin çoğunda bu plan ve raporların “hazır” olarak sunulduğunu görürsünüz. Eskiden, İnternet ve yazıcılar daha henüz memleket sathına yayılmamışken, sayfalar dolusu plan ve raporları kopya etmek bile büyük bir zahmetti. Şimdi iki tıkla indirilen dosyalara isimler ve tarih eklendikten sonra yazıcıdan çıktı alınmakta ve yazı yazmanın dayanılmaz ağırlığından böylece kurtulunmaktadır. Güzel ve anlaşılır yazmayı, kendileri yazmaktan imtina eden, yazmasını beceremeyen öğretmenler, öğrencilerine nasıl öğretecekler?
Bundan nerdeyse 20 yıl önce, Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinden birinde, mühendislik 1. sınıf öğrencilerinin laboratuvar asistanlığını yapmıştım. Bu öğrencilerin çoğu, üniversite sınavında ilk 500'e, ilk 1000'e girmişlerdi, ancak laboratuvar deneyleri için rapor yazarken büyük zorluklar yaşıyorlardı. Öğrencilere, yazmaları beklenen raporun her bölümü ayrıntılı olarak söylenmişti, hatta dikte ettirilmişti, öyle yaratıcı yazarlık yapmaları gereken bir durum yoktu ortada. Öğrencilere esneklik tanınan tek bölüm, deneyle ilgili yorumlarını, değerlendirmelerini, kişisel gözlem ve deneyimlerini yazmaları beklenen kısa bir sonuç bölümüydü. Ama yine de çok sayıda öğrenci, asistanlara gelip, “Hocam, şimdi biz bu sonuç bölümüne ne yazacağız?” diye çaresizce soruyorlardı.
Fizik, Kimya gibi üniversite birinci sınıf derslerinin laboratuvar deneylerini yapanlar bilir, sürtünme gibi hayatın gerçekleri yüzünden, ders kitaplarında anlatılan ideal sonuçlara yaklaşılır, ama hiçbir zaman bu idealler aynen görülmez. Biz asistanlar öğrencilere “Deneyde ne gördüyseniz sonuç bölümünde onu yazın.” diyorduk, ama öğrenciler akıllarını, kitaplarda öğrendikleri, hakkında binlerce test sorusu çözdükleri ideal durumdan bir türlü alamıyorlardı. Deneyde ideal sonuçları elde edemeyişlerine kafayı takıyorlardı. Bir anlamda, hayatın gerçekleriyle yüzleşmekten kaçınıyorlardı. Sonuç bölümünde, neden ideal sonuçları elde edemediklerini tartışmak zorlarına gidiyordu. Sanki ayıp bir şeydi bu. Öte yandan, kendilerini ağır ve resmi bir dil kullanmaktan alıkoyamıyorlardı. Kendi gözlemlerini açıkça yazmaktan çekiniyorlardı.
Burada, bizim eğitim sistemimizle ilgili daha derin ve karmaşık bazı sorunların da izleri var, ama benim yazı yazmayla ilgili söylemek istediğim şu: Yazı yazmak, biz Türkleri kasan, gerginleştiren ve tuhaf bir devlet ciddiyetine büründüren bir faaliyet. Çünkü yazı, ancak “resmi” bir iş için yazılır. Yazı, gerçeğin canlı ve bireysel ifadesi değil, resmi ideolojinin soğuk ve kişiliksiz kurmacası haline gelmiştir.
Burada sözünü ettiğim öğrenciler, Türkiye’de üniversite sınavlarında en yüksek puanları alan öğrenciler arasındaydılar. Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, özel kolejler sınavlarından seçile seçile gelmiş, Türkiye’nin en iyi okullarında okumuştular. Üniversite sınavında şu kadar net yapmışlardı. Deneylerini yaptıkları konular yeni şeyler değildi, her biri bu konularla ilgili, abartısız binlerce test sorusu çözmüşlerdi. Ama iş, deney sonunda bir paragraflık bir sonuç bölümü yazmaya, kıssadan hisse çıkarmaya gelince, afallıyorlardı. Çünkü aldıkları eğitim, onlara yazmayı öğretmemişti.
Türkiye'nin önde gelen bu üniversitesindeki asistanlık tecrübemin ardından, doktora çalışması için ABD’ye gittim. ABD'deki üniversitede asistan olarak, Türkiye'deyken yaptığım işin tam olarak aynısını yaptım. Hatta laboratuvar asistanlığını yaptığım birinci sınıf dersinin ders kitabı, laboratuvar düzenekleri bile aynıydı. Türkiye'deki öğrencilerim, üniversite sınavlarında en yüksek puanları almış öğrencilerdi. ABD'deki üniversitem ise, Amerika’daki üniversite sıralamasında ilk 50'ye bile giremeyecek, "vasat" bir eyalet üniversitesiydi. Amerika'daki öğrencilerim, Türkiye'dekilerle karşılaştırıldığında, çok daha aşağı bir seviyedeydiler. Aynı deneyleri onlara da yaptırdım, aynı raporları onlara da yazdırdım. Amerikadaki öğrencilerin lise eğitiminde aldıkları Fen dersleri altyapısı daha zayıf olduğu için, başka sorunları vardı, ama en azından, raporun yorum bölümünde, deneyde ne gördüler, ne yaptılarsa yazmaktan çekinmiyorlardı.
Derken, kaderin cilvesi, teknik bir alandan sosyal bilimler alanına geçiş yaptım. Bu geçiş, mühendislik öğrencilerine laboratuvar asistanlığı yapmaktan iktisat, işletme, uluslararası İlişkiler vb "sözel" bölümlerin birinci sınıf öğrencilerine sosyal bilimlere giriş derslerinin asistanlığını yapmaya geçiş anlamına geliyordu. Bu öğrenciler, mezun olduktan sonra iş hayatlarında “söz” ve “yazı”yla çok daha fazla haşır neşir olacaklardı. Ama birinci sınıf sosyal bilimlere giriş derslerinde yazı yazma konusunda yaşadığımız sorunlar, çok daha büyüktü. Çünkü bu derste öğrencilerden, standardı belli deney raporları değil, kelli felli “makale”ler yazmalarını bekliyorduk. Tamam kelli felli göreceli bir şeydir, 10-15 sayfalık bir makale bu öğrenciler için kelli felli sayılırdı!
Üniversite birinci sınıfta sosyal bilimlere giriş dersi için makale yazan öğrencilerin en büyük sorunu, tıpkı deney raporu yazan mühendislik öğrencilerinde olduğu gibi, yazının sonunda bir sonuca varmaktı. Öğrenciler, kütüphanedeki değişik kitaplardan, İnternet sitelerinden, sağdan soldan, çeşitli bilgileri “kes-yapıştır” yöntemiyle arka arkaya dizip sayfalar doldurabiliyorlardı. Bir firavunun hayatını uzun uzun anlatabiliyorlardı. Ama iş, bu anlatımı bir sonuca bağlamaya gelince orada tıkanıyorlardı. Çünkü, bir makalede bir tez ortaya atmayı, sonra bu tezi sağlam delillerle desteklemeyi ve bir sonuca ulaşmasını bilmiyorlardı, lisede onlara bu öğretilmemişti.
Hadi burada, asistan olarak karşıma gelen öğrencileri hırpalamaya bir son vereyim ve bir de kendi hikayemi anlatayım. Asistanı olduğum birinci sınıf öğrencilerinin akademik yazı yazmada yaşadıkları zorlukları ben de kendi akademik çalışmalarımda yaşıyordum. Türkiye şartlarında iyi bir eğitim almış, iyi okullarda okumuştum. Ama kimse bana yazmasını öğretmemişti. Aradan bunca yıl geçti, hala yazmakta zorlanıyorum.
İçlerinde benim de bulunduğum, Türkiye’nin üniversite sınavlarında başarılı olmuş öğrencilerinin yazı yazmakta ne denli zorlandıklarını anlatmaya çalıştım. Eğer eğitim sistemimiz bizlere yazma becerisini kazandıramamışsa, diğer onbinlerce öğrencinin durumunun nasıl olduğunu tahmin etmek zor değil.
Bilim ve teknolojinin ön plana çıktığı çağımızda insanları yazı yazmanın önemine inandırmak bile zor olabiliyor. ABD’deki Massachusettes Institute of Technology adlı meşhur okulun rektörü, 1920li yıllarda, üniversite birinci sınıfta, yazı yazmanın ağırlıklı yer tuttuğu İngilizce dersini almak istemeyen öğrencilere, bu dersi almaları gerektiğini, “İleride patent başvurusu yapmanız gerekecek.” diyerek anlatmaya çalışmış.
Ancak genel olarak Amerikalı ve Avrupalıların, en azından içlerindeki okumuş takımının, yazı yazmada ve kendini ifade etmede bizlerden daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden, Türkiye’de hakkında ciltler dolusu yazı yazılan, ama artık Arap saçına dönmüş sorunlar hakkında Amerikalı bir gazeteci geliyor, bir iki yıl burada kaldıktan sonra 300 sayfalık bir kitapta, bizim yıllardır türlü laf oyunlarıyla bir türlü ortaya koyamadığımız gerçekleri suratımıza çarpıyor. Ardından bizim gazete yazarlarımız, akademisyenlerimiz, Amerikalının “gerçekte ne demek istediği” hakkında yine uzun tartışmalara dalıyoruz. Şüphesiz, bugün gazete yazarı ve akademisyen olan 50li yaşlardaki insanlar, üniversite sınav sistemi mevcut halini almadan önce eğitimlerini tamamladılar, bu yüzden burada sınav sistemini suçlamak gibi bir anakronizme düşecek değilim. Ancak buradan belki şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Bizim kültürümüz, eğitim sistemimiz veya ne derseniz deyin bir şeyimiz, kendimizi yazılı veya başka bir şekilde iyi ifade etmemizi zorlaştırıyor. Ortada zaten bir zorluk var. Üniversite sınav sistemi ise, bu konunun üstüne eğilmeyi, yaşadığımız zorluğu çözmek için okullarda gayret sarfetmeyi imkansızlaştırıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder