(Yine arşivden bir yazı. 29 Ekim 1998'de, Cumhuriyetin 75. Yılı kutlamaları münasebetiyle yazmıştım. O tarihte cumhuriyet, demokrasi, milli irade hakkındaki düşüncelerimi yansıtması açısından yayınlıyorum.)
Bu satırları Kızılay'daki Cumhuriyet Bayramı şenliklerinden ayrıldıktan
hemen sonra yazıyorum. Saat gecenin ikisine yaklaşıyor. "Şu Cumhuriyeti
keşke Haziran'da ilan etselerdi" dedirtecek bir soğuğa rağmen gecenin
birine kadar coşkusunu kaybetmemiş bir kalabalığın içinden geliyorum.
Ben olay mahalline intikal ettiğimde sahnede Mahsun Kırmızıgül vardı.
Değişik zaman ve zeminlerde çok kalabalık gördüm; hiç Kızılay'da
Mahsun'u dinleyenler kadar coşkulusuna rastlamamıştım. Aslında her zaman
00:20'de kalkan son Metroya binip evime gitmek kaygısıyla bir an önce
yoluma gitme niyetindeydim ama kalabalığın coşkusu orada
kalmamı bir gereklilik haline getirdi.
Mahsun sahnedeyken üstüne gençten bir çocuk üstüne atladı. Ona
sarılmaya, yanaklarından öpmeye çalışıyor bir yandan da ağlıyordu. "Seni
çok seviyorum" diyordu delikanlı Mahsun'a. Kalabalığın Mahsun'u sevdiği
belliydi. Bu yaz bir arkadaşımla Moskovada bir konserin kıyısından
geçmiştik. Orada yüksek dozda alkolün etkisiyle kendinden geçmiş acaip
bir kalabalık vardı. Daha önce hiç öylesini görmediğim bir kalabalık.
Herkes, ellisine merdiven dayamış kadınlar da dahil olmak üzere
şarkılara katılıyor dansediyordu. Ama Mahsun'un seyircisi
Moskova'dakilerden daha heyecanlı, daha hareketliydi. Kabul etmem
gerekir ki ortamda belli ölçüde alkolün de mevcudiyeti hissediliyordu
ama efendice tüketilmiş bir alkoldu bu. Ortalığı bira tenekelerinden
oluşmuş sıradağlar kuşatmamıştı. Adam gibi içilmişti, aile olan yerde
ölçülü davranma esasına cümleten riayet ediliyordu.
Mahsun sahneden inmek istemiyor, kalabalık dağılmayı reddediyordu.
Mahsun "Herşeyim sensin" şarkısını okuyarak programını bitirdiğinde saat
geceyarısını çoktan geçmişti. Programın sunucusu son bir sanatçılarının
daha olduğunu ama seyircilerin biraz sabırlı olmaları gerektiğini
söylediğinde bu son sanatçının kim olduğu üzerinde etrafımda yapılan
tahminler Murat Göğebakan, Hakan Taşıyan ve Burak Kut gibi isimler
üstünde yoğunlaşmıştı. Sabırsız seyirciler bu sırada ıslık çalmaya
çoktan başlamışlardı. Sunucu orada "canlı" müzik çalmanın
zorluklarından, bir saz heyetinin sahneyi terketmesiyle diğerinin kendi
düzenini kurması arasında mecburen belli bir zamanın geçmesinin
gerekliliğinden falan söz ederek sabırsız seyirciyi yatıştırmaya
çalışıyordu. Kendi kendime "E tabii, bu kalabalık bir saatte otuz
şarkıcının pleybek yaparak sahne aldığı konserlere alışık, onlara canlı
müzik yapmaya kalkarsan böyle ıslıklanmayı da göze alacaksın." dedim.
Neyse on dakikalık sabırsız bir bekleyişten sonra sahneye Rock yapmaya
niyetli birileri çıktı. Adının Kıraç olduğunu öğrendiğimiz biri
gitarının tellerini tingirdatmaya başladı. İlk parça Antepin Fransızlara
karşı direnişini konu alan bir kahramanlık türküsüydü. Sahnenin önünde
bir Rockçı güruhu toplanmış bir yandan bongo(?) yapıyorlar yani
kafalarını şiddetle yukarı aşağı sallıyorlar bir taraftan da
metalcilerin işaretini yapıyorlardı elleriyle. İşaret ve serçe
parmaklarını kaldırıyor, ortadaki iki parmağı avuçiçine yapıştırıyorsun.
Başparmak avuçiçindeki iki parmağın üstüne geliyor. İki elinin
parmakları da bu şekle girdikten sonra ritme uygun bir şekilde kollarını
sallamaya başlıyorsun. İşte sana metalci işareti. Şeytanla falan bir
ilgisi var sanırım, ama tam ayrıntısını şimdi çıkaramıyacam.
Kıraç kardeşim seyircinin kıvamını iyi tartmış olacak ki halaylarla, Kiziroğlu
Mustafa'yla, Kağızman'a nargile ısmarlamakla devam etti. Kızılay
Meydanı'ndaki kalabalık tam kıvamına gelmişti. Ben de bu sırada sahneye
iyice yaklaştım, kendime yüksekçe bir yerde tüm alana hakim bir mevzi
buldum. Bir de ne göreyim, sahne önüne birikmiş metalciler sandığım
grubun yarısı başparmaklarını avuçiçine bastırmak yerine diğer iki orta
parmakla ileriye doğru uzatıp öyle kavuşturuyorlar: Bozkurt bunlar!
Metalci işareti yapanların Bozkurt işareti yapan ülkücülerle birlikte
halay çeker mi, Cumhuriyet Bayramı'nda çeker! Keyfim iyice yerine geldi.
Sonra kalabalığı gözlerimle taramaya başladım. İşte, ileride zafer
işareti yaparak halay çeken bir grup vardı. Tıplerinden solcu oldukları
hemen anlaşılıyordu. Belki İşçi Partili, belki HADEPli. Bu gençler yarın
üniversite kampüslerinde gırtlak gırtalağa geleceklerdi ama Cumhuriyet
Bayramı'nın hatırına omuz omuza Kağızman yolcusuydular.
Başka başka el işaretleri de vardı, ama onların anlamlarını çözemedim.
Tabii işareti filan boşverip gecenin tadını çıkaran da birşuru vatandaş
vardı meydanda. Sahneden Misket Havası yükselince yanıbaşımda duran
ceketli kravatlı memur kılıklı yaşını başını almış koca koca adamlar
bile oynamaya başladı. Çevik Kuvvet polisleri cıvıttırmakla karizmayı
korumak arasındaki ince çizgide gidip geliyorlardı. Misket havası
herkesin havasını yerine getirmişti. Halkımız eğleniyordu, cumhur
Cumhuriyetini 75 yıl sonra bir kere daha ilan etmişti.
Kızılayda gece klasik müzikle başladı. Önce Bilkent Senfoni Orkestrası
Mavi Tuna valsını çalarken, smokinli erkeklerden ve chic balo
kıyafetlerine bürünmüş kadınlardan oluşan yüzküsur kişilik bir grup,
içlerinde Devlet Bakanı Cavit Kavak eşi olduğu halde dansetti. Ardından
Mavi Tuna valsi tekrar çalındı; bu sefer meydanı dolduran onbinler için.
Bu görüntüleri televizyondan izledim. Alanın her tarafında pek çok
çiftin, belki binlercesinin dansettiği görülüyordu. Ama gecenin
ilerleyen saatlerinde halay çekenlerin coşkusuna yetişmeleri imkansızdı.
Yanlış anlaşılmasın Mavi Tuna'ya karşı değilim, ama beni heyecanlandıran
beni ağlatan Mavi Tunanın ölçülü süzülüşü değil Fırat'ın, Dicle'nin,
Sakarya'nın, Ceyhanla Ceyhunun doludizgin çağlayısı.
Bu yazının başlığını "Misket Mavi Tuna'ya karşı" diye atmak geldi aklıma
ilk olarak ama sonra düşününce gördüm ki Mavi Tuna'ya karşı olan yok ki!
Düğünlerde belki vals değil ama onun kuzeni komparsita yapılmıyor mu ilk
olarak? (Gerçi son zamanlarda ilk dans müziği olarak Mariah Carey tercih ediliyor ama o da aynı ailenin bir
üyesi sayılır) "Adet yerini bulsun" diye diye komparsıta da milli örf ve
adetlerimiz arasına girmeyi başardı. Yerine Mariah Carey bile çalınsa
tedirgin oluyoruz, "Bu yeni adet de nerden türedi böyle?" diyoruz.
Gelinle damat ilk danslarını ediyorlar, sonra manzarayı kurtarmak
babından üçbes çift daha onlara katılıyor ama salon temellerinden
sallanmaya Çiftetelliyle başlıyor. Bizim düğünlerimizde aslolan
oynamaktır, göbek atmaktır ama her zaman komparsıtaya da bir yer bulacak
kadar engindirler.
Ama bazıları bu ülkede Mavi Tuna valsine şerik koşulmasından son derece
rahatsızlar ülkemizde. "İlle de Mavi Tuna, başkası olmaz" diyorlar başka
bir şey demiyorlar. Mavi Tuna'yı Misketin karşısına dikiyorlar. "Ya Mavi
Tunayla vals yapıp çağdaşlaşacaksın, ya da Misket oynayarak geri
kalacaksın." Cumhur yaramaz bir çocuk gibi valsten kaçıyor ama. Valsten
sonra Misket de oynamak istiyor. Misketi kıvıramayan için horon var,
zeybek var, Dadaş bari var, çayda çıra var. Herkesin kendine göre
tutturacağı bir hava var. Cumhur Strauss'u ancak "SİT-RAA-US" diye
telaffuz edebiliyor; Cumhur'un gönlünde Mahsun yatıyor. Cumhur Mavi
Tuna'yla Misket arasında seçme yapmak zorunda bırakılırsa Misket'e
meylediyor. Mavi Tuna'yla Misket arasında bir seçim yapmak bu kadar
gerekli mi sahiden? Milletçe vals yapmayı öğrenirsek bizi Avrupa
Birliği'ne kabul ederler mi acaba?
Cumhursuz Cumhuriyet olmaz. Bu gece Kızılay Meydanı'nda bunu anladım.
Herkese Cumhuriyet kutlu olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder