25 Aralık 2013 Çarşamba

Fethullah Gülen bir simulacrum mudur?

Mavi Marmara, 7 Şubat, dersane derken 17 Aralık operasyonuyla artık konu Ak Parti-Cemaat çatışmasını da çok aşan bir noktaya geldi. Ak Parti, Siyasi Partiler Kanunu çerçevesinde, Ağustos 2001'de kurulmuş, tüzüğü, il-ilçe teşkilatları, merkez yönetimi belli, harcamaları yüksek yargı denetiminde olan, hakkında Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davası bile açılmış, ama halen faaliyetlerini sürdüren, legal bir parti. Peki cemaat ne? Hepimizin kafasında, öncelikle kendi tecrübelerimizden kaynaklanan bir cemaat algısı var elbette, ama cemaatin Türkiye'de siyasal alanda 2007'den sonra yürüttüğü Ergenekon vb operasyonlardan sonraki durumunu ne ölçüde takdir edebiliyoruz?

Konunun dershaneyle sınırlı olduğu birkaç hafta öncesinde, Fethullah Gülen'in herkul.org üzerinden yaptığı açıklamalarındaki garip durum dikkatimi çekti. Evet yıllardır Gülen'in güncel sohbetleri Mehtap TV'den vs yayınlanıyordu, ama bu yayınların şöyle ilginç bir özelliği vardı. Herkesin izleyebileceği kanallardan yayınlanmalarına rağmen, arada hep bir "mesafe" oluyordu. Mesafe derken, çok boyutlu düşünüyorum:
- Gülen'in ABD'deki varlığı ile biz
- Gülen'in konuşmasının görünür içeriği ile gündem
- Gülen'in konuşmasını dinleyen cemaat mensuplarının anladıkları ile cemaat mensubu olmayanların anladıkları
- Gülen'in konuşmasında kullandığı dilin işaret ettiği müphem zaman algısı, yani zamanın işlemediği, zamanın durduğu bir zaman içinde formüle ettiği söylemi ile, güncel gelişmeler, olaylar, davalar, seçimler, gözaltılar vs arasındaki mesafe...

Bunun da ötesinde, bu sohbet videolarının teknik özelliklerinin dahi, bu mesafe algısını perçinleyecek şekilde olduğunu farkettim. Mesela görüntü ve ses kalitesi, ışıklandırma, o kadar üst düzeyde değildi ve belli ki bu bilinçli bir tercihti. Kanalları zaplarken Mehtap TV'ye rastgelen ve cemaat hakkında fazla bilgisi olmayan biri, Gülen'in o sırada yayınlanmakta olan sohbetinin daha birkaç gün önce çekildiğini farketmez, bundan 3 ya da 5 yıl önce çekilmiş bir sohbet, veya yine Mehtap TV'de yayınlanan, 80lerden kalma bir vaazdan farkı olmadığı hissine kapılabilirdi. Sohbetler hep aynı kütüphane fonunun önünde çekiliyordu, ama sohbetin yapıldığı mekan hakkında bize hiçbir ipucu vermiyordu. Tam böyle düşünürken şunu farkettim: Üsame Bin Ladin'in 11 Eylül'den sonra El Cezire televizyonuna gönderdiği bildiriler, o görüntüleri izleyecek istihbarat birimlerinin görüntülerden hareketle, dünyanın 1 numaralı aranan adamı olan Üsame Bin Ladin'in yerini tespit etmelerine yarayacak ipuçlarından özellikle arındırılarak çekilirdi. Gülen'in video görüntüleri için de benzer bir durum, bilerek veya bilmeyerek vardı! Yani o görüntülere bakarak, Gülen'in şu anda ABD'de Pensilvanya'da bir çiftlikte yaşadığını anlamanız mümkün değildi.

Bazı arkadaşlar hatırlayacaklardır, 80lerin sonu 90ların başında F-xx adlı video serisinde bazı kayıtlar dış mekanlarda yapılmıştı. Cemaat mensuplarının bildikleri, tanıdıkları mekanlardı bunlar. Ya da o yıllarda Gülen, İstanbul'da Altunizda Fem, Ankara'da Samanyolu Koleji, İzmir'de Yamanlar Koleji'nin üst katında ikamet eden, insanların gidip kendisini gördükleri, beraber aynı sofrada yemek yedikleri, hatta çeşitli camilerde halka açık vaazlar veren biriydi. Peki ABD'deki Gülen? Biri çıksa, "Gülen şu anda Guantanamo Üssü'nde tutuluyor, bu kayıtlar da orada yapılıyor" dese, videolardan hareketle bunun doğru olmadığını nasıl ispatlarsınız?

İşte bu düşünceler beni, Baudrillard'ın meşhur simulacrum ve simulacra kavramlarına getirdi. Baudrillard, CNN ekranlarından canlı yayında izlediğimiz 1991 Birinci Körfez Savaşı için, "böyle bir savaş olmadı" diye kestirip atmıştı. Ben de şöyle düşündüm:

"Fethullah Gülen artık bir simulacrumdur."

Buraya kadar yazdıklarıma, "Olur mu canım, Gülen'i Pensilvanya'da herkes gidip ziyaret edebilir. Türkiye'den bir çok gazeteci, siyasetçi ve işadamı da bir davet almadan, kendi iradeleriyle gidip kendisiyle görüşmüştür. Sen de Gülen'in yanına gidecek olursan, orada mütevazı bir hayat sürdüğünü gözlerinle görebilirsin" denebilir. Böyle diyene ben de şunu derim: Aynı şekilde sen de bugün Irak'a gidecek olursan, hatta gitmemize gerek yok, Google Earth'deki uydu görüntülerinde bile, 1991 1. Körfez Savaşı'nda ABD'nin imha ettiği binlerce Irak tankı T-72nin çölde paslanmış hurdalarını, Bağdat'ta ve Irak'ın diğer bölgelerinde o savaşta yıkılmış ve öylece bırakılmış binaları görebilir, o savaş esnasında evlerine bomba düşmüş, yakınlarını kaybetmiş insanlarla görüşüp konuşabilir ve bu şekilde, Baudrillard'ın iddia ettiğinin aksine, 1991'de gerçekten de Irak'ta bir savaş yaşandığını, ABD'nin Irak'a saldırdığını teyid edebilirsin.

Benim meramım o değildi ama.

Şimdi burada uzun uzun simulacrum ve onun çoğulu simulacra nedir, felsefede Eski Yunan'dan bu yana hangi anlamlarda kullanılmıştır, post-modern felsefede özellikle Baudrillard simulacra ve simulasyon üstüne neler yazmıştır, bunları anlatacak değilim. Ama benim gördüğüm, Fethullah Gülen'in bu dünyada tekabül ettiği gerçeklik, Baudrillard'ın söylemine fena halde benziyor!

Nasıl benziyor, hemen şuradan gireyim. Geçen yaz, 6. sınıfa geçmiş olan kızımızı, cemaatin bir dershanesinin yaz okuluna gönderdik. Neden cemaatin dershanesi? Çünkü diğer özel okul ve kolejlerin yaz okulları aylık beş altı yüz liralardan kapı açarken cemaat dershanesinin yaz okulu sadece 120 liraydı, o yüzden. Neyse, bizim kız her gün gidiyor, geliyor, aradan bir hafta geçmeden bizimkinden menkıbeler kıssalar dökülmeye başladı. Başlarında duran, üniversite öğrencisi ablalar hemen bunlara gördükleri rüyaları, şahit oldukları olağanüstü vaziyetleri anlatmaya başlamışlar. Yok birisinin bir gün morali çok bozukmuş, okulu bırakmayı düşünüyormuş da o gece rüyasında "hocaefendi"yi başka bir takım zevatla birlikte görmüş. Yok diğeri başka bir gün "hocaefendi ile sahabeden bazı zevat"ı o anda ders gördükleri sınıfı teftiş ederken görmüş vesaire vesaire. Şimdi, bu kızlar için Gülen, hiç de öyle binlerce kilometre uzakta, Pensilvaya kırında yaşayan bir münzevi değil. Her gece rüyalarına giren, sofralarına oturan biri!

Şimdi bu bir gerçeklik düzlemi ve denebilir ki, Gülen 90ların sonunda ABD'ye gitmeden önce, Türkiye'de yaşadığı dönemde de böyle bir gerçekliğe inanan insanlar vardı. Evet vardı, ama sonuçta "reality check" yapabileceğiniz bir boyut da vardı. Kalkıp arabaya atlayıp Üsküdar Mihrimah Sultan Camii'nde veya İzmir Şadırvan'daki vaazına gidebileceğin, sen gitmesen bile vaaza giden bir arkadaşından "Hocaefendi bu hafta fena üşütmüş, sesi kısıktı" diye hakkında havadis alabileceğin biriydi Gülen. Şimdi öyle mi? Herkul.org'daki görüntülerden gece mi gündüz mü, kış mı yaz mı, anlaşılıyor mu? Anlaşılmıyor.

Oradan geçiyorum, bir taraftan Gülen kendi ağzından "15 yıldır bahçedeki gölet/havuzun başına 3 kere gitmemişimdir" diye tarif edilen bir derin inzivaya çekilmiş biri olarak takdim ediliyor. Diğer taraftan, ta Türkiye'de bir "alufte"nin yanına gitmeye hazırlanan bir Ak Partiliyle ilgili olarak kendisine telefon gelen, onun da o Ak Partiliyi uyardığı bir MOBESE gözlem merkezi gibi çalıştığını öğreniyoruz. Şimdi, "Fethullah Gülen" gerçekliği dediğimiz şey bunlardan hangisiyle örtüşüyor?

Bu yazının ilk bölümünü yazdığımda, Fethullah Gülen meşhur bedduasını henüz etmemişti. Dün sabah, o bedduanın sarhoşluğu içinde twitter'da bir mesaj gördüm, şöyle yazmış arkadaş: "Aklıma gelen en masum teori: gerçek F.Gülen Hocaefendi çoktan öldü, kopyasıyla sinsi planları icra ediyorlar. Cemaatin bile bundan haberi yok!" Bu arkadaş niye böyle düşünüyor? Çünkü ona servis edilen, Fethullah Gülen adlı bir görüntü. Gülen Türkiyede yaşasaydı, evinden diyelim GYV'deki makamına gidip gelirken kameralar onu karşılayacak, acar bir muhabir "Hocam bu bedduayı başbakana mı ettiniz?" diye soracaktı, belki hocanın makam aracının önüne Milli Görüşçü Sakaryalı tekvandoculardan biri atlayacak, "Hocam bu bedduanı geri almazsan vallahi bu arabanın tekeri benim üstümden geçmedikçe bir yere gidemez!" diye ağlayacaktı, yani birşeyler olacaktı. Ama şimdi bu "feedback"lerin hiçbirisi olmayınca, Fethullah Gülen diye birisi halen yaşıyor mu, yoksa Zigetvar Kalesi önünde öldüğü halde Yeniçeri gazabından korkulup cenazesi mumyalanmış ve İstanbula kadar günlerce araba içinde yol teptirilmiş Kanuni Sultan Süleyman'ın haline mi düşmüş, anlaşılamıyor.

Şimdi, daha soyut, daha felsefi bir örnek vereyim. Modernite öncesi devirlerdeki padişah veya kral algısı da biraz böyleydi. Yani başta bir hükümdar vardır, ama kim olduğu o kadar önemli değildir. Önemli olan başta bir hükümdarın olmasıdır. "Kral öldü yaşasın kral!" özdeyişinde olduğu gibi, bir fani kral ölür ama "kral" kavramı hep yaşar. Krallar, hükümdarlar, Londra yakınlarındaki Hampton Court veya Topkapı Sarayı gibi, gözlerden ırak mekanlarda yaşarlar. Ne zamanki modernite gelir, eskiden "tebaa" olan halk bireyleşmeye başlar, artık hükümdarlar da göz önüne çıkmak zorunda kalırlar. Hampton Court'ta veya Topkapıda, sarayın duvarlarını bile görmek, sıradan vatandaş için zordur, hatta tehlikelidir. Ama Buckingham Sarayı veya Dolmabahçe, neredeyse ayak altında, hükümdarın yattığı odanın penceresi parmakla gösterilecek kadar ayak altında, adeta BBG evi gibi gözetlenmeye müsait mekanlardır.

1965 seçimlerinin hemen ardından, Yön dergisinde çıkan çok enteresan bir seri röportaj var. Belki üstünde müstakil bir yazı veya makale yazarım ileride. O röportaj serisinde Yön muhabiri, "Nasıl oldu da, 27 Mayıs'tan sonra bu kadar kendimizden emin girdiğimiz genel seçimlerde DP'nin devamı olan AP %50nin üstünde oy aldı?" sorusuna, "Çünkü halk cahil. Halk bidon kafa, göbeğini kaşıyan adam" cevabını, sokaktaki vatandaşla yaptığı röportajlarla verir. Bu röportajlarda dikkat çekici sorulardan biri, ülkeyi kimin yönettiği, veya ülkenin hakiminin kim olduğudur. Bu soruya üç-dört kişi, "padişah" cevabını verir. Düşünün, tarih 1965. Saltanatın ilgasından 33 yıl geçmiş. Hatta biri bayağı ısrar eder, Yön muhabiri "olur mu ya, padişah yok artık memlekette" deyince nerdeyse muhabiri dövecek gibi, "Bu memleketten padişah asla gitmez, gidemez" diye bir cevap verir. Muhabir "biri padişaha saldırırsa ne yaparsın?" diye bir soru sorar, bu arkadaş "padişaha saldıranın kafasını koparırım" diye sert bir cevap verir. İşte bu da bir gerçeklik algısı.

Padişahların sarayda, gözlerden uzak yaşadıkları dönemlerde bile, Cuma namazı kılmak için, korunaklı duvarlar ve nöbetçilerin ardındaki saraylarından dışarı çıktıklarını, at üstünde veya son devirlerde faytonla halkın içinden geçerek camiye gittiklerini ve bu esnada icra edilen törene "Cuma selamlığı" dendiğini hatırlayalım. Cuma namazının şartları arasında, namaz kılınan mahallin cümleye açık olması var; Yıldız Sarayı veya Çankaya Köşkü bahçesinde, nöbetçilerin ardında Cuma namazı kılınmaz. Tamam, Gülen'in ikamet ettiği Pensilvanya kırında bir cami bulmak mümkün olmayabilir, ama buradaki espri başka.

Dershane tartışmasıyla başlayan süreçte gördüm ki, cemaat mensuplarının pek çoğunun zihnindeki Fethullah Gülen algısı, 1965'te Yön muhabirine "bu memleketten padişah asla gitmez" diyen vatandaş kadar sabit bir algı.

24 Aralık 2013 Salı

Gülen'in Bedduasına Amin Demedik, Demeyeceğiz!

Fethullah Gülen'in o inanması güç bedduasını duyduğumdan beri büyük bir gerilim yaşıyorum. Bir mü'minin, hele bir hoca efendinin, "cinnet hali geçirir gibi" böyle lanetler yağdırması, müslümanlara beddua etmesi karşısında önce hayretlere düştüm. Bu bedduanın anlamı üstünde düşündükçe hayretim dehşete dönüştü.

Fethullah Gülen, bu iz'ansız, ve şuursuz bedduasını acilen geri almalı ve hepimizden helallik dilemelidir. O duaya bilerek veya bilmeyerek amin diyenler de aynı şekilde, kendilerini cidden sigaya çekmeli, "Nasıl olur da böyle AZİM HATAya düştük?" diye sorgulamalıdırlar.

Önce, Gülen'in yaptığı şeyin adını koyalım: Bu çok şiddetli bir BEDDUAdır. Hiç öyle yok "ahitleşme"dir, yok "mülaane"dir, yok "mübahele"dir diye çeşitli kisveler altında meşruiyet kazandırmaya kalkılmasın. "Evlerine ateş düşsün" sözü elbette bir bedduadır ve bu bedduayla Gülen, hayatı boyunca söylediği sözlere de ters düşmüştür. Bir önceki yazıda montaj noktasından ele aldığım Ocak 1990 tarihli Şadırvan 2 vaazında da çok şiddetli bir dua etmişti Gülen, hatta duanın sonunda bayılmıştı. Ama o zaman ağzından sadece "Sana havale ediyorum Allahım!" sözü çıkmıştı:

"Allahım, içte ve dışta, öteden beri imana, Kur'ana ve Resulullaha ve ehl-i imana düşmanlık yapanları sana havale ediyorum! Beddua etmedik. Bedduaya Amin demedik. Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Sana havale ediyorum!"

Gülen, resmi web sitesi fgulen.com'da 2007 yılında "beddua"yla ilgili soruya da şöyle cevap vermişti:

"Ama bedduaya gelince onu yapmamız veya ona "âmin" dememiz mümkün değildir. Meselâ; "Allah'ım! Falanların altını üstüne getir. Allah'ım! Onu yerin dibine batır. Allah'ım! İflah etme. Allah'ım! Onun canı Cehennem'e. Allah'ım! Onu paramparça et. Allah'ım! Evlerine feryâd u figân sal..." gibi ifadeler birer bedduadır ki bütün bunlarda murad-ı ilâhî başka türlü olabilir."

2007 yılının Gülen'i "Evlerine feryad u figan sal" sözünü bir beddua olarak göüyor ve "ona Amin dememiz mümkün değildir" diyor. 2013 yılının Güleniyse bir taraftan "Evlerine ateş düşür" diye ayaklanıyor diğer taraftan bu sözün beddua olmadığına inanmamızı bekliyor. Elhamdülillah aklımızı yitirmedik!

Çok değil, bundan 7 ay önce, 31 Mayıs 2013'te herkul.org sitesinde yayınlanan 319. Nağme'de Gülen, beddua konusunda şöyle diyordu:

"Doktor İkbale ait bir sözdür bu: "Dua dua yalvardım, tel'ine bedduaya amin demedim. Lanetlemeye bedduaya amin demedim." Bu düsturla bu disiplinle hareket etmek gerekiyor günümüzde."

Yıllarca "beddua etmeyin" diyen, bedduaya amin demeyen Fethullah Gülen'in sonunda kendisinin çok şiddetli ve haksız bir şekilde beddua etmesi elbet ibret vericidir. Ve kaderin ne garip bir cilvesidir ki Gülen'in beddua ettiği Recep Tayyip Erdoğan bu bedduadan birkaç gün sonra Pakistan'a gitmiş, Gülen'in hem yukarıda zikrettiğim Ocak 1990 tarihli Şadırvan Camii vaazında hem de 319. Nağme'de atıfta bulunduğu Doktor Muhammed İkbal'in kabrini ziyaret etmiştir.

Gülen'in bedduasının beddua olmadığını iddia eden cemaat mensuplarının ilk bahaneleri, bunun bir "mülaane" olduğu. Mülaane, özellikle zina bahsinde, ortada bir şahit yokken yapılan bir zina iddiası karşısında karı-kocanın karşılıklı olarak lanetleşmesidir. Kadın kocasına lanet eder, koca karısına lanet eder. Ama Gülen gibi, "ben ve benim müntesiplerim, biz çoluk çocuk ailemizi alıp size lanet edelim, siz de çıkın çoluk çocuğunuzu alıp bize lanet edin. Hangimiz haklıysak karşı taraf cümleten gazaba uğrasın" diye bir meydan okuma, bir rest çekme yoktur mülaanede.

Gülen'in bedduası, daha çok, Ali İmran Suresi 61. ayette geçen "mübahele"yle örtüşüyor. Ama o da asla, Gülen'in bu meş'um bedduasına mazeret veya gerekçe olamaz. Mübahelenin ne olduğunu, Gülen'in en eski talebelerinden ve Hizmet hareketinin önde gelen abilerinden Abdullah Aymaz'ın Zaman gazetesinde 28 Mart 2005'te yayınlanan yazısından takip edelim:

"Hicrî 9. yılda Necran Hıristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında dinî ve dünyevî liderleri de olarak Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz (sas) ile Hz. İsa Aleyhisselam hakkında tartışmışlardı. Neticede Efendimiz (sas) “Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle İsa hakkında tartışmaya girerse de ki: ‘Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.” (Al-i İmran, 61) ayetine dayanarak, delilden anlamayan bu insanlara, mübâheleyi (yani hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesini bütün kalbiyle istemeyi) teklif etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber’den (sas) düşünmek için mühlet istediler. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Hz. Peygamber’in yanına geldiklerinde baktılar ki, Resulullah (sas) Hz. Hüseyin’i kucağına almış, Hz. Hasan’ın elinden tutmuş, Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’yi arkasına almış “Ben dua edince siz de ‘Amîn’ dersiniz diyor. Heyet başkanı mübâheleyi kabul etmeyip cizye vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini bildirdi. Hz. Peygamber de onlara bir emânnâme yazdı."

ŞİMDİ, mühim bir noktanın altını çizmek istiyorum. Yukarıda, Ali İmran Suresi 61. ayetin nüzul sebebi olarak zikredilen olayda Hz. Peygamber Necran Hristiyanlarına mübaheleyi TEKLİF ediyor, başka bir deyişle onları mübahele ile TEHDİT ediyor, ama Necran Hristiyanları düşünüyor taşınıyorlar, bu karşılıklı lanetleşmeyi göze alamıyor ve davalarından vazgeçiyor.

İYİ AMA, FETHULLAH GÜLEN ÇOKTAN BEDDUASINI ETTİ Kİ! HANİ TEKLİF? HANİ KARŞI TARAFIN CEVABINI BEKLEME????

Yazının devamında Aymaz, ABD'de Gülen aleyhine yazılar yazan birine mübahele teklif ettiğini, o kişinin de Necran Hristiyanları gibi davasından vazgeçtiğini ifade ediyor. Yani, Abdullah Aymaz da mübahelenin gereği olan lanetleşmeyi, karşı tarafa beddua etme fiilini İŞLEMEMİŞ!

Fethullah Gülen'in bedduasını   Sorularla İslamiyet sitesinde bu konudaki makalede, Necran Hristiyanlarının neden mübaheleden vazgeçtikleri şöyle anlatılıyor:

"Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: Şayet Resulullah (asv)'ı mübahaleye çağıran insanlar mübahaleye çıkmış olsalardı, geri döndüklerinde ne ailelerini ne de malların bulabilirlerdi."

Konunun bir de şu boyutu var. Hz. Peygamber, bu mübahele teklif ve tehdidini, Necran Hristiyanlarına, aralarında çıkan Hz. İsa'nın insan mı yoksa tanrının oğlu mu olduğu tartışması sonrasında yapıyor. Bu bir iman meselesi. Uğruna baş vermeye değer bir mesele. Fethullah Gülen ise, görünürde yolsuzluk üzerinden, mü'min-müslüman ve Ehl-i Kıble olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bakanlar, Ak Parti ve onları destekleyenlere beddua ediyor. Bir tarafta bir imani mesele, diğer tarafta ister yolsuzluk, ister dershane, isterse devlet içinde istenen kadrolaşma imkanlarının tanınmaması deyin, bir dünyalık tartışması. Bir tarafta Hristiyanlara mübahele teklif eden ama onlara beddua etmeyen Hz. Peygamber, diğer tarafta Ehl-i Kıble müslümanlara beddua eden Fethullah Gülen. Bu ne yaman çelişki!

Peki o zaman Fethull Gülen ve cemaati şu soruya cevap versin: Hz. Peygamberin bir müslümana veya müslümanlardan bir gruba beddua ettiğine, onlara mülaane veya mübahele yaptığına dair bir örnek var mı? Hayır, yok. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam, Taif'e yanında evlatlığı Zeyd bin Harise (RA) ile birlikte Taiflileri İslama davet için gittiğinde Taifliler onu kölelerine taşlatmıştı. Hz. Peygamberin mübarek ayakları kan içinde kalmıştı. Böyle bir halde Cebrail aleyhisselam, Efendimize (SAV) gelip, "Ya Rasulallah, İstersen şu iki dağı birbirine kavuşturayım da Taif helak olsun" dediğinde, ayakları kan içinde olduğu halde bile bu ilahi gazap teklifini geri çevirmişti. Peygamber Efendimiz (SAV), Bi'r-i Maune vakasında şehid edilen 70 sahabinin ardından, ahidlerinde durmayan müşriklere beddua etmişti, ama onun haricinde, kafirler ve münafıklar için dahi beddua ettiğine rastlamıyoruz. İslam düşmanı kafir ve münafıklar için bile beddua silahını nadiren kuşanan, müslümanlara ise hiçbir zaman beddua etmemiş bir peygamberin ümmetinden olan Fethullah Gülen'in, ellerini semaya sanki yeryüzüne gazab-ı ilahinin oluk oluk akmasını ister gibi kaldırarak, adeta cinnet geçiriyor gibi beddua etmesi elbette hiçbir şekilde kabul edilemez, tasvip edilemez.

Gülen'in bedduasını iz'ansız, şuursuz diye nitelemenin ötesinde, "meş'um" ve hatta "menfur" diye nitelemeyi gerektirecek asıl konu, bu bedduanın GÜNAHSIZ MASUMları da hedef alması. Gülen, "evlerine ateş düşsün" diye dua ediyor, ne demek bu! Elbette Gülen "ev" derken, üç oda bir salon TOKİ evlerini kastetmiyor. Ev, hanedir, hane halkıdır, ailedir. Nikahlanmaya "ev"lenmek deriz. Bir ailenin küçük çocuğu ölümcül bir hastalığa yakalanır veya kaza geçirir de hayatını kaybederse, veya bir eve şehit cenazesi gelirse, "evlerine ateş düştü" deriz. Bizim örfümüzde, bir kişi zulmetmiş, haksızlık yapmış bile olsa, onun geçim kaynağını kurutmak, onu işten çıkarmak veya işsiz kalmasına yol açmak hoş karşılanmaz, çünkü böyle yapmak onun "ekmeğiyle oynamak"tır. O zalimin de evinde, o ekmekten nasiplenecek masum bebeler vardır ve o ekmek, "çoluk çocuğunun rızkı"dır. Oysa Fethullah Gülen, yolsuzluk ya da hırsızlık yaptığını iddia ettiği başbakan veya bakanların kendi şahıslarına lanet okumakla kalmıyor, onların "evlerine ateş düşsün" diyor. Başbakanın yeni doğmuş torunu veya bir bakanın küçük çocuğuna zarar gelmesini hayal edebiliyor! Bu nasıl bir zihniyettir?!

Hz. Peygamber'in Necran Hristiyanlarına teklif ettiği mübahele hakkında Abdullah Aymaz'ın yazdıklarında da bu husus var. Hz. Peygamberin, "eğer doğru söylemiyorsam evime ateş düşsün" diyeceği "ev"i Ehli Beytiydi, bu nedenle dua etmek için Hz. Hüseyin'i kucağına alıyor, Hz. Hasan'ın elinden tutuyor, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'yı arkasına alıyor. Fethullah Gülen, işte bu şekilde, hükümetle arasındaki kavgaya, olayda hiç dahli olmayan yüzlerce, binlerce kadını, çoluğu çocuğu alet ediyor!

Mübahele hakkında nazil olan Ali İmran Suresi 61. ayete baktığımızda, "siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım" ifadesini görüyoruz. İşte burada zikredilen çocuklar ve kadınlar, bugünün savaş hukukunda da İslam savaş hukukunda da korunmuş olan sivillerdir. 11 Eylül sonrasının gözde tabiriyle "non-combatant" (çatışmaya iştirak etmeyen) da diyebiliriz.

Düşünebiliyor musunuz, Fethullah Gülen'in bu akıl almaz teklifini hükümet tarafının kabul ettiğini! Gülen ve cemaatinden binlerce kişinin, yanlarında eşleri, çocukları, kundaktaki bebekleri olduğu halde bir alanda toplandığını ve karşılarına, başbakan, bakanlar, Ak Partililer ve onlara destek olan yine binlerce kişinin çoluk çocuk aileleriyle birlikte çıktıklarını. Ve iki tarafın karşılıklı lanetleştiklerini... Bu "kardeşin kardeşi vurması" kadar feci ve bir o kadar da menfur bir manzara değil midir? Bu fitne değil midir? Böyle bir fecaate Gülen ve cemaati razı olabilir, ama biz asla razı olamayız!

Gülen'in bedduası artık resmi netleştirdi. Aylardır süregelen "Gayretullaha dokunur" tehditlerinin ne anlama geldiği artık açık, net anlaşılıyor. Evet, Gülen ve cemaatinin yaptığı "Gayretullaha dokunur" uyarıları açık bir tehdittir. Evet, İslamiyette Allahu Teala'nın azabı ve gazabının çok şedit olduğu ifade edilir. Kur'an-ı Kerim'de de bu yönde, Hz. Peygamberden evvelki devirlerde azgınlıkta ileri giden kavimlerin ilahi gazapla helak edildiğinin kıssaları vardır. Sodom ve Gomore böyle ilahi gazapla yerle bir olmuş yerlerdir. Nuh Tufanı da bir ilahi gazaptır, cezalandırmadır. İlahi gazap geldiği zaman, o yerlerdeki masumların da canını alabilir ve bu, ilahi adalete ters değildir, çünkü ahiret var. Müslümanlar, Rahman ve Rahim olan Allah, o masumların hakkını öbür dünyada verecektir diye inanır. Ama bugün Gülen ve cemaatinin Gayretullah söyleminin muhatabı, ne Lut peygamberin, ne de Nuh aleyhisselamın kavmi değil, müslüman olan, alnı secdeye değen, günde beş vakit ezanların okunduğu bir İslam diyarında yaşayan insanlar.

Gülen cemaatinin söyleminde bugün dünyada, sivil halkın tepesine her gün varil bombası, Scud füzesi yağdığı Suriye'de, Mescid-i Aksa'nın işgal altında olduğu Filistin'de, Arakan'da ve diğer pek çok diyarda müslümanların yaşadığı zulümler, acılar Gayretullaha dokunmuyor, ama Türkiye'de cemaatin yaşadığı haksızlıklar Gayretullaha dokunacak deniyor. "Gayretullaha dokunur" diye uyarmanın ötesine geçen, "Gayretullaha dokunmasını" dileyen, bunun için dua eden bir ruh haliyle karşı karşıyayız.

Gülen'in bedduasının müslüman, Ehl-i Kıble, alnı secdeye değen bir topluluğa yapılmasının mümkün olmadığı çok açık. O zaman geriye bir ihtimal kalıyor. Gülen'e göre başta başbakan, yolsuzluğa bulaşan bakanlar ve Ak Partililer ya kafir ya da münafık olmalılar! Nitekim, Gülen'in herkul.org sitesinde yayınlanan 31 Mayıs 2013 tarihli "319. Nağme" adlı konuşmasında, Erdoğan'dan "kafirce laflar" eden biri olarak söz ediliyor. Dershane tartışmalarının yoğun yaşandığı dönemde bir başka konuşmasında Gülen, Başbakan Erdoğan'dan "Firavun" ve "Karun" olarak söz etmişti. Bedduasının sonunda ettiği Arapça duada Allaha "Onlara karşı bize nusretini ver, bize yardım et" diyor. Buradaki "nusret", Kur'an-ı Kerim'de Fetih Suresi'nde "Allah sana aziz bir nusret verdi" ve Nasr Suresi'nde "Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman" mealindeki ayetlerde geçen, ilahi yardımdır. Allah ancak müslümanların kafirlere karşı cihadlarında nusretini gönderir. Fethullah Gülen, hükümete karşı yürüttüğü mücadelesini de bu çerçevede görüyor olmalı ki, ilahi yardımı çağırıyor.

Gülen'in Gayretullah söylemini silah gibi kullanmasının çarpıcı bir örneği, 31 Mayıs 2013 tarihli konuşmasında verdiği, Bediüzzaman Said Nursi ile Menderes örneği. Gülen DP iktidarının son yıllarında, Risale-i Nur talebeleri arasında DP'yi ve Menderes'i çokça eleştirenler olmasına rağmen Bediüzzaman'ın Menderes'e söz söyletmediğini, ona "İslam kahramanı" dediğini, ancak sürekli olarak (kendisinin bugün Ak Partiyi uyardığı gibi) Menderes'i uyardığını anlatıyor. Adeta Bediüzzaman'ın yaşadığı süre boyunca Menderes'e karşı bir paratoner olduğunu ve Menderes'i beladan koruduğunu, ne var ki Bediüzzaman'ın Mart 1960'ta vefatından birkaç ay sonra 27 Mayıs darbesinin yaşandığını ifade ediyor. Gülen'in bu değerlendirmesi Risalei Nur grupları arasında eskiden beri dillendirilen bir yorumdur ve kader-i ilahi zaviyesinden bakınca, Menderes ve DP'nin Gayretullaha dokunduğu, buna karşılık 27 Mayıs'ın bir "afet" olarak geldiği söylenebilir. Ne var ki Gülen, bir adım ötesine geçiyor ve Bediüzzaman'ın Menderes'e karşı oynadığı rolün benzerini Erdoğan'a karşı kendisine biçiyor. Bu noktada Gülen'in sözleri bir uyarı olmaktan çıkıyor ve İsmet İnönü'nün talihsiz "Sizi ben bile kurtaramam!" beyanına dönüyor. Yıllardır 27 Mayıs destekçileri ve askeri darbe çığırtkanları tarafından dini değerlere saygılı iktidarlara karşı edilen bu sözü Gülen'den işitmek çok yaralayıcı.

Bütün bunlar birleşince, ortaya son derece tehlikeli bir tablo çıkıyor. Ortada ciddi bir Haricileşme tehlikesi var. Acaba Gülen, bedduasına doğrudan muhatap olan kişileri yani yolsuzluk yapanları tekfir mi ediyor? Bilemiyoruz. Ama yapılan bedduanın şiddeti, böyle bir ihtimali akla getiriyor. Yolsuzluk evet büyük bir günahtır, kebairdendir, yetim hakkı yiyen abad olmaz! ANCAK bu bize, yolsuzluk yapan kişiyi tekfir etme hakkını vermez! İslam tarihinde yaşanan en büyük fitnelerden biri olan Haricilik de ortaya çıktığında, "Günah işleyen, Allah'ın emrine karşı gelen, kafir olur" demişti. Ardından Hariciler, "Kafire kafir demeyen de kafir olur" diyerek, bu fikri paylaşmayan yani Haricilerin tekfir ettiğini kafir saymayan Hz. Aliyi mazallah kafir ilan etmiş ve ardından o mübarek insanı şehit etmişlerdi.

O zaman karşımızda, cevaplamamız gereken net bir soru var: Recep Tayyip Erdoğan müslüman mıdır, kafir midir, münafık mıdır? Biz, Tayyip Erdoğan'ı müslüman biliyoruz. Elhak Erdoğan alnı secdeye değen biridir, Ehl-i Kıbledir. "Ehl-i Kıble tekfir edilmez!" düsturu Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat yolunun temelleri arasındadır. Erdoğan'ın kalbini yarıp bakamayacağımıza göre, ona bir müslüman gibi muamele etmeliyiz. Burada konu, Erdoğan'ın şahsıyla ilgili bir akidevi mesele olmaktan çıkıyor, siyasallaşıyor. Bir grup müslüman, diğer bir grup müslümanı tekfir ederse ne olur? Cevap belli: Fitne çıkar! İşte tam da bu nedenle, ne kadar yanlış bir yolda giderlerse gitsinler, Ehl-i Kıble tekfir edilmez!

Sözü uzattım, yarayı cerh etmek için. Aslında Gülen'in bedduasına en güzel cevabı, Başbakan Erdoğan Trabzon'daki konuşmasında verdi:

"Biz, müslümana lanetle emrolunmuş bir toplum değiliz. Biz müslümanın hidayeti artması için dua ederiz. Lanet için değil. Lanet müslümanların arasında öyle berbat bir tezgahtır ki, bumerang gibi döner onu yapana gider. Milletin bölünmesine vesile olanlar iflah olmaz."

Vallahu A'lem! (Allah en doğrusunu bilir)

22 Aralık 2013 Pazar

Bir vaaz, Üç montaj

Fethullah Gülen'in talihsiz bedduasını hayretler içinde izledikten sonra aklıma, Gülen'in yıllar önce hem ses kaydını dinlediğim hem de videosunu izlediğim, 28 Ocak 1990 tarihinde İzmir Şadırvan Camii'nde verdiği vaaz geldi. Literatüre "Şadırvan 2" diye geçen bu vaazın sonunda Gülen, muarızlarına karşı ellerini, tıpkı son bedduasındaki gibi açarak dua ediyor ve şöyle söylüyordu:"Allahım, içte ve dışta, öteden beri imana, Kur'ana ve Resulullaha ve ehl-i imana düşmanlık yapanları sana havale ediyorum! Beddua etmedik. Bedduaya Amin demedik. Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Sana havale ediyorum!"

Bu duanın dikkat çekici yanı, daha doğrusu bu vaazın meşhur olmasının asıl sebebi, Gülen'in bu sözleri söylerken, tıpkı bugünkü bedduasında olduğu gibi adeta kendinden geçmesi ve sonunda, cami kürsüsünde bayılmasıydı! Şadırvan 2, bu spektaküler finaliyle "Gülen vaaz ve sohbetleri Top -10" listesinde her zaman üst sıralarda hak eden, "unutulmaz" bir vaazdı.

İşte ben de Gülen'in bugün ettiği bedduanın vahim bir hata olduğunu, 1990'daki Şadırvan 2 vaazından hareketle göstermeyi düşündüm ve bu vaazın video görüntüsünü aramaya başladım. Youtube'da karşıma çıkan ilk video, 1 saat 47 dakika 21 saniye süren, vaazın başından sonuna kaydedilmiş olduğu izlenimi veren videoydu:




Daha önce birkaç kez dinlediğim ve izlediğim için, hemen videonun sonundaki dua ve bayılma sahnesini bulmaya çalıştım ama bu videoda aradığım sahne yoktu! "Fethullah Gülen" adlı youtube kullanıcısının yüklediği bu 107 dakikalık videoya, "birinci video" diyeceğim. Aslında "resmi sürüm" demek daha uygun gibi, ama aşağıda sözünü edeceğim iki videoyla paralel isimlendirme olsun diye böylesi daha uygun.
Derken, "Vuqarceferov" adlı youtube kullanıcısının yüklediği şu videoya rastladım:




İsminden anlaşılacağı üzere bu kullanıcı Azeriydi. Bu vaazın da zaten temel konusu, Ocak 1990'da Azerbaycan'daki protestoları kanlı bir şekilde bastıran Sovyet zulmü ve Azerilerle dayanışma olduğu için bu viodeyu paylaştığı anlaşılıyordu. Bu video vaazın bir zamanlar youtube'da geçerli olan 10 dakika sınırlaması nedeniyle 3-4 parça halinde yüklenen bölümlerinden 3üncüsü idi ama sonuçta, benim aradığım dua ve bayılma sahneleri bu videoda mevcuttu. Mevcuttu ama her nedense(!) bu sahneler birinci videoda yer almıyordu! 9 dakika 51 saniyelik bu videoya "ikinci video" diyeceğim.

Ne var ki, Şadırvan 2 vaazıyla ilgili hafızamı biraz zorlayınca, ama vaazda bu bölümden hemen önce yer aldığını gayet iyi bildiğim bir bölümün ikinci videoda de yer almadığını farkettim! Bu bölümde Fethullah Gülen, kendisinin Edremit'ten Marmara'ya kadar zeytinlikleri olduğunu iddia eden Türkiye'deki muarızlarına karşı, bu iddiaların bir iftira olduğunu belirtiyor, ardından hem kendisine karşı Türkiye içinde düşmanlık yapanlara hem de Azerbaycan'da kan döken Sovyetler özelinde tüm dünyada İslam'a ve müslümanlara düşmanlık yapanlara karşı duaya geçiyordu. 


Biraz daha araştırınca, facebook'ta paylaşılmış şu videoyu buldum:

https://www.facebook.com/video/video.php?v=1536618288443

Bu videoya da "üçüncü video" diyeceğim. Üçüncü video, ikinciden de kısa, sadece can alıcı bölümlerin alındığı, 6 dakika 53 saniye süren bir parça. 


Her ne kadar ikinci ve üçüncü videolar, Şadırvan 2 vaazından alınma 10 dakikadan kısa parçalar olsa da, bu videoların cemaat tarafından değişik zamanlarda sirkülasyona verilmiş tam sürüm vaazlardan alınmış parçalar olduğunu söyleyebiliriz. Yani karşımızda, aynı vaazın cemaat tarafından montajlanmış üç farklı sürümü bulunuyor.
Şimdi, Şadırvan 2 vaazının gerçek akışını bu 3 videoyu kullanarak oluşturabiliriz. Buna göre vaazın sonunda Gülen
, Muhammed İkbal'in Milli Mücadele sırasında Lahor'da yaptığı ateşli konuşmayı anlatır, sonra kendisi İkbal'in yardım çağrısı ve duasına paralel bir yardım çağrısı ve dua yapar ("İkbal" faslı). Ardından, kendisine atılan Edremit'ten Marmara Denizi'ne kadar zeytinlikleri olduğu iddiasını iftira olarak niteler ("Edremit-Marmara" faslı). Sonra cemaati kendisiyle birlikte duaya çağırır ve meşhur "Sana havale ediyorum!"la biten duasını yaparken bayılır ve ortalık karışır ("dua ve bayılma" faslı). Bir süre sonra kolonyayla yelpaze sallamayla vs ile kendine gelir ve vaazını bitirir ("dönüş ve final" faslı). 

"İkbal" faslı, birinci videoda şöyle ilerliyor (1:39:24'dan itibaren)

"Ben diyeceğim ki, ya Rasulallah sana, günahına ağlamış insanların gözyaşını getirdim. Evet ya Rasulallah, evet ya Rasulallah! Sana günahına ağlamış insanların gözyaşıyla geliyorum ve üzerine, Azerbaycan'da dökülen kandan bir damla döküyorum. Ki, ben bunu cennetlerin kevseriyle değiştirmem. Verdiğimiz, vereceğimiz şey ruh-u Seyyidü'l-Enamı çoktan beri hoşnud edemedi. Bari ağlamalarımızla olsun, bari hicranlarımızla OLSUN////DEĞERLİ kardeşlerim"


Videoyu görüntü ve ses olarak takip ederseniz, yukarıda kesme işaretiyle belirttiğim noktayı çok farkedemiyorsunuz, ama işte o noktada ALTIN MAKAS devreye girdi ve bir montaj yaptı! 
(Montaj noktası 1:40:17)

Şimdi, ikinci videoda "İkbal" faslının nasıl yer aldığını görelim (07:13'ten itibaren
)

"
"Ben diyeceğim ki, ya Rasulallah sana, günahına ağlamış insanların gözyaşını getirdim. Evet ya Rasulallah, evet ya Rasulallah! Sana günahına ağlamış insanların gözyaşıyla geliyorum ve üzerine, Azerbaycan'da dökülen kandan bir damla döküyorum. Ki, ben bunu cennetlerin kevseriyle DEĞİŞTİRMEM////VE BİR GECE, iki gece, üç gece..."

Bu sefer ALTIN MAKAS kendisini daha belli ediyor! Yukarıda kesme işaretiyle belirttiğim noktada kopukluk var. Birinci videoda "İkbal" faslının sonunda yer alan iki cümlenin ("Verdiğimiz, vereceğimiz"le başlayıp "hicranlarımızla olsun"la biten kısmı) çıkarıldığını, "Edremit-Marmara" faslının olduğu es geçildiğini ve "dua ve bayılma" ile devam edildiğini görüyoruz.

(Montaj noktası 07:46)
Şimdi "dua ve bayılma" faslının yer aldığı ikinci ve üçüncü videolara bakalım. İkinci videodaki montaj noktasından takip edelim:


"Ve bir gece, iki gece, üç gece, sizin inlemenizi istirham ediyorum. Ben kimim ki dua edeyim de kabule karin olsun. Bazen şöyle yaklaştım arkadaşlarıma. Dert çok büyük dedim. Ben çok mücrim, dua ediyorum, benim duam yetmiyor. Ne olur Allah aşkına, bana duada yardımcı olun! Allah aşkına bana yardımcı olun! Allah aşkına duada bana yardımcı olun! Ve şöyle deyin: Allahım, içte ve dışta, öteden beri imana, Kur'ana ve Resulullaha ve ehl-i imana düşmanlık yapanları sana havale ediyorum! Beddua etmedik. Bedduaya Amin demedik. Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Sana havale ediyorum!"

"Ve bir gece, iki gece..." diye başlayıp devam eden "dua ve bayılma" faslı, üçüncü videoda, önceki faslın, yani "Edremit-Marmara"nın hemen ardından, kesintisiz bir şekilde geliyor. 03:46'dan itibaren, yukarıdakiyle aynı şekilde yer alıyor.


Şimdi, sadece üçüncü videoda olan "Edremit-Marmara" faslına geliyorum. Bu kısa videoda, "İkbal" faslı hiç yer almıyor (Bir altın makas işlemi olarak değil, vurgulanmak istenen kısım zaten uzun vaaz içinden seçilip çıkarılması gerektiği için yer almıyor). Videonun başından itibaren şöyle:

"Dünyada benim hiç bir muradım olmadı. Elliyi aşarken hiçbir muradım olmadı. ... Bir dikili taşım yoktur. Edremit'ten Marmara Denizi'ne kadar benim zeytinlerim olduğunu söyleyenler oldu. Apartmanlarım olduğunu söyleyenler oldu. ... Ama ben, Selahaddin Eyyubi gibi, "Mescidi Aksa bilmem kimin elindeyken, gülmeyi kendime haram" dedim. "Haram olsun!" dedim. Yumuşak döşekten bahsediyorlar. Güldüm ona. Onu başkalarına sormak lazım. Ben 30 sene evvel altıma bir hasır koymuştum, hala o hasırlar üzerindeyim! Hasırımı değiştirmedim! ... Bir şom ağızlılık daha yaptım. Bir kere daha sizi iz'ac edecek şeyler konuştum. Bir kere daha mele-i A'la'da reddedilecek sözler sarfettim. Bir kere daha ruh-u Seyyidü'l-Enam'ı rencide ettim. Bir kere daha temiz vicdanlara çuvaldız sapladım. Allah beni affetsin. Boşluğum, demek... Keşke onlar deseydi ben de demeseydim. Demeseydim. Çünkü ben, Ümmet-i Muhammed'in derdinden başka bir şey düşünmek istemedim. Derdim o olsun dedim. "Allahümmec'alni halimen selimen, ve evvahen müniba" dualarım içinde terketmediğim dualardandır. İnleyen insan olayım. Çünkü Alem-i İslamın durumu inlenecek durumdur! İnleyen insan olayım. Ve bir gece, iki gece, üç gece..."


Bu şekilde üçüncü videoda "Edremit-Marmara" faslından "dua ve bayılma"ya geçildiğini görüyoruz.

Şimdi, elimizdeki üç videoda, bu dört faslın nasıl yer aldığını görebiliriz:

Birinci video: "İkbal" ---> "dönüş ve final"
İkinci video: "İkbal" 
---> "dua ve bayılma"
Üçüncü video: "Edremit-Marmara" ---> "dua ve bayılma"
Ve bu üçünü bir araya getirerek, Şadırvan 2 vaazının doğal akışını şöyle tespit ediyoruz:

"İkbal" 
---> "Edremit-Marmara" ---> "dua ve bayılma" ---> "dönüş ve final"

Cemaat bir nedenden ötürü, youtube'da yayınlanan "resmi sürüm"de ne "Edremit-Marmara" ne de "dua ve bayılma" fasıllarına yer vermemiş, onları ALTIN MAKASla kesip çıkarmış. Ama, youtube ve facebook'ta dolaşan iki farklı sürümden birinde "dua ve bayılma"nın yer aldığını, sadece "Edremit-Marmara"nın montajlanarak çıkarıldığını, diğerinde ise her ikisinin de yer aldığını görüyoruz. 

Böylece, Fethullah Gülen'in 28 Ocak 1990'da İzmir Şadırvan Camii'nde verdiği "Şadırvan 2" vaazının, cemaat tarafından, şimdilik tam olarak kestiremediğimiz mülahazalarla zaman içinde yapılmış üç farklı sürümünü görmüş olduk. Ortalıkta Gülen'in "sohbet", "vaaz", "konuşma"sı gibi adlarla sirkülasyona sokulan ses ve görüntü kayıtlarını değerlendirirken, daha cemaat dışındaki kötü niyetli montajcılara gelmeden, cemaat tarafından dahi montaja tabi tutulmuş olabileceklerini her zaman hatırda tutmak gerek.

Son olarak, Gülen'in 1990'da serfettiği, yukarıda alıntıladığım "Selahaddin Eyyubi gibi, "Mescidi Aksa bilmem kimin elindeyken, gülmeyi kendime haram" dedim. "Haram olsun!" dedim." sözlerinden, Mavi Marmara için sarfettiği "Otoriteden izin alınmalıydı" sözlerine nasıl gelindiğini takdirlerinize bırakıyorum. Biz, Selahaddin Eyyübi'nin sözünü kendine düstur edinmiş Fethullah Gülen'i sevdik ve o Gülen'e kalbimizde, dualarımızda yer verdik. İşgalci İsrail'i "otorite" tanıyan Gülen'i değil!

19 Aralık 2013 Perşembe

Cumhur Mavi Tuna yerine Misket Havasını isterse ne olacak?

(Yine arşivden bir yazı. 29 Ekim 1998'de, Cumhuriyetin 75. Yılı kutlamaları münasebetiyle yazmıştım. O tarihte cumhuriyet, demokrasi, milli irade hakkındaki düşüncelerimi yansıtması açısından yayınlıyorum.)

Bu satırları Kızılay'daki Cumhuriyet Bayramı şenliklerinden ayrıldıktan
hemen sonra yazıyorum. Saat gecenin ikisine yaklaşıyor. "Şu Cumhuriyeti
keşke Haziran'da ilan etselerdi" dedirtecek bir soğuğa rağmen gecenin
birine kadar coşkusunu kaybetmemiş bir kalabalığın içinden geliyorum.
Ben olay mahalline intikal ettiğimde sahnede Mahsun Kırmızıgül vardı.
Değişik zaman ve zeminlerde çok kalabalık gördüm; hiç Kızılay'da
Mahsun'u dinleyenler kadar coşkulusuna rastlamamıştım. Aslında her zaman
00:20'de kalkan son Metroya binip evime gitmek kaygısıyla bir an önce
yoluma gitme niyetindeydim ama kalabalığın coşkusu orada
kalmamı bir gereklilik haline getirdi.

Mahsun sahnedeyken üstüne gençten bir çocuk üstüne atladı. Ona
sarılmaya, yanaklarından öpmeye çalışıyor bir yandan da ağlıyordu. "Seni
çok seviyorum" diyordu delikanlı Mahsun'a. Kalabalığın Mahsun'u sevdiği
belliydi. Bu yaz bir arkadaşımla Moskovada bir konserin kıyısından
geçmiştik. Orada yüksek dozda alkolün etkisiyle kendinden geçmiş acaip
bir kalabalık vardı. Daha önce hiç öylesini görmediğim bir kalabalık.
Herkes, ellisine merdiven dayamış kadınlar da dahil olmak üzere
şarkılara katılıyor dansediyordu. Ama Mahsun'un seyircisi
Moskova'dakilerden daha heyecanlı, daha hareketliydi. Kabul etmem
gerekir ki ortamda belli ölçüde alkolün de mevcudiyeti hissediliyordu
ama efendice tüketilmiş bir alkoldu bu. Ortalığı bira tenekelerinden
oluşmuş sıradağlar kuşatmamıştı. Adam gibi içilmişti, aile olan yerde
ölçülü davranma esasına cümleten riayet ediliyordu.

Mahsun sahneden inmek istemiyor, kalabalık dağılmayı reddediyordu.
Mahsun "Herşeyim sensin" şarkısını okuyarak programını bitirdiğinde saat
geceyarısını çoktan geçmişti. Programın sunucusu son bir sanatçılarının
daha olduğunu ama seyircilerin biraz sabırlı olmaları gerektiğini
söylediğinde bu son sanatçının kim olduğu üzerinde etrafımda yapılan
tahminler Murat Göğebakan, Hakan Taşıyan ve Burak Kut gibi isimler
üstünde yoğunlaşmıştı. Sabırsız seyirciler bu sırada ıslık çalmaya
çoktan başlamışlardı. Sunucu orada "canlı" müzik çalmanın
zorluklarından, bir saz heyetinin sahneyi terketmesiyle diğerinin kendi
düzenini kurması arasında mecburen belli bir zamanın geçmesinin
gerekliliğinden falan söz ederek sabırsız seyirciyi yatıştırmaya
çalışıyordu. Kendi kendime "E tabii, bu kalabalık bir saatte otuz
şarkıcının pleybek yaparak sahne aldığı konserlere alışık, onlara canlı
müzik yapmaya kalkarsan böyle ıslıklanmayı da göze alacaksın." dedim.

Neyse on dakikalık sabırsız bir bekleyişten sonra sahneye Rock yapmaya
niyetli birileri çıktı. Adının Kıraç olduğunu öğrendiğimiz biri
gitarının tellerini tingirdatmaya başladı. İlk parça Antepin Fransızlara
karşı direnişini konu alan bir kahramanlık türküsüydü. Sahnenin önünde
bir Rockçı güruhu toplanmış bir yandan bongo(?) yapıyorlar yani
kafalarını şiddetle yukarı aşağı sallıyorlar bir taraftan da
metalcilerin işaretini yapıyorlardı elleriyle. İşaret ve serçe
parmaklarını kaldırıyor, ortadaki iki parmağı avuçiçine yapıştırıyorsun.
Başparmak avuçiçindeki iki parmağın üstüne geliyor.  İki elinin
parmakları da bu şekle girdikten sonra ritme uygun bir şekilde kollarını
sallamaya başlıyorsun. İşte sana metalci işareti. Şeytanla falan bir
ilgisi var sanırım, ama tam ayrıntısını şimdi çıkaramıyacam.

Kıraç kardeşim seyircinin kıvamını iyi tartmış olacak ki halaylarla, Kiziroğlu
Mustafa'yla, Kağızman'a nargile ısmarlamakla devam etti. Kızılay
Meydanı'ndaki kalabalık tam kıvamına gelmişti. Ben de bu sırada sahneye
iyice yaklaştım, kendime yüksekçe bir yerde tüm alana hakim bir mevzi
buldum. Bir de ne göreyim, sahne önüne birikmiş  metalciler sandığım
grubun yarısı başparmaklarını avuçiçine bastırmak yerine diğer iki orta
parmakla ileriye doğru uzatıp öyle kavuşturuyorlar: Bozkurt bunlar!
Metalci işareti yapanların Bozkurt işareti yapan ülkücülerle birlikte
halay çeker mi, Cumhuriyet Bayramı'nda çeker! Keyfim iyice yerine geldi.

Sonra kalabalığı gözlerimle taramaya başladım. İşte, ileride zafer
işareti yaparak halay çeken bir grup vardı. Tıplerinden solcu oldukları
hemen anlaşılıyordu. Belki İşçi Partili, belki HADEPli. Bu gençler yarın
üniversite kampüslerinde gırtlak gırtalağa geleceklerdi ama Cumhuriyet
Bayramı'nın hatırına omuz omuza Kağızman yolcusuydular.
Başka başka el işaretleri de vardı, ama onların anlamlarını çözemedim.

Tabii işareti filan boşverip gecenin tadını çıkaran da birşuru vatandaş
vardı meydanda. Sahneden Misket Havası yükselince yanıbaşımda duran
ceketli kravatlı memur kılıklı yaşını başını almış koca koca adamlar
bile oynamaya başladı. Çevik Kuvvet polisleri cıvıttırmakla karizmayı
korumak arasındaki ince çizgide gidip geliyorlardı.  Misket havası
herkesin havasını yerine getirmişti. Halkımız eğleniyordu, cumhur
Cumhuriyetini 75 yıl sonra bir kere daha ilan etmişti.

Kızılayda gece klasik müzikle başladı. Önce Bilkent Senfoni Orkestrası
Mavi Tuna valsını çalarken, smokinli erkeklerden ve chic balo
kıyafetlerine bürünmüş kadınlardan oluşan yüzküsur kişilik bir grup,
içlerinde Devlet Bakanı Cavit Kavak eşi olduğu halde dansetti. Ardından
Mavi Tuna valsi tekrar çalındı; bu sefer meydanı dolduran onbinler için.
Bu görüntüleri televizyondan izledim. Alanın her tarafında pek çok
çiftin, belki binlercesinin dansettiği görülüyordu. Ama gecenin
ilerleyen saatlerinde halay çekenlerin coşkusuna yetişmeleri imkansızdı.
Yanlış anlaşılmasın Mavi Tuna'ya karşı değilim, ama beni heyecanlandıran
beni ağlatan Mavi Tunanın ölçülü süzülüşü değil Fırat'ın, Dicle'nin,
Sakarya'nın, Ceyhanla Ceyhunun  doludizgin çağlayısı.

Bu yazının başlığını "Misket Mavi Tuna'ya karşı" diye atmak geldi aklıma
ilk olarak ama sonra düşününce gördüm ki Mavi Tuna'ya karşı olan yok ki!
Düğünlerde belki vals değil ama onun kuzeni komparsita yapılmıyor mu ilk
olarak? (Gerçi son zamanlarda ilk dans müziği olarak Mariah Carey tercih ediliyor ama o da aynı ailenin bir
üyesi sayılır) "Adet yerini bulsun" diye diye komparsıta da milli örf ve
adetlerimiz arasına girmeyi başardı. Yerine Mariah Carey bile çalınsa
tedirgin oluyoruz, "Bu yeni adet de nerden türedi böyle?" diyoruz.
Gelinle damat ilk danslarını ediyorlar, sonra manzarayı kurtarmak
babından üçbes çift daha onlara katılıyor ama salon temellerinden
sallanmaya Çiftetelliyle başlıyor. Bizim düğünlerimizde aslolan
oynamaktır, göbek atmaktır ama her zaman komparsıtaya da bir yer bulacak
kadar engindirler.

Ama bazıları bu ülkede Mavi Tuna valsine şerik koşulmasından son derece
rahatsızlar ülkemizde. "İlle de Mavi Tuna, başkası olmaz" diyorlar başka
bir şey demiyorlar. Mavi Tuna'yı Misketin karşısına dikiyorlar. "Ya Mavi
Tunayla vals yapıp çağdaşlaşacaksın, ya da Misket oynayarak geri
kalacaksın." Cumhur yaramaz bir çocuk gibi valsten kaçıyor ama. Valsten
sonra Misket de oynamak istiyor. Misketi kıvıramayan için horon var,
zeybek var, Dadaş bari var, çayda çıra var. Herkesin kendine göre
tutturacağı bir hava var. Cumhur Strauss'u ancak "SİT-RAA-US" diye
telaffuz edebiliyor; Cumhur'un gönlünde Mahsun yatıyor. Cumhur Mavi
Tuna'yla Misket arasında seçme yapmak zorunda bırakılırsa Misket'e
meylediyor. Mavi Tuna'yla Misket arasında bir seçim yapmak bu kadar
gerekli mi sahiden? Milletçe vals yapmayı öğrenirsek bizi Avrupa
Birliği'ne kabul ederler mi acaba?

Cumhursuz Cumhuriyet olmaz. Bu gece Kızılay Meydanı'nda bunu anladım.
Herkese Cumhuriyet kutlu olsun.

6 Aralık 2013 Cuma

Dershane Tartışmasına Katkı -4- : Okullarda yazı yazmak da öğretilir ama yazı yazma becerisini testle ölçemezsiniz

Üniversite sınavlarının eğitim sistemimize verdiği en büyük zarar, öğrencilere artık sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmenin imkansızlaşmasıdır. Oysa sınavda işe yaramadığı halde gerçek hayatta vazgeçilmez olan pek çok bilgi ve beceri bulunmaktadır. Bu sınav sisteminin baskısı altında öğrencilere, bilgi toplumunun gerektirdiği donanımların kazandırılması mümkün değildir. "Dershane tartışmasına katkı" yazı dizisinin ilk bölümünde, üniversite sınavının zararlarını sıralarken bu konuyu 7. maddede şöyle dile getirmiştim:

"7. Bütün bunlardan önemlisi, ilköğretimin ve lise eğitiminin tek amacının üniversite sınavını kazandırmak haline gelmesidir. Bunun sonucunda, öğrencilere sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmek, bir beceri kazandırmak imkansızlaşmıştır. Eğitim sistemimiz, bir konu üstünde araştırma yapma, rapor ve makale yazma, bir projeyi adım adım gerçekleştirme, ekip çalışması yürütme gibi hayati önem taşıyan pek çok beceriyi öğrencilere kazandıramamaktadır. Bunun da en önemli nedeni, üniversite sınavlarında başarılı olmak için bu becerilere ihtiyaç olmamasıdır."

Dizinin 3. bölümünde, temel eğitimde ve liselerdeki eğitimin bütünüyle üniversite sınavlarına endekslenmesi sonucu okullarda öğretilemeyen beceri ve donanımlardan "Kitap Okuma"yı ele almıştım. Bu bölümde, "Yazı yazma" üstünde durmak istiyorum.

Yazı yazma

Zaman zaman gazetelerde, Türkçe’nin kurtarılması gerektiği ve gençliğin birkaç yüz kelimeyle bir kuş dili konuşur hale geldiğinin yazıldığı makalelerde, gençlerin doğru dürüst bir dilekçe bile yazamadıklarından dem vurulur. Gerçekten de bizim eğitim sistemimiz, dilekçe yazma özürlü mezunlar veriyor. Peki, insanların hayatta yazı yazmaya duydukları tek ihtiyaç, bir devlet dairesinde dilekçe yazmak gerekince mi ortaya çıkar. Elbette hayır. Yazı yazmak, sadece kitap yazarlarının, gazetecilerin ihtiyacı olan bir beceri değil. Kaldı ki memleketimizde yazar takımının da ne derece iyi yazdığı tartışmalı.

Gelişmiş bir toplumda her iş yazıyla yürür. Burada “yazı” deyince, cep telefonundan kısa mesaj olarak atılmak üzere, bir kitapçıktan kopyalanan Sevgililer Günü kutlamasından söz etmiyorum, her çeşit yazılı metni kastediyorum. Bir borsa uzmanı, ekonomideki gelişmeleri ve borsanın geçmiş yıllardaki performansını dikkate alarak, önümüzdeki altı aylık dönem için beklentilerini bir öngörü raporu (forecast report) olarak yazar. Bir master veya doktora öğrencisi, araştırmalarının sonucunu bir tez olarak yazar. Bir akademisyen bilimsel makale veya kitap yazar. İş başvurusu yapan biri, özgeçmişini yazar. Emekli bir asker, Türkiye’nin neden AB’ye üye olmaması gerektiği konusunda kitap yazar. Bir öğretmen, ders planı yazar. Bir holdingde yeni işe girmiş idealist bir MBA, holdingin neden yeniden yapılanması gerektiğini üstlerine anlatan bir öneri metni yazar (Tabii ülkemiz şartlarında, “Sen de nerden çıktın?” diye ertesi gün işten atılabilir, o ayrı.) Bir sanayi odası başkanı, Gümrük Birliği’nin ne büyük zararları olduğunu anlatan bir kitapçık yazar (Kim olduğunu siz tahmin edin). Bankadan kredi alarak Türkiye’nin en büyük mandırasını kurmak isteyen bir girişimcinin de işletme plan ve projelerini yazması, bu plan ve projelere kredi verilebilir (credible) olduğunu göstermesi gerekir.

Uzun lafın kısası, üniversite mezunu olmayı gerektiren ve geniş bir organizasyonda görev alan her meslek sahibinin işi hayatında, birşeyler yazması gerekir. Düzgün ve anlaşılır yazmak ise, tıpkı kitap okumak gibi, eğitimin erken aşamalarından itibaren öğrenilmesi ve üstünde çalışılması gereken bir beceridir. Yukarıda zikredilen yazı tipleri aslında birbirlerinden pek de farklı olmayan temel kurallara uyarlar. Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri, bir romanda bulunduğu gibi yukarıda zikredilen yazılarda da bulunmalıdır. Bir öğrencinin okul yıllarında hazırladığı ödevler, yazdığı kompozisyonlar ve makaleler, dolayısıyla gelecekte iş icabı yazması gereken yazılar için bir hazırlıktır.

ABD’de büyük bir araştırma laboratuvarında çalışan bir arkadaşım, vaktinin %60’ının rapor yazmakla geçtiğini söylemişti. Aslında bizde de ilke olarak pek çok şeyin yazılması gereklidir. Ancak işlerin büyük bölümü aslında sözlü olarak halledilir, daha sonra formalite yerine gelsin diye yazıya dökülür. Mühendislik bölümlerinde okuyan öğrencilerin yazları bir veya iki staj yapmaları ve sonra bu stajda öğrendiklerini bir rapor olarak yazmaları mecburidir mesela. Ama yaz bitip okul açıldıktan ve staj raporlarını teslim etme tarihi geldikten sonra, herkesi bir telaş alır ve ortalıkta, geçen yıllardan kalma staj raporları uçuşmaya başlar. Staj raporu yazma şartı, başlangıçta iyi niyetli bir fikir olarak konmuştur, ama eğitimleri boyunca yazı yazmayı öğrenmemiş öğrenciler için bir angaryaya dönüşmüştür.

Yazmak öğrencilerden önce öğretmenler için bir angarya ise nasıl dönüşmesin! Yine iyi niyetli bir fikir olarak konulan bir kural, bir okulda aynı dersi veren ve dolayısıyla eğitimcilerin deyimiyle bir “zümre” oluşturan öğretmenlerin düzenli olarak toplanıp konuşmaları, eğitim kalitesini nasıl yükseltebileceklerini tartışmaları ve vardıkları sonuçları bir toplantı raporu olarak yazmalarıdır. Yine öğretmenler, her ders yılı başında yıllık plan yapmak zorundadırlar. Ama gelin görün ki, kendileri öğrenci iken yazı yazmasını öğrenmemiş öğretmenler, bu zorunlulukları birer angarya olarak görmektedirler. Ders planları bir yerden kopyalanır, aslında zümre toplantısı falan yapılmadığı halde bir öğretmen oturur ve hayali bir toplantının tutanağını yazar. Google’da “yıllık plan” ve “zümre toplantısı” diye taramalar yaptığınızda, Türkçe eğitim sitelerinin çoğunda bu plan ve raporların “hazır” olarak sunulduğunu görürsünüz. Eskiden, İnternet ve yazıcılar daha henüz memleket sathına yayılmamışken, sayfalar dolusu plan ve raporları kopya etmek bile büyük bir zahmetti. Şimdi iki tıkla indirilen dosyalara isimler ve tarih eklendikten sonra yazıcıdan çıktı alınmakta ve yazı yazmanın dayanılmaz ağırlığından böylece kurtulunmaktadır. Güzel ve anlaşılır yazmayı, kendileri yazmaktan imtina eden, yazmasını beceremeyen öğretmenler, öğrencilerine nasıl öğretecekler?

Bundan nerdeyse 20 yıl önce, Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinden birinde, mühendislik 1. sınıf öğrencilerinin laboratuvar asistanlığını yapmıştım. Bu öğrencilerin çoğu, üniversite sınavında ilk 500'e, ilk 1000'e girmişlerdi, ancak laboratuvar deneyleri için rapor yazarken büyük zorluklar yaşıyorlardı. Öğrencilere, yazmaları beklenen raporun her bölümü ayrıntılı olarak söylenmişti, hatta dikte ettirilmişti, öyle yaratıcı yazarlık yapmaları gereken bir durum yoktu ortada. Öğrencilere esneklik tanınan tek bölüm, deneyle ilgili yorumlarını, değerlendirmelerini, kişisel gözlem ve deneyimlerini yazmaları beklenen kısa bir sonuç bölümüydü. Ama yine de çok sayıda öğrenci, asistanlara gelip, “Hocam, şimdi biz bu sonuç bölümüne ne yazacağız?” diye çaresizce soruyorlardı.

Fizik, Kimya gibi üniversite birinci sınıf derslerinin laboratuvar deneylerini yapanlar bilir, sürtünme gibi hayatın gerçekleri yüzünden, ders kitaplarında anlatılan ideal sonuçlara yaklaşılır, ama hiçbir zaman bu idealler aynen görülmez. Biz asistanlar öğrencilere “Deneyde ne gördüyseniz sonuç bölümünde onu yazın.” diyorduk, ama öğrenciler akıllarını, kitaplarda öğrendikleri, hakkında binlerce test sorusu çözdükleri ideal durumdan bir türlü alamıyorlardı. Deneyde ideal sonuçları elde edemeyişlerine kafayı takıyorlardı. Bir anlamda, hayatın gerçekleriyle yüzleşmekten kaçınıyorlardı. Sonuç bölümünde, neden ideal sonuçları elde edemediklerini tartışmak zorlarına gidiyordu. Sanki ayıp bir şeydi bu. Öte yandan, kendilerini ağır ve resmi bir dil kullanmaktan alıkoyamıyorlardı. Kendi gözlemlerini açıkça yazmaktan çekiniyorlardı. 

Burada, bizim eğitim sistemimizle ilgili daha derin ve karmaşık bazı sorunların da izleri var, ama benim yazı yazmayla ilgili söylemek istediğim şu: Yazı yazmak, biz Türkleri kasan, gerginleştiren ve tuhaf bir devlet ciddiyetine büründüren bir faaliyet. Çünkü yazı, ancak “resmi” bir iş için yazılır. Yazı, gerçeğin canlı ve bireysel ifadesi değil, resmi ideolojinin soğuk ve kişiliksiz kurmacası haline gelmiştir.

Burada sözünü ettiğim öğrenciler, Türkiye’de üniversite sınavlarında en yüksek puanları alan öğrenciler arasındaydılar. Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, özel kolejler sınavlarından seçile seçile gelmiş, Türkiye’nin en iyi okullarında okumuştular. Üniversite sınavında şu kadar net yapmışlardı. Deneylerini yaptıkları konular yeni şeyler değildi, her biri bu konularla ilgili, abartısız binlerce test sorusu çözmüşlerdi. Ama iş, deney sonunda bir paragraflık bir sonuç bölümü yazmaya, kıssadan hisse çıkarmaya gelince, afallıyorlardı. Çünkü aldıkları eğitim, onlara yazmayı öğretmemişti.

Türkiye'nin önde gelen bu üniversitesindeki asistanlık tecrübemin ardından, doktora çalışması için ABD’ye gittim. ABD'deki üniversitede asistan olarak, Türkiye'deyken yaptığım işin tam olarak aynısını yaptım. Hatta laboratuvar asistanlığını yaptığım birinci sınıf dersinin ders kitabı, laboratuvar düzenekleri bile aynıydı. Türkiye'deki öğrencilerim, üniversite sınavlarında en yüksek puanları almış öğrencilerdi. ABD'deki üniversitem ise, Amerika’daki üniversite sıralamasında ilk 50'ye bile giremeyecek, "vasat" bir eyalet üniversitesiydi. Amerika'daki öğrencilerim, Türkiye'dekilerle karşılaştırıldığında, çok daha aşağı bir seviyedeydiler. Aynı deneyleri onlara da yaptırdım, aynı raporları onlara da yazdırdım. Amerikadaki öğrencilerin lise eğitiminde aldıkları Fen dersleri altyapısı daha zayıf olduğu için, başka sorunları vardı, ama en azından, raporun yorum bölümünde, deneyde ne gördüler, ne yaptılarsa yazmaktan çekinmiyorlardı.

Derken, kaderin cilvesi, teknik bir alandan sosyal bilimler alanına geçiş yaptım. Bu geçiş, mühendislik öğrencilerine laboratuvar asistanlığı yapmaktan iktisat, işletme, uluslararası İlişkiler vb "sözel" bölümlerin birinci sınıf öğrencilerine sosyal bilimlere giriş derslerinin asistanlığını yapmaya geçiş anlamına geliyordu. Bu öğrenciler, mezun olduktan sonra iş hayatlarında “söz” ve “yazı”yla çok daha fazla haşır neşir olacaklardı. Ama birinci sınıf sosyal bilimlere giriş derslerinde yazı yazma konusunda yaşadığımız sorunlar, çok daha büyüktü. Çünkü bu derste öğrencilerden, standardı belli deney raporları değil, kelli felli  “makale”ler yazmalarını bekliyorduk. Tamam kelli felli göreceli bir şeydir, 10-15 sayfalık bir makale bu öğrenciler için kelli felli sayılırdı!

Üniversite birinci sınıfta sosyal bilimlere giriş dersi için makale yazan öğrencilerin en büyük sorunu, tıpkı deney raporu yazan mühendislik öğrencilerinde olduğu gibi, yazının sonunda bir sonuca varmaktı. Öğrenciler, kütüphanedeki değişik kitaplardan, İnternet sitelerinden, sağdan soldan, çeşitli bilgileri “kes-yapıştır” yöntemiyle arka arkaya dizip sayfalar doldurabiliyorlardı. Bir firavunun hayatını uzun uzun anlatabiliyorlardı. Ama iş, bu anlatımı bir sonuca bağlamaya gelince orada tıkanıyorlardı. Çünkü, bir makalede bir tez ortaya atmayı, sonra bu tezi sağlam delillerle desteklemeyi ve bir sonuca ulaşmasını bilmiyorlardı, lisede onlara bu öğretilmemişti.

Hadi burada, asistan olarak karşıma gelen öğrencileri hırpalamaya bir son vereyim ve bir de kendi hikayemi anlatayım. Asistanı olduğum birinci sınıf öğrencilerinin akademik yazı yazmada yaşadıkları zorlukları ben de kendi akademik çalışmalarımda yaşıyordum. Türkiye şartlarında iyi bir eğitim almış, iyi okullarda okumuştum. Ama kimse bana yazmasını öğretmemişti. Aradan bunca yıl geçti, hala yazmakta zorlanıyorum.

İçlerinde benim de bulunduğum, Türkiye’nin üniversite sınavlarında başarılı olmuş öğrencilerinin yazı yazmakta ne denli zorlandıklarını anlatmaya çalıştım. Eğer eğitim sistemimiz bizlere yazma becerisini kazandıramamışsa, diğer onbinlerce öğrencinin durumunun nasıl olduğunu tahmin etmek zor değil.

Bilim ve teknolojinin ön plana çıktığı çağımızda insanları yazı yazmanın önemine inandırmak bile zor olabiliyor. ABD’deki Massachusettes Institute of Technology adlı meşhur okulun rektörü, 1920li yıllarda, üniversite birinci sınıfta, yazı yazmanın ağırlıklı yer tuttuğu İngilizce dersini almak istemeyen öğrencilere, bu dersi almaları gerektiğini, “İleride patent başvurusu yapmanız gerekecek.” diyerek anlatmaya çalışmış.

Ancak genel olarak Amerikalı ve Avrupalıların, en azından içlerindeki okumuş takımının, yazı yazmada ve kendini ifade etmede bizlerden daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden, Türkiye’de hakkında ciltler dolusu yazı yazılan, ama artık Arap saçına dönmüş sorunlar hakkında Amerikalı bir gazeteci geliyor, bir iki yıl burada kaldıktan sonra 300 sayfalık bir kitapta, bizim yıllardır türlü laf oyunlarıyla bir türlü ortaya koyamadığımız gerçekleri suratımıza çarpıyor. Ardından bizim gazete yazarlarımız, akademisyenlerimiz, Amerikalının “gerçekte ne demek istediği” hakkında yine uzun tartışmalara dalıyoruz. Şüphesiz, bugün gazete yazarı ve akademisyen olan 50li yaşlardaki insanlar, üniversite sınav sistemi mevcut halini almadan önce eğitimlerini tamamladılar, bu yüzden burada sınav sistemini suçlamak gibi bir anakronizme düşecek değilim. Ancak buradan belki şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Bizim kültürümüz, eğitim sistemimiz veya ne derseniz deyin bir şeyimiz, kendimizi yazılı veya başka bir şekilde iyi ifade etmemizi zorlaştırıyor. Ortada zaten bir zorluk var. Üniversite sınav sistemi ise, bu konunun üstüne eğilmeyi, yaşadığımız zorluğu çözmek için okullarda gayret sarfetmeyi imkansızlaştırıyor.

5 Aralık 2013 Perşembe

Dershane tartışmasına katkı -3- Öğrencilere Sınavda İşe Yaramayacak Bilgi ve Becerileri Öğretmenin İmkansızlığı

Üniversite sınavlarının eğitim sistemimize verdiği en büyük zarar, öğrencilere artık sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmenin imkansızlaşmasıdır. Oysa sınavda işe yaramadığı halde gerçek hayatta vazgeçilmez olan pek çok bilgi ve beceri bulunmaktadır. Bu sınav sisteminin baskısı altında öğrencilere, bilgi toplumunun gerektirdiği donanımların kazandırılması mümkün değildir. "Dershane tartışmasına katkı" yazı dizisinin ilk bölümünde, üniversite sınavının zararlarını sıralarken bu konuyu 7. maddede şöyle dile getirmiştim:
"7. Bütün bunlardan önemlisi, ilköğretimin ve lise eğitiminin tek amacının üniversite sınavını kazandırmak haline gelmesidir. Bunun sonucunda, öğrencilere sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmek, bir beceri kazandırmak imkansızlaşmıştır. Eğitim sistemimiz, bir konu üstünde araştırma yapma, rapor ve makale yazma, bir projeyi adım adım gerçekleştirme, ekip çalışması yürütme gibi hayati önem taşıyan pek çok beceriyi öğrencilere kazandıramamaktadır. Bunun da en önemli nedeni, üniversite sınavlarında başarılı olmak için bu becerilere ihtiyaç olmamasıdır."
Temel eğitimde ve liselerdeki eğitimin bütünüyle üniversite sınavlarına endekslenmesi sonucu okullarda öğretilemeyen beceri ve donanımlardan söz edeceğim bu bölümün ana başlıkları şöyle:
-                     Kitap Okuma
-                     Yazı Yazma
-                     Araştırma yapma (research)
-                     Sözlü sunum yapma (presentation)
-                     Kendini ifade etme
-                     Sosyal faaliyetler de dahil farklı ilgi alanları ve hobilerde derinleşme
-                     Ekip çalışması
-                     “Bilgisayar Destekli Eğitim” başta olmak üzere, “yeni” eğitim metot ve anlayışları.

Kitap Okuma

Kitap okumakla başlıyorum. Evet, kitap okumak bir beceridir ve her okur-yazar beceremez bunu. Nüfusunun %80’inin okur-yazar olduğu ileri sürülen ülkemizde çoğu kitabın ilk baskısının 1000 adetle sınırlı kalması, milletçe kitap okumayı pek sevmediğimizi gösteriyor. Bu acı durumda bize okullarda kitap okumanın öğretilmemiş olmasının da şüphesiz katkısı var.

Şu günlerde Milli Eğitim Bakanlığı, bütün lise öğrencilerinin okumaları veya en azından haklarında fikir sahibi olmaları beklenen bir “Klasik kitaplar” listesi yapmaya çalışıyor. Eğitimciler, yazarlar, akademisyenler, gazeteciler, Türkiye’de hangi kitapların, eğitimli herkes tarafından okunmuş olması gerektiğini tartışıyor, bir ortak paydada buluşmaya çalışıyorlar. Kitap okumanın faydaları tartışılmaz, hele bir ülkenin eğitimli insanlarının belli bir külliyata dayanan ortak bir entelektüel altyapıdan beslenmelerinin önemi ortada, ancak kitap okumak, eğitim açısından, kitapları sadece okumanın da ötesinde bir değer taşıyor. Başka bir deyişle, öğrencilerin kitapları okulda, eğitimin bir parçası olarak okumaları, evlerinde okumalarından çok daha önemli ve gerekli. Okulda okunan kitap aynı zamanda, üstünde araştırma yapılan, sınıfta tartışılan, hakkında değerlendirme yazısı yazılan ve sunum yapılan, üstünde durulup düşünülen bir kitaptır. Burada öğrenilenleri, bir öğrencinin evde, kendi başına kitap okuyarak öğrenmesi mümkün değildir.

İyi ama, önünde üniversite sınavı gibi yaklaştıkça büyüyen bir heyula olan bir öğrenciye nasıl kitap okutacaksınız? Öğrenci açısından bir kitabı okumak için harcanacak zamanda şu kadar test sorusu çözmek mümkündür ve öğrenci, sınavda başarılı olmak için 100,000 test sorusu çözmesi gerektiğini düşünüyorsa tercihi her zaman için test çözmekten yana olacaktır. Test çözmek karşısında kitap okumanın bir şansı yoksa, kitapla ilgili yazıları okumak, kitabın üstünde düşünmek, kitabın özetini çıkarmak, kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmak gibi faaliyetlerin hiç yoktur.

Bol kitap okumak öğrenciye zaman kaybettirip sınav başarısını kösteklediği gibi, hiç kitap okumadan üniversite sınavında başarılı olmak da pekala mümkündür. Türkiye’de taban puanı yüksek bölümlerini kazanmış pek çok kişiyi tanımış, bu bölümlerdeki pek çok öğrenciye asistanlık etmiş biri olarak bunun yakın tanığıyım.

Kitapları sınavın konusu yaparak bu sorunu çözemezsiniz. Öğrenciler kitap okumak yerine bu sefer kitaplarla ilgili test sorularını çözmeyi yeğleyeceklerdir. Bir kitabı test sorularına konu etmekle öğrencilerin kitabın içeriği hakkındaki bilgilerini ve yorumlarını ölçebilirsiniz, ama bizde şu anda ÖSS’de bu bile yapılmıyor. Eskiden, iki basamaklı sistemde, ÖYS’de, özellikle Tanzimat sonrası Batı etkisindeki Türk Edebiyatı eserleri hakkında bazı sorular olurdu, ama bu sorular, “Eylül romanında hangi konu işlenmektedir?” ve “Mai ve Siyah’ı kim yazmıştır?” gibi, cevapları ezberlenmeye müsait, ve dolayısıyla cevapları ezberlenen sorulardı. Ne var ki kitabı test sorularına konu ederek, yukarıda sözü edilen “kitap okuma becerisi”ni ölçmeniz mümkün değil.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Dershane tartışmasına bir katkı: Üniversite giriş sınavlarının eğitime zararları üzerine “içeriden” bir görüş -2-

Önceki yazıda, dershane tartışmasına ta 2004'te yazdığım bir yazıyla katılmıştım. O yazıda sıraladığım, "üniversite giriş sınavlarının zararları"ndan birincisi şöyleydi:

"1. Sınav, araç olmaktan çıkmış, sınava hazırlanmak başlı başına bir amaç haline gelmiştir. Sınavda başarılı olmak için olağanüstü emek sarfedilmekte, ama bu emeğin karşılığında, emekle orantılı bir eğitsel fayda elde edilmemektedir. Üniversite sınavları, milyonlarca gence ve ailelerine sıkıntı, gerilim, korku ve endişe dolu uzun yıllar yaşatmaktadır. Sınav, sınav öncesi hazırlığın yıllar öncesinden başlaması ve sınava iki, üç hatta dört kez üst üste  girilmesi sonucunda bütün bir gençlik çağını kapsamakta ve karartmaktadır. Sonuçta, milyonlarca öğrencinin ve bir ülkenin yılları, üniversite hazırlığı için heba olmaktadır."

Şimdi bu maddeyi açayım.

Sınav Araç Olmaktan Çıkıp Amaç Haline Gelince

 
Üniversite giriş sınavı, sadece bir araçtır, üniversiteye girmenin aracıdır. Ve üniversiteye girişte böyle bir sınav yapılmasının tek nedeni, üniversitede okumak isteyenlerin sayısının üniversitelerin kapasitesinden çok fazla olmasıdır. Eğer Türkiye, 100 üniversitesi ve 10 milyon nüfusu olan bir ülke olsaydı, bugünkü gibi bir sınava ihtiyaç duymayacaktı. Eğer Türkiye, 150 üniversitesi olan bir ülke olabilse, belki de üniversite sınavı, bugünkü gibi bir karabasan olmayacak. Ama bugün üniversite giriş sınavına her yıl 1 milyondan fazla kişi başvururken, üniversitelere 200 bin kişi ancak girebiliyor. Bu durumda, öğrenciler arasında yarış kaçınılmaz oluyor.
Üniversite giriş sınavı bugün araç olmaktan çıkmış, başlı başına bir amaç haline gelmiştir.
 
Üniversitede okumak isteyenler arasından bir bölümünü “seçmek” ve sonra bunları uygun bölümlere “yerleştirmek” için bir yarış düzenliyoruz. Yarış bir test sınavı. Sınavda yüksek puan alanlar, yarışta öne geçiyor ve istedikleri bölümlere giriyorlar.  Bütün bunları uzun uzun anlatmamın nedeni şu: Eğer, her isteyen öğrenciyi üniversiteye yerleştirebilseydik, bu sınava ihtiyacımız olmayacaktı.

Üniversite giriş sınavlarının amacı üniversiteye girmektir, değil mi? Yani, aslolan üniversitede okumaktır, sınav ise üniversite eğitimine açılan kapıdır. Öğrencilerin ilköğretimde ve lisede aldıkları eğitimin onları üniversiteye hazırlaması gerekir. Oysa bugün geldiğimiz noktada, üniversite giriş sınavları, eğitim sisteminden bağımsız bir nitelik kazanmıştır.

Eğer üniversite giriş sınavları, sınavdan birkaç ay önce sınav için özel bir çalışmaya girilerek veya lise son sınıf boyunca dersaneye gidilerek hazırlanılan ve bu şekilde girilen sınavlar olsaydı, eğitim sisteminin geri kalan bölümlerine bir zararları olmazdı. Öğrenme asıl olarak okulda gerçekleşir, öğrenciler çoktan seçmeli test sistemine alışmak için belli bir çalışma yaptıktan sonra sınava girerler ve bu dönemi atlatmış olurlardı. Ancak sınav, şu anda o kadar büyümüş durumda ki, sınava hazırlık dışında bir eğitim faaliyeti yürütmek imkansızlaşmış durumda.

Arkadaşlar, öyle böyle değil, kontrolden çıkmış bir sınav çılgınlığından söz ediyorum. Bugün eğitim sistemimizde, lise ve üniversite eğitiminin arasında fiilen bir “üniversite sınavlarına hazırlanma” eğitimi oluşmuş durumdadır. Eskiden üniversite sınavlarına hazırlanmak, çoğu öğrencinin sadece lise son sınıfta yaptığı, ilk girişinde kazanamayan öğrenciler için ikinci yıla sarktığı bir işti. Bugün, iki yıl, üç yıl, hatta dört yıl boyunca tekrar tekrar sınava giren, lise öğrenciliği kadar uzun bir süreyi “dersane öğrencisi” olarak geçiren bir öğrenci neslinden söz ediyoruz. Daha da kötüsü, sınav hazırlığı liseyi bitirdikten sonraki yıllara sarktığı gibi, lise son öncesindeki yılları da giderek artan bir şekilde kaplamaya başlamış durumda.

Bugün öğrenciler, ilköğretim 6. sınıftan itibaren dersaneye gitmeye başlıyorlar ve dersane eğitimleri, üniversiteyi kazanana kadar sürüyor. Nerden bakarsanız bakın, 5 yıllık bir hazırlıktan söz ediyoruz.
Lise son sınıfa başlayan öğrenciler, Ağustos-Eylül aylarında, dersanelerde sınav hazırlığına başlarken bu öğrencilere, “Sınava kadar 100.000 soru çözeceksiniz” diye şartlandırılıyorlar. 100 bin soru, dile kolay! Eğitsel açıdan, bir öğrencinin sınavda soru gelen ders konularını öğrenmesi için bu kadar soru çözmesine gerek yok. Bir noktadan sonra bu kadar soru çözmenin bir getirisi de yok. Sadece, yarış şeklindeki sınavlarda öne geçmeye yarıyor. Bu kadarcık bir fayda için, bütün bir neslin yıllarını dershanelerde, test soruları çözerek geçirmesi büyük bir israftır!

2 Aralık 2013 Pazartesi

Dershane tartışmasına bir katkı: Üniversite giriş sınavlarının eğitime zararları üzerine “içeriden” bir görüş -1-

Ortalık dershane tartışmasıyla toz-duman olmuş iken, nerdeyse 10 yıl önce, üniversite giriş sınavlarının yoğun olarak tartışıldığı bir dönemde yazdıklarım geldi. O dönem düşüncelerimi, "Üniversite giriş sınavlarının eğitime zararları üzerine “içeriden” bir görüş" başlığı altında yazıya dökmüştüm. Gel zaman git zaman, memleketin onyıllardır çözülemeyen pek çok meselesi gibi eğitim konusu da arkaplanda sorun olmaya devam etti, biz de hayatlarımıza, daha güncel başka krizlerle boğuşmak üzere devam ettik.

Dediğim gibi, bu yazı dizisini ta 2004 yılında, birkaç eposta grubunda yayınlamış, Milli Eğitim camiasından ulaşabildiğim sınırlı sayıda kişiyle paylaşmıştım. Bugünkü dershane tartışmasının Fethullah Gülen cemaati tarafından bir "topyekün savaş"a dönüştürüldüğü ortamda, bu yazının 10 yıllık olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Yani, başbakanın işaretiyle tek bir ağızdan "Dershaneler kapatılmalıdır!" sloganı atmaya başlayanlardan biri değilim.

İlk bölümünü şimdi yayınladığım yazı, "Bu yazının yazarı kesin kararını vermiş, dershaneler kapatılmalı diyor" şeklinde bir önyargı olmadan okunursa, asıl hedefimin dershaneler değil onları doğuran, çoktan seçmeli testlere dayanan merkezi yerleştirme sistemi olduğu görülür. "Dershaneler kapatılamaz!" diye slogan atmaktan önce sakin kafayla durup düşünmeli, başlangıçta sınav sisteminin bir sonucu oldukları halde dershanelerin nasıl olup da eğitim sistemine bu derece hakim bir konuma geldiğini sorgulamalıyız.

Dershane tartışmasını, konunun siyasi, idari ve hukuki boyutlarına girmeden, sadece "Dershanelerin eğitime katkısı nedir?" sorusu çerçevesinde yürütmek istiyorum. Bu yazı dizisi, konunun cemaat boyutunun gündeme geldiği şu son dönem tartışmalarından çok önce yazıldığı için bu anlamda bana da, ne zaman önce yazıya döktüğüm düşüncelerimi görmek için faydalı olacak.

Başlayalım öyleyse...


Üniversite giriş sınavlarının eğitime zararları üzerine “içeriden” bir görüş -1-

Her yıl, Haziran ayı gelip de üniversite sınavı ve eğitim sistemimizdeki diğer merkezi sınavların tarihleri yaklaşınca, sınav stresi altında ezilen öğrenciler ve ailelerin yaşadıkları, dersaneleri dolduran öğrencilerin okulları boşaltması ve genel olarak, her yönüyle sorunlar yumağı haline gelmiş eğitim sistemimizin hal-i pür-melali kamuoyu gündemine gelir. “Sınav sistemi değişmeli”den “merkezi sınavlar toptan kaldırılmalı”ya, “dersaneler kapatılmalı”dan “eğitimde çağdaş teknolojiye geçilmeli”ye kadar bir sürü fikir, öneri havalarda uçuşur. Gazetelerde köşe yazıları yazılır, televizyonlarda açık oturumlar düzenlenir. Ama aradan birkaç hafta geçer. Sıcakların da bastırmasıyla konu, gelecek yıl sınav sezonuna kadar tekrar buzdolabına kaldırılır. Bir yıl sonra, aynı tartışmalar, aynı kısır döngü...

Şimdiye kadar bütün bu tartışmalarda hep Milli Eğitim bakanlarını, siyasetçileri, gazetecileri, üniversite hocalarını, okul müdürlerini, dersane sahiplerini, öğretmenleri dinledik. Ama bu muhterem “zevat”ın büyük çoğunluğu, 40 yaşının üstünde, üniversite sınav sisteminin eğitim sistemimizi esir aldığı yıllardan önce üniversiteye girmiş, sınavda başarılı olma baskısını bugünün gençleri kadar derinden hissetmemiş kişiler. Tabiri caizse,  geleceklerini bir optik okuyucuya emanet etmemiş, cevap kağıdındaki kutucukları taşırmadan karalamanın heyecanını hissetmemişler.

Ben, bu sınavların çarkından geçtim. Üniversite sınavlarında başarılı olmak uğruna, Türkiye’nin en güzide liselerinden birinde okurken, son sınıfta okulumdan ayrıldım. Bundan birkaç yıl önce, yine bir üniversite sınavı arefesinde tartışmaları izlerken, sınavlar ve eğitim sistemimiz hakkında, “içeriden” biri olarak söyleyeceğim sözler olduğunu farkettim ve bu sözlerimi olabildiğince fazla kişiye duyurmanın benim için bir borç ve bir görev olduğunu anladım.

Üniversite sınavlarının zararları hakkındaki düşüncelerim, bir gözlemcinin hariçten gazel okuması değil, doğrudan kendi tecrübelerime dayanıyor. Dahası hakkında, “sınava girmiş, başarılı olamamış, şimdi de eleştiriyor” denemeyecek biriyim: Eğer sınavda yüksek puan almak başarı ise ben, 20 küsur yıl önce, o zamanki adı Öğrenci Yerleştirme Sınavı olan ikinci basamak üniversite giriş sınavında ilk 100'e girdim. Okul başarısı derseniz, ortaokulu birincilikle bitirdim. Liseyi yine merkezi sınavla öğrenci alan, üniversite giriş sınavı başarısında Türkiye'de en önde gelen bir lisede okudum. Bütün eğitim hayatım bu sınavların gölgesinde geçti.

“Ne güzel, sen başarılı olmuşsun. İyi, aferin. Sen bu sınavdan kârlı çıkmışsın. Sınav sistemi senin işine yaramış. Keşke herkes senin gibi olabilse.” diyebilirsiniz. Keşke ben de bu işten kârlı çıkmış olsaydım, ama heyhat! Merkezi sınavlar o kadar zararlı ki, bu sınavların olduğu eğitim sisteminde, benim gibi başarılı öğrenciler bile aslında iyi bir eğitim almıyor, alamıyor. Merkezi sınavlar hepimize zarar veriyor. “Keşke bütün öğrencilerimize seninki gibi iyi bir eğitim verebilsek.” diyebilirsiniz. Ben de diyorum ki üniversite sınavında dereceye girmiş olabilirim, ama aynı zamanda sınavın bir mağduruyum, çünkü bu sınavların eğitim sistemimizi tahrip etmesi yüzünden ben de iyi bir eğitim alamadım.

“Sen iyi okullarda okumuşsun. Ülkemizde onbinlerce, yüzbinlerce öğrenci, bu sınavlara defalarca giriyorlar, yine başarılı olamıyorlar. Onların halinden ne anlarsın?” da diyebilirsiniz. Benim sınavda Türkiye birincisi olmuş arkadaşlarımın yanı sıra, arka arkaya sınava girdiği halde bir yeri kazanamayan yakınlarım da oldu. Eğitim hayatımda sınıf ve okul birinciliğinin yanısıra, bütünlemeye kalmayı da yaşadım. Öğrenciliğin yanısıra, asistanlık ve okutmanlık da yaptım. Her yıl, üniversite sınavlarından taze çıkmış, çok çeşitli başarı seviyelerine sahip öğrencileri gözleme imkanı buldum. Öte yandan, bir Amerikan üniversitesinde geçirdiğim bir yıl bana, bizimkinden farklı bir eğitim sistemini yakından inceleme fırsatı verdi. Dahası, bir bilim-teknik alanında lisans derecesi aldıktan sonra sosyal bir bölümde yüksek lisans yaptım. Bu da bana sözel ve sayısal eğitimin farklı bakış açılarını görmemi sağladı. Kendimi sınavlar hakkında konuşmaya yetkin hissediyorsam, önemli bir nedeni de eğitim hayatım boyunca yaşadığım bu çok çeşitli tecrübeler.

Üniversiteye girişin merkezi bir sınav sistemine bağlanması başlangıçta, eğitimde fırsat eşitliği sağlamak ve üniversiteye girişte haksızlıkların ve adam kayırmaların önüne geçmek gibi iyi niyetli amaçlarla yapılmıştı. Bugün gelinen noktada bu merkezi yerleştirme sistemi, getirdiği yararlardan çok zarar üretmektedir. Bu sınavlar, sonuçta başarılı olsun olmasın, sınava giren bütün öğrencilere, onların ailelerine, toplumumuza ve sonuçta bütün bir ülkenin geleceğine büyük zararlar vermektedir.

Bu giriş bölümünde değinmek istediğim bir başka nokta da, sınavla ilgili tartışmalarda, sınavın kendisinden çok, sınava giren öğrenciler arasında haksız rekabete yol açan, bir grubu diğerlerinin önüne geçiren veya gerisinde bırakan katsayı tartışmalarının bu kadar büyük yer tutması. Katsayı tartışmaları eğitim sistemimizde, ilköğretimden yüksek öğretime kadar yaşanan büyük sorunların üstünü örtüyor. Öte yandan, yakından bakıldığında, bu kısır tartışma bile, asıl sorunların nasıl devasa boyutlara ulaştığını gizleyemiyor. Ortaöğretim başarı puanlarına (OÖBP) uygulanan katsayıların üstünde bu kadar gürültü koparılması, aslında lise eğitiminin temel gayesinin üniversiteye girmek olduğunu açıkça gösteriyor. Üniversitelerin bunca sorunu dururken, üniversite giriş sınavlarının, daha doğrusu, üniversite giriş sınavlarıyla ilgili bu küçük ayrıntının tartışılıyor olması, üniversitelerin gerçek kimliklerinden ne denli uzaklaştıklarını, üniversiteye girme veya kapağı atmanın, üniversiteden daha önemli bir hale geldiğini ortaya koyuyor.

Dikkat çekici olsun diye değil, durumu tespit etmek için söylüyorum: Eğitim sistemimiz tam bir çöküntü halinde bulunuyor. İyi-kötü işleyen bir sistemi iyileştirmek için sorunları belirleyip çözmek yeterli olabilir. Ancak katsayı tartışmasının gündemi tamamen işgal etmesi, eğitim sistemimizdeki sorunların çözülebilir aşamayı çoktan geride bıraktığı ve durumun tamamen umutsuz olduğu gibi oldukça karamsar bir havayı da ister istemez doğuruyor.

Üniversite giriş sınavlarının önünü arkasını, içini dışını, sağını solunu gördükçe, bu sınav sisteminin eğitim sistemimizi iyileştirmenin önünde ne büyük bir engel haline geldiklerini daha iyi anladım. Bu yazı dizisinde bu sınav sisteminin zararlarını tek tek ortaya koymaya çalışacağım. Üniversite giriş sınavlarının, eğitim sistemimizde kendisinden önceki ve sonraki kademelerdeki sorunların büyüyerek düğümlendiği bir yere dönüştüğünü ve bu sınavların artık başlı başına bir sorun kaynağı haline geldiğini ileri süreceğim.
Bugün üniversite giriş sınavları, eğitim sistemimizin temeli haline gelmiştir ve ilköğretimden liseye kadar bütün eğitim faaliyetleri sınava endeksli olarak yapılanmış durumdadır. Eğitim sistemimizde ciddi sorunların olduğu herkes tarafından kabul edildiğine göre, sistemin temelinde yer alan üniversite giriş sınavlarının sorunsuz olduğu düşünülemez. Gerçekten de bu sınavlar, bir yükseköğretim programına yerleşsin yerleşmesin bütün öğrencilerin hayatını derinden etkilemektedir ve bu hiç de olumlu bir etki değildir. Hadi şunu daha açık söyleyeyim, üniversite giriş sınavları, ülkemizin gençlerinin, bu gençlerin aileleri ve yakınlarının, dolayısıyla geleceğimizin karanlık bir kabusudur. Üniversite sınavları yüzünden eğitim sistemimiz, çok yönlü düşünebilen, analiz yapabilen, fikirlerini düzenli bir şekle sokup sunabilen, üretken mezunlar veremiyor. Temel amaç ve ölçme-değerlendirme metodu olarak bu sınav sistemini alan bir eğitim sistemi, bilgi toplumunun istediği donanımlara sahip bireyler yetiştiremez.

Bugünkü katsayı tartışması, son derece kısır bir düzlemde cereyan etmektedir. Türkiye’de hiçbir İmam-Hatip Lisesi ve Meslek Lisesi olmasaydı bile mevcut Orta Öğretim Başarı Puanı (OÖBP) uygulamasının tartışılması gerekirdi. Katsayı tartışmasının en büyük zararı, üniversite sınav sisteminin her köşesinden yayılan sorunların tartışılmasını engellemesidir. Üniversite giriş sınavları, sadece farklı liselerden mezun olan öğrencilere uygulanacak katsayılar yönüyle değil, bütün yönleriyle tartışılmalı ve sınavların zararları giderilmeye çalışılmalıdır. Mevcut sınav sistemi, geleceğimizi tehdit eder bir hal almıştır.

Üniversite giriş sınavlarının zararları

Üniversite giriş sınavlarının, sınavlara giren bireyler ve aileleri üstünde psikolojik zararları var, bu sınavlar milyonlarca gence hayatı zehir etmektedir. Sınavlar ilköğretim ve lise eğitimini her şeyden daha fazla etkilemiş durumda. Sınavların sosyal, eğitsel ve ekonomik zararları var. Aşağıda bu zararları kısaca sıralamak, sonra bunları tek tek, ayrıntılarıyla ele almak istiyorum.

1. Sınav, araç olmaktan çıkmış, sınava hazırlanmak başlı başına bir amaç haline gelmiştir. Sınavda başarılı olmak için olağanüstü emek sarfedilmekte, ama bu emeğin karşılığında, emekle orantılı bir eğitsel fayda elde edilmemektedir. Üniversite sınavları, milyonlarca gence ve ailelerine sıkıntı, gerilim, korku ve endişe dolu uzun yıllar yaşatmaktadır. Sınav, sınav öncesi hazırlığın yıllar öncesinden başlaması ve sınava iki, üç hatta dört kez üst üste  girilmesi sonucunda bütün bir gençlik çağını kapsamakta ve karartmaktadır. Sonuçta, milyonlarca öğrencinin ve bir ülkenin yılları, üniversite hazırlığı için heba olmaktadır.

2. Bu sınav sistemi, lise eğitimine paralel ve alternatif bir dersane eğitimi ortaya çıkarmıştır. Dersaneler, özel kurslar, test kitapları derken ortada muazzam paralar dönmektedir. Yapılan onca masraf karşısında son derece sınırlı bir eğitsel fayda elde edilmesi, büyük bir ekonomik zarardır.

3. Yıllar süren hazırlığın sonunda yapılan ve “tekrarı olmayan,” sadece iki saatlik bir sınavın bu denli belirleyici olması, sınav öncesi ve sırasında yaşanabilecek “kaza”ları ön plana çıkarmakta, sınavın ölçme gücünü örselemekte, ve toplumda, başarının biraz da “kader-kısmet” işi olduğuna dair inancı körüklemektedir.

4. Aslında bu sınavlar, gerçek birer sınav değil, bir yarışmadır. Bu haliyle üniversite giriş sınavları, televizyonlardaki Popstar yarışmalarından farklı değildir.

5. Yerleştirme sisteminin otomatize edilmiş olması ve buradaki mekanik işleyiş sonucunda binlerce öğrenci, aslında istemedikleri bölümlerde okumakta, aslında istemedikleri bir mesleğin sahibi olmaktadırlar. Bir yarışma olan üniversite sınavında başarının ölçüsü bir yükseköğretim programına yerleşmek olduğu için, sonuçta insanların istemedikleri bölümlere yerleştirildikleri gerçeği, sınavda başarının “şans” faktörüne de bağlı olduğu düşüncesini desteklemektedir.

6. Sınavın bir yarışma olması, hem öğrencileri hem de yükseköğretim programlarını farklı özellikleri ve bütün boyutlarıyla değerlendirmeyi engellemekte, sınav puanı ve taban puan, diğer her türlü kriteri gölgelemektedir.

7. Bütün bunlardan önemlisi, ilköğretimin ve lise eğitiminin tek amacının üniversite sınavını kazandırmak haline gelmesidir. Bunun sonucunda, öğrencilere sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmek, bir beceri kazandırmak imkansızlaşmıştır. Eğitim sistemimiz, bir konu üstünde araştırma yapma, rapor ve makale yazma, bir projeyi adım adım gerçekleştirme, ekip çalışması yürütme gibi hayati önem taşıyan pek çok beceriyi öğrencilere kazandıramamaktadır. Bunun da en önemli nedeni, üniversite sınavlarında başarılı olmak için bu becerilere ihtiyaç olmamasıdır.

(Devam edecek)