19 Şubat 2014 Çarşamba

Gülen Cemaati, Doğrular, Yalanlar...

Gülen Cemaatinin son dönemde yaptıklarını hayretler içinde izlerken, Cemaatin kendini gizleme ve olduğundan farklı gösterme konusunda hiçbir sınır tanımadığını hep beraber görüyor, izliyoruz. "Acaba bu güç sarhoşluğu, bu kumpaslar son dönemde mi ortaya çıktı?" sorusuna karşı, Gülen Cemaatinin benimsediği Hizmet metodunun en başından beri doğruları söyleme konusunda büyük sorunları olduğunu, hatta bir noktadan sonra, apaçık yalanları söylemekten kaçınmadığını ve bunun İslami bir metot olamayacağını örneklerle göstermek istiyorum.

"Cemaatin Hizmet metodu" derken, Cemaatin adam kazanmak için uyguladığı taktiklerden söz ediyorum. Cemaat için bünyesine yeni elemanlar katmak, adam kazanmak en önemli iştir. Bunu bir "iman ve Kur'an Hizmeti" ve Hz. Peygamberin mükemmelen yaptığı tebliğ vazifesinin devamı olarak görürler. Gerçekten de, İslami bir perspektiften bakınca, bir kimsenin imanına vesile olmak veya bir kimsenin işlediği günahlardan uzaklaştırıp daha iyi bir hayat sürmesine yardım etmek çok hayırlı bir iştir. Tabii bu meşru iş, gayrımeşru yollara sapmadan yapılırsa.

Cemaatin Hizmet düsturlarının başında, Bediüzzaman'ın Risale Nur'da ifade ettiği "Her söylediğin doğru olmalı ama her doğruyu söylemek doğru değil" sözü gelir. Şimdi ben size, Cemaatin ortaokul, lise veya üniversitede okuyan bir öğrenciyi bünyesine katmak için nasıl bir metot izlediğini anlatacağım. 

Cemaat jargonunda, bir kişiyi bünyeye katmak için yapılan faaliyetlerin tümüne, "filancayla ilgilenmek" denir. Diyelim bizim öğrencimiz, abiler tarafından "ilgilenmeye değer" bulunmuş. Bu öğrencinin karakteri mülayim olabilir, ailesi dindar veya en azından milliyetçi/muhafazakar olabilir veya başka bir şekilde, öğrenci hakkında, Cemaatin kendisi üstünde yürüteceği faaliyetlere olumsuz bir tavır takınmayacağı düşünülmüş olabilir. Böyle bir öğrenci için, "müspet" tabiri kullanılır. Bir öğrenciyle "ilgilenme" kararı alındıktan sonra, bu işi kimin yürüteceği belirlenmelidir. Bu öğrenciyle "ilgilenecek" kişi öncelikle onun sınıf veya okul arkadaşı olacaktır. Bir de, o arkadaşının abisi. Bu abi o arkadaşın düzenli olarak gidip geldiği dershanede kalan, öğrenci ve arkadaşından birkaç yaş büyük bir abi olabilir. Ancak ilk aşamada öğrenci bu abinin varlığından haberdar değildir. Öğrencinin arkadaşı ve abi kendi aralarında, öğrenciye nasıl yaklaşacaklarını uzun uzun konuşur, tartışırlar. Hatta bu öğrencinin durumu, daha üst seviyede, semt imamının da katıldığı istişarelerde ele alınır. Öğrencinin anne-babası, ailesinin maddi durumu, öğrencinin tuttuğu takıma varıncaya kadar hakkındaki her şey öğrenilir. 

Bu aşamada öğrenciye söylenecek "doğru" şudur: "Arkadaş biz sana kancayı attık. Seninle ilgilenme kararı aldık. Bunun için senin üstünde yoğun bir psikolojik harekat yürüteceğiz." Ama Cemaat, "her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir" düsturunca bu "doğru"yu söylemez. Peki ne yapar? Bu öğrenciyle ilgilenen arkadaşı, birden bire tüm boş vakitlerini bu öğrenciyle birlikte geçirmeye başlar. Onun en iyi arkadaşı olur. Bu sırada onu abiyle tanıştırır. Okul çıkışı abiler bizim öğrenci ve arkadaşlarının yanına gelir, onlarla maç yaparlar. Ortaokulda, lisede okuyan bir öğrenci için, üniversiteli abilerin kendilerine değer vermesi, kendileriyle maç yapması olağanüstü bir şeydir. Türkiyede pek az evde bilgisayar bulunduğu dönemde bizim öğrenci, bilgisayar oyunu oynamak veya ders çalışmak için Cemaatin dershanesine davet edilir. Öğrenci ve arkadaşları, hafta sonları pikniğe çağrılır, hatta şehir dışına düzenlenen gezilere götürülür. Dediğim gibi, bütün bunların arkasında, öğrenciye yakınlaşmak, ardından onu Cemaat bünyesine katmak gibi çok net bir amaç vardır, "doğru" budur, ama öğrenciye bu doğru hiçbir zaman söylenmez.

Öğrenciyle muhatap olan abinin gerçek hayattaki adı Erkan'dır, ama öğrenciye kendisini Fahri olarak tanıtır. Evde kalan diğer bir üniversitelinin adı Hasan'dır, ama öğrenci onu Yusuf olarak bilir. Evin abisinin adı gerçekte Onur'dur ama öğrenci onu Fatih abi olarak tanır. Bu şekilde, öğrencilerle ilgilenen binlerce Cemaat mensubu, bir kod adı alırlar. Öğrenci ileride askeri okula gider, sonra bir şekilde sorguya çekilirse, Fahri abiden, Fatih abiden, Yusuf abiden söz edecek, ancak bu kişilerin gerçek adlarını, bilmediği için ifşa da edemeyecektir. Söylenmeyen bir "doğru" daha.

Öğrenciyle yakınlaşma sağlandıktan ve öğrenci Cemaatin evine veya yurduna düzenli olarak gelip gitmeye başladıktan sonra, yavaş yavaş ona dini konular açılmaya başlanır. Bir gün öğrenci, arkadaşları ve onlarla ilgilenen bir abi otururlarken abi, "Ya arkadaşlar, geçen gün bir kitaba rastladım ve okuyunca çok etkilendim, bakın size oradan bir bölüm okuyayım" der. Sözkonusu kitap, Fethullah Gülen'in M. Abdülfettah Şahin müstearıyla veya Abdullah Aymaz'ın Safvet Senih müstearıyla yazdığı bir kitap olabilir. Aslında birkaç gün önce yapılan istişarede o bölümün ilgilenilen öğrencilere okunması kararı alınmış ve bu karar, bizim öğrenciyle ilgilenen abiye tebliğ edilmiştir, ama bu "doğru" da diğer doğrular gibi gizlenir, söylenmez. Abi, o kitabı daha önce defalarca okumuştur, kitabın müstear adlı yazarına ilgilendiği öğrenciler veya Cemaat dışındaki insanlar yanında değilken, yani Cemaat içinde arkadaşlarıyla birlikteyken "hocaefendi" demektedir, onu asrın müceddidi, hatta Hz. İsa'nın yeryüzüne inmiş hali olarak görmekte, her gece rüyasında Hz. Peygamberi gördüğüne inanmaktadır, ama öğrenciye bu "doğru"ları da söylemez.

Birkaç gün sonra öğrenciyle ilgilenen abi, birlikte kılınan bir namazdan sonra, "Ya arkadaşlar, bir arkadaşım bana bir hocaefendinin vaaz kasetini verdi, çok etkilendim. Hadi birlikte dinleyelim" der. Aslında o vaazı veren hocaefendinin herhagi bir hocaefendi olmadığını, "the hocaefendi" olduğunu bal gibi bilmektedir, ama bu "doğru"yu da öğrenciden gizler. Bir başka gün, namazdan sonra, dış kapağı kaplı bir kitaptan ağır bir Osmanlıcası olan bir metin okunur. Aslında okunan kitap, Risalei Nur Külliyatından bir kitaptır, ama öğrenci bunun da farkına varmaz.

Bu şekilde ilgilenilen bir öğrenci, birkaç ay içinde Fethullah Gülen'in yazdığı çok sayıda makaleyi okumuş, onun vaazlarını dinlemiş, Risalei Nurlardan pek çok bölümün okunduğu sohbetlerde bulunmuştur, ama ne Fethullah Gülen'i tanımaktadır, ne de Bediüzzaman Said Nursi'yi. Onun gözünde, her gün okul çıkışı gittiği Cemaat evi, üniversiteli birkaç abinin "kendi başlarına" tuttukları bir evdir. Arka planda her şeyin kontrol altında olduğu sıkı bir hiyerarşinin işlediğinden tamamen bihaberdir.

Öğrenci bu şekilde belli bir seviyeye getirildikten sonra bir gün dershanede abilerin namaz kılmadan önce takkelerinin etrafına sarık sardıklarını ve kenarları sim şeritlerle süslü cübbeler giydiklerini görür. Namazlardan sonra uzun uzun tesbihatlar yapılmaya başlanmıştır. Bu tespihatlarda Bediüzzaman ve Fethullah Gülen'e de ismen dua edilmektedir. Artık öğrenci seviye kat ettiği için ona yavaş yavaş Fethullah Gülen'in büyük keramet ve keşiflerinden, gördüğü rüyalardan bahsedilmeye başlanır. Onun bir allame-i cihan olduğu, İzmir'deyken kendisine soru soran üniversite profesörlerini hayran bırakacak ilmi cevaplar verdiği vs anlatılmaya başlanır. Cemaat, "doğru"larını yavaş yavaş öğrenciye açmaya başlamıştır. Bir süre sonra öğrenci de abilerle birlikte namaz kılarken başına sarık sarmaya, cübbe giymeye başlar, ama tabii ki bütün bunlardan dışarıda hiç kimseye, ailesine bile bahsetmez.

Öğrencimiz artık, cemaatin fişleme kategorilerine göre "üçlük" hatta "dörtlük" olmuştur. Sınıfında Cemaatin müspet gördüğü başka arkadaşlarıyla ilgilenilmeye başlanmıştır. Hatta bazı arkadaşlarını cemaat evlerine davet etmeye başlamıştır. İşte böyle, okulda aynı sınıfta okuyup da Cemaatle yakınlıkları ve Cemaatin sırlarına aşinalıkları farklı seviyelerde olan öğrenciler, zaman gelir aynı dershanede, birbirlerinden habersiz, farklı odalarda bulunabilir. Öğrencimiz, hiçbir şeyden habersiz arkadaşlarının kendisiyle aynı eve gelip gittiğini bilmektedir. Hatta okuldan sonra kendisi başında sarığı cübbesi bir odada namaz kılarken onların yan odada, Amstrad bilgisayarda oyun oynadıklarını da bilmektedir. Ertesi sabah sınıf arkadaşları ona, "Dün öğleden sonra nerdeydin? Biz bi abilerin evine gittik, bilgisayar oynadık, bize çok iyi davrandılar" dediklerinde, "Biliyorum yahu, ben de yan odadaydım" demez, olup bitenden habersiz gibi davranır. Buraya kadar anlattıklarımda bol miktarda "doğru"ları gizlem var, "doğru"ları söylememe var, ve yine bol miktarda da "her söylediğin doğru olmalı" düsturunu ihlal etme var. Nüfus cüzdanında ismi Hasan yazılı olan, anne babası tüm akrabaları kendisini Hasan diye bilen birinin Cemaate adam kazandırmak için ilgilendiği öğrencilere kendini Yusuf olarak tanıtması yalan mıdır, değil midir, siz takdir edin.

Zaman geçmiş, okullar tatil olmuştur. Abiler öğrenciye, tatilde ailesinin yanına gitmemesini, Cemaat evinde kalmasını, bu sürede kitap okuyarak, Gülen'in kasetlerini dinleyerek kendisini geliştirmesini telkin ederler. Öğrenci liseye gidiyorsa, daha 18 yaşına bile gelmemişse, ailesinden nasıl uzaklaşacak? Artık yalan söyleme vaktidir. Mesela öğrenci ailesine, "Arkadaşlarla Kütahyadaki Kızılay kampına gideceğiz" der, Ankara Dikmen'de oturan evinden çıkar, Abidinpaşa'daki cemaat evine gider. Bu arada birkaç günde bir ailesine telefon etmekte, sanki Kütahyadaki Kızılay kampındaymış gibi rol yapmaktadır. Yalanın daha da usturuplu olması için abiler öğrenciye, Kütahya resimli kartpostal yazdırırlar. O kartpostal Cemaatin Kütahyadaki elemanlarına ulaştırılır ve onlar vasıtasıyla Kütahyadan postaya verilir. Üzerinde Kütahya postanesi damgasını gören aile de çocuklarının gerçekten Kütahyada Kızılay kampında olduğunu zanneder. Ne büyük bir yalan!

Öğrenci üniversiteye gidiyorsa ondan, tüm derslerini geçtiği halde ailesine bütünlemeye kaldığı ve sınavlara hazırlanmak için memlekete gelemeyeceği yalanını söylemesi istenir. Hatta cemaatle bağı iyice güçlenen öğrencilerden, "Hizmet" adına, okudukları üniversite ve bölümleri bırakmaları ve ailelerinden habersiz başka bir şehirde, başka bir üniversitede, başka bir bölümde okumaları istenir. Aile çocuklarını Ankara Eczacılık'ta okuyor zannederken öğrenci pekala Eskişehir Anadolu Üniversitesi Matematik Öğretmenliği'nde okuyor olabilir.

İşte bu konuda, Cemaatin 1980lerdeki önemli abilerinden İbrahim Tabanca'nın hayat hikayesinden bir örnek vermek istiyorum. Manisa'da, Cemaatin efsane yurtlarından Kurşunluhan hakkında, artık aktif olmayan "Kurşunluhan Ekolü" adlı web sitesindeki bir yazıda İbrahim Tabanca'nın hayatı anlatılıyor:
https://web.archive.org/web/20090205030916/http://www.kursunluhan.org/?p=97

İbrahim Tabanca, 1976'da üniversiteye girer, çalkantılı bir dönemin ardından Cemaate bağlanır ve karizmatik kişiliğiyle pek çok kişinin sevgisini kazanır. 1986-87 gibi bir tarihte ailesiyle birlikte trafik kazasında vefat eder. Memleketi Manisa Turgutlu'da cenaze namazını bizzat Fethullah Gülen kıldırır. 

İbrahim Tabanca'nın hayat hikayesinde, bu yazının konusuyla ilişkili bölüm şu:

"İbrahim İzmir iktisat fakültesini kazanmıştı. Üniversite tahsiline başlamıştı. Hoca Efendi hazretleri onun İstanbulda hizmet etmesini istiyordu. İsmail Büyükçelebi İstanbulda bulunuyordu. İbrahim’i götürdüm İsmail hocama teslim ettim. Şehremin de Veysel Çevikkan abinin dükkanının karşısındaki ilk dershaneye yerleştirdim. İbrahim İzmir de okuyor ama İstanbulda ikamet ediyordu. İmtihan zamanına bir ay kala geliyor. Derslerine çalışıp imtihanlara giriyordu. Bu durumu annem ve babam bilmiyordu. Onlar onun İzmirde dershanade kaldığını zannediyorlardı."

Görüyorsunuz, dindar ve Cemaate yakın bir ailesi olmasına rağmen İbrahim Tabanca bile ailesine doğruyu söylemiyor. Ailesi onun İzmir'de olduğunu zannederken o İstanbul'da ikamet ediyor. Cemaatin metotları yıllar boyunca değişmeden intikal ediyor. 70lerde nasılsa 80lerde 90larda ve 2000lerde de aynı metotların yeni nesiller üstünde uygulandığını görüyoruz.

Öğrenci tatilinin büyük bölümünü Cemaat evinde, ailesinden uzakta geçirmiştir, ama insan ailesinden, anne-babası, kardeşleri, akrabalarından ne kadar kaçarsa kaçsın, özellikle uzun yaz tatillerinde kısa bir süre de olsa memleketine gitmek zorundadır. Cemaat bu sürede bile öğrenciyi yalnız bırakmaz. Abisi öğrenciyi yazın memleketinde ziyaret eder. Bu ziyarete de bir "geçiyordum, uğradım" süsü verilir, ama bu doğru değildir. Abi, sadece öğrencileri ziyaret maksadıyla yola çıkmış, Anadoluda bir o şehre bir bu şehre gitmiş, ilgilendiği öğrencileri tatilde yoklamıştır.

Daha askeri okullarda, polis okullarında ve diğer devletin hassas kurumlarında bulunan Cemaat mensuplarının, kendilerini gizlemek için ne yalanlar söylediklerine hiç girmedim. Sınırlı bir çerçevede, askeriyeye veya Emniyete sızmak için yetiştirilen üç-beş elemana uygulanan özel bir eğitimden değil, onyıllar boyunca binlerce, onbinlerce kişiye rutin olarak uygulanan bir Hizmet metodundan söz ediyorum. Önce doğruları söylemeyerek başlayan, sonra doğruların hafif esnetilerek veya çarpıtılarak ifade edildiği, doğru olmayan şeylerin ima edildiği ve nihayetinde, düpedüz yalanların fütursuzca söylendiği, yalanların içselleştirildiği bir sistem bu.

Cemaat mensupları, tedbir konusunda öyle aşırıya giderler ki, aileleri, okul ve iş arkadaşları, onların siyasi, sosyal ve dini konularda ne düşündüklerini çoğu zaman bilmezler. Kemalist ve ulusalcıların yoğun olarak bulunduğu bir işyerinde çalışan bir cemaat mensubu, aslında içinden Atatürk hakkında hiç de iyi şeyler geçirmediği halde, tedbir için Atatürk'ün ne büyük bir dahi olduğundan bahsebilir, Atatürk'ü eleştiren İslamcılara ateş püskürebilir. O cemaat mensubunun iş arkadaşları, onun aslında beş vakit namaz kıldığını hiçbir zaman bilmezler, çünkü iş yerinde namazlarını ima ile, gizlice kılmaktadır. Askeriyede, Emniyette, yargıda veya üniversitedeki cemaat mensupları, mesela Amerika'nın terörizme karşı savaşından İsrail'in Filistinlilere yaptığı zulümlere, Mavi Marmara saldırısına, 28 Şubat döneminde İslami kesime yönelik baskı ve zulüm politikalarına içten içe karşı olmalarına rağmen, "dinci", "şeriatçı" veya "AKP yandaşı" olarak yaftalanma endişesiyle böylesi konularda hiçbir zaman görüş bildirmez, her zaman kendilerini kamufle etmeye çalışırlar. Elbette böylesi bir iki yüzlü, şizofrenik hayat, zaman içinde insanların psikolojilerinde, karakterlerinde, olumsuz izler bırakacaktır.

Peki, "Madem cemaatin Hizmet metodunun bu kadar sakat olduğunu biliyordun, neden bunca süre Cemaate olumlu yaklaştın?" diye sorulabilir. Kendi hesabıma, uzun yıllar önce, Cemaatin adam kazanmak için kullandığı metodu ve genel olarak tedbir adı altında takiyye yapmalarını İslam anlayışımla bağdaştıramadım ve bu yapıdan uzaklaştım. Ama, özel olarak da bir husumet gütmedim. Bence yanlış yoldaydılar, bence içine kapalı dünyaları "anormal" bir dünyaydı ve mutlaka, en kısa süre içinde normalleşmeleri gerekiyordu. Bu konuda, 2000lerin başında yazdığım bir yazıyı "Camia, Cemaat derken Gülen Cemaati Neden Toplumsallaşamadı?" başlığıyla blogda daha önce yayınlamıştım. Ama, açıkça söyleyeyim ki, Emniyette, yargıda kamu görevi yapan Cemaat mensuplarının, bu görevleri esnasında yalan söyleyeceklerini, sahtecilik yapacaklarını, insanlara tuzak kuracaklarını hiç düşünmemiştim. Hanefi Avcı, 17 Aralık'tan sonra verdiği bir mülakatta şöyle demişti:
"Ben yaşamasam inanmazdım devletin kendi insanını sahte delil yaratarak suçlayacağına... Göstermek lazım, karşımızda görevini yapmaya çalışan bir polis-yargı düzeni yok. Hukuku tanımayan, ülkeyi ve devleti nereye getireceğini göremeyen, devleti devlet olmaktan çıkaran, devlete, yargıya-polise güveni yok eden bir çalışma biçimi ve yapı var."

Ben de aynen Hanefi Avcı gibi düşünüyorum. Benim tanıdığım, tedbir adı altında açıkça yalan söylemekten çekinmeyen cemaat mensupları, bunu son tahlilde "hayırlı" bir iş için, "tebliğ" amacıyla yapıyorlar, en azından böyle yaptıklarını düşünüyorlardı. Söyledikleri yalanlar, kendileriyle ilgiliydi. Kimseye iftira attıklarını, sahte belge ve evrak tanzim ettiklerini görmemiştim. Evet, 80lerde, 90larda, özellikle askeri okullara giriş sınavlarında kendi talebelerine sınav sorularını önceden verdiklerini biliyordum, ama doğrusu, Ak Parti'nin iktidara gelişinin ardından bu sahtekarlıkları düzenli bir şekilde sürdüreceklerini hiç düşünmemiştim.

Lise yıllarında Cemaatle tanışmış, üniversiteye başladığında arkadaşlarını Cemaate katmak için, yukarıda anlattığım Hizmet metodunu uygulamış, sonra bu yalan dünyasından bunalarak Cemaatten ayrılmış bir arkadaşım yıllar sonra, üniversitede bir arkadaşını Cemaate kazandırmak için ona karşı yukarıdaki taktikleri nasıl kullandığını şöyle anlatıyordu:

"Lisedeyken ilgi duyduğum bir başka şey de Fethullah Hoca cemaati idi. O zamanlar (yani saf ve bakir bir Anadolu delikanlısı iken) bu cemaati kendimin keşfettiğimi ve bu sayede de hayatın gerçeğine ulaştığımı ... düşünüyordum. Halbuki birkaç yıl sonra anlayacaktım ki aslında ben bir gerçeği keşfetmemiştim, tam tersine uzun bir geçmişe sahip olan bir akımın bilinçli ve programlı propagandasına maruz kalmaktaydım. Şevket'in deyimi ile bir "toplum mühendisliği" projesinin objesi idim.
"Bunun ne zaman farkına vardın diye sorarsanız üniversite yıllarında bir istişare sonucunda ...'e kancayı atma görevi bana verildiğinde fark ettim. Diğer bir arkadaşa ve bana üniversite imamı tarafından ...'i "hizmete kazandırma" görevi verilmişti.
"Halbuki ... öyle bir gerçek falan aramıyordu. Kendi halinde okula gidip geliyor ve derslerine çalışıyordu.
"Bizim görevimiz önce onu bir gerçeği araması gerektiğine daha sonra da o gerçeğin bizde olduğuna ikna etmekti.
"Herkesin bildiği taktikleri kullanarak önce ...'le arkadaş olduk, yemeklere çağırdık. ... Tabii ki bu arada ... kıvama geldikçe de ona kırmızı kaplı kitaplardan okumaya başladık.
"Bu aşamada ben, kendimin de cemaate bu şekilde bir programlı çaba sonucunda girmiş olduğumu, bir zamanlar yapılmış olan bir istişare sonucunda bana da "yaklaşıldığını" kavradım.
"Bu bende büyük bir hayal kırıklığı ve öfke yarattı. ...'nin de benzer şeyler hissettiğini tahmin ediyorum.
"Sevgili ..., bu anlattıklarımı bildiğini biliyorum. Zaten bunları artık bütün Türkiye, bütün analar, babalar biliyor. Ama gene de ben senden özür dilemek istiyorum. Lütfen beni affet, ben de çok gençtim."

Gülen Cemaati, hepimizden, bütün Türkiye'den özür dilemeli. Hepimizi kandırdılar, aldattılar.  

4 Ocak 2014 Cumartesi

Camia, Cemaat derken, Gülen Cemaati Neden Toplumsallaşamadı?

Aşağıdaki yazıyı bundan 13 yıl önce, Şubat 2001'de, Es'ad Coşan hocaefendinin Avustralya'da şüpheli bir şekilde vefatının ardından defnedilmesinin hemen sonrasında kaleme almışım. Gülen Cemaati'ni 1980lerin ortalarından beri takip eden biri olarak, bu yazıyı yazdığımda artık bu cemaatin, Türkiye'deki diğer İslami gruplar, cemaatler ve tarikatlar gibi, dışa açılması, bir anlamda "normalleşme"si gerektiğini düşünüyordum. Ben bu yazıyı yazdıktan bir buçuk yıl sonra Ak Parti iktidara geldi ve Türkiye'de normalleşme adına önemli adımlar atıldı. Ancak son dönemde yaşadıklarımız, Gülen Cemaati'nin hala içine kapalı ve tedbirci yapısını devam ettirdiğini gösteriyor.

Bu blogda geçenlerde yayınladığım "Fethullah Gülen bir simulacrum mudur?" başlıklı yazıda, Fethullah Gülen figürü üzerinden, cemaatin içinde bulunduğu garip durumu ele almıştım. Bir taraftan Gülen figürünün kendisi, gerçeküstü veya gerçek ötesi, post-modern bir durum arzederken diğer taraftan da "Cemaat" olgusu, bir türlü isimlendirilemeyen, tanımlanamayan bir mahiyet arzediyor. Son 5-6 yılda, Gülen Cemaati'nin "Cemaat nedir?" sorusuna vermeye çalıştığı cevaplara, kendilerini nasıl isimlendirmeye çalıştıklarına bir bakalım. Batı'da çeşitli akademik konferanslarla kendilerini tanıtırken, "Gülen Hareketi" (Gülen Movement) ismini kullandılar. Hareket kelimesinin verdiği aksiyoner hava aynı zamanda "Gönüllüler Hareketi" tanımlamasıyla karşımıza çıktı. Bu dönemde cemaat, kendisini bir "sivil toplum kuruluşu" olarak lanse ediyor, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı üzerinden resmiyet kazanmaya çalışıyordu. Derken, 7 Şubat krizi zamanlarında, cemaat içinde eskiden beri kullanılan ama dışarıya pek yansımayan, ta Risale-i Nurlarda geçen "İman ve Kur'an Hizmeti" tabirinden kısaltmayla "Hizmet" ismini sirkülasyona soktular. Nihayet Ekrem Dumanlı'nın icat ettiği "Camia" sözünü görüyoruz. Camia kelimesi günümüz Türkçesinde, futbol kulübü taraftarları topluluğu veya büyük şehirlerdeki hemşehri toplulukları gibi, fazla hiyerarşik olmayan, bireylerin gönül bağlarıyla bağlı olduğu toplulukları ifade etmek için kullanılır. Gülen Cemaati örneğinde ise Camia ifadesiyle, cemaatin katı hiyerarşik yapısının perdelenmek istendiğini düşünebiliriz. Bir de, Gülen'in ABD'de olması ve cemaatin sosyal medyadaki hızlı silahşörleri olan Zaman ve Today's Zaman yazarlarının yurtdışı bağlantılı oldukları ithamından hareketle, Nazlı Ilıcak'a yazdırılan kitabın başlığında yer alan "The Cemaat" ifadesi var.

Sonuçta şu noktadayız. Karşımızda, Cemaat, Camia, Hizmet, Gülen Hareketi gibi isimlerle anılan, ancak anıldığı isimlerin sayısı arttıkça ne idüğü giderek müphemleşen bir yapı var. İşte bu atmosferde, benim ta 2001'de yaptığım aşağıdaki tespitlerin daha da önemli olduğunu düşünüyorum.


Cemaat safları geniş tutmayalım, avluya taşmak yasak!

Esad Coşan hocaefendinin vefatı, cenazesinin Türkiye'ye getirilmesi, Fatih
Camisi'nde cenaze namazının kılınması ve defnedilmesi süreci, "tarikatler"
konusunun birkaç günlüğüne de olsa yeniden gündeme yerleşmesine yol açtı.
"Esad Coşan merhum, vefatıyla gündem oluşturdu" denebilir, veya "Bu defa
düğmeye ilahi emrin tecellisi bastı" denebilir. Ama geçtiğimiz Pazar Esad
Coşan hocanın vefat ettiği haberinin Türkiye'ye ulaşmasından sonra bir hafta
boyunca olayların gelişmesinde rol oynayan önemli "aktörler" vardı. Bu bir
hafta boyunca neler olabileceği, önce Esad Coşan'ın ailesine ve cemaatine
bağlıydı; bence Esad hoca ve damadının defin yeri konusunda farklı bir tavır
sergileyerek aleyhteki medya kampanyasını pekala bertaraf edebilirlerdi.

Medya'nın bu vefatı değerlendirme şekli de belirleyici bir faktördü; onlar
tam da kendilerinden bekleneni yaptılar. Raflardan hafif tozlanmış
"tarikat-siyaset-ticaret" dosyalarını indirdiler, Türkiye'deki tarikatleri
ve kollarını gösteren semaları yeniden hatırladılar. Televizyonlarda
tartışmalar, açık oturumlar yapıldı. Kimin ne söyleyeceğinin belli olduğu
programlardı bunlar. Herkesin bir atımlık kursunu vardı, ve zaten herkes
kurşununu atalı yıllar olmuştu. Herşeyden önce 1997 öncesi irtica söylemleri
bugüne uymuyordu. Eskiden "İmam-Hatiplerin sayısı hızla artıyor" denirdi, şimdi
İmam-Hatip mi kalmıştı geride! Eskiden "tarikat-siyaset" ilişkisinden söz
edilirdi. Şimdi "tarikat şeyhlerinin önünde oy dilenen" partiler barajı geçemez
olmuştu. Eskiden MSP çizgisinin kuruluşunda M. Zahid Kotku'nun etkisinden söz
edilirdi. Ama şimdi Esad Coşan vefat etmişti. Esad Coşan Erbakan'a ve dinin
siyasallaştırılmasına karşı çıkmamış mıydı? Başbakanlık Konutu'nda tarikat
şeyhlerine yemek verilmesini de gündeme getirmek zordu, çünkü Esad Coşan o
yemeğe de katılmamıştı! Anlayacağınız bu sefer çetin cevize çatmıştı medya.
Karşılarında ne bir Hasan Mezarcı vardı, ne bir Ali Kalkancı, ne Şevki Yılmaz.

Önce Esad Coşan'ın geride bıraktığı ailesine ve cemaatine bakalım. Şüphesiz
cenazelerin nereye defnedileceklerine ben değil Coşan ailesi karar
verecektir. Onların cenazeleri Türkiye'ye getirme kararlarına saygı
göstermek zorundayım. Ama bu kararda, Coşan'ın Türkiye'deki sevenlerinin
yoğun -hatta bencil- hisleri de rol oynamış olmalıdır. Uzaktan gördüğüm,
cemaatin "hocamızın dirisine sahip çıkamadık, bari oluşüne sahip çıkalım" dediğidir.

Ben Esad Hoca'yı Avustralya'ya götüren gücün, Eyyub
el-Ensari'yi İstanbul'a, Sarı Saltuk'u Balkanlara, İbn Abbas'ın oğlunu
Semerkand'a düşüren güç olduğuna inanıyorum. Uzun sayılacak bir kararsızlık
evresinin ardından cenazelerin Türkiye'de defnedilmesine karar verildi,
amenna, ama Süleymaniye haziresine defin isteğinin bazı çevrelerde büyük bir
infiale yolaçacağı belli değil miydi? 1980'de Mehmed Zahid Kotku efendinin,
sonra Özal'ın annesinin Süleymaniye'ye defnedilmesinin, irtica
kampanyalarında ne büyük bir propaganda malzemesi yapıldığı unutulmuşsa
bile, Yusuf Bozkurt Özal'ın daha haftalar önce vefatından sonra aynı
konuların yeniden servise konduğu da mı hatırlanmamıştı?

Esad Coşan hocanın vefatı, Türkiye'deki İslami hareketlerin tarihinde bir
devrin çoktan sona ermiş olduğunun en açık göstergesidir. Bu olay, dini
kesimlere kendi içine kapalı "cemaat devri"nin bittiğini, dışa açık "cemiyet
devri"ne geçmeleri gerektiğini hatırlatırken, Türkiye
gözlemcilerine -özellikle medyaya- "dinin siyasallaşması süreci", "siyasal
İslam", "fundamentalizm", "Yeşil Kuşak" gibi hemen hepsi Batı'dan ithal
kavramların günümüz Türkiyesi'ni anlamakta yetersiz kalacağını düşündürmesi
beklenirdi. 85'ten sonra İskenderpaşa cemaatinin çıkardığı İslam dergisi,
İslami camianın "ana damar" ya da "establishment" olarak tanımlanabilecek
büyük cemaatlerinin ağırlık merkezini oluşturuyordu. Dergide Esad Coşan
hocanın Halil Necatioğlu imzasıyla kaleme aldığı başyazılar ise sadece
cemaatin değil geniş çerçevede bütün İslami kesimlerin sözcülüğünü
yapıyordu.

Esad Coşan'ın Türkiye'den ayrılmasında konjonktürün etkili olmuş gibi
göründüğünden, ama bunda cemaatinin iç dinamiklerinin de rol oynamış
olduğundan sözetmiştim. Nitekim vefatından sonra yaşananlar bana, geride
bıraktığı cemaatin, istikametini kaybetmiş, dağılmış ve parçalanmış olduğunu
bir daha gösterdi. Ancak unutmayalım ki, köklü bir geleneğe dayanan bir
topluluktan söz ediyoruz, on yıl önce moda olmuş bir türedi akımdan değil.
Burada, "süreklilik ve değişme" üstüne çıkarılacak çok dersler var,
özellikle de içinde olsun olmasın, Fethullah Gülen cemaatini izleyen
arkadaşlar için. Her ne kadar Risale-i Nur çizgisinde de olsa, bugünkü
haliyle cemaatin temelinde Fethullah Hoca var ve -Allah gecinden versin- her
insan gibi o da ölümlüdür. Soldan sağa Türkiye'deki toplumsal hareketler
konusunda engin bilgisi olan bir tanıdığım geçenlerde, Gülen cemaati için
"Onlar henüz iç çekişmeyle, bölünme ve parçalanmayla denenmediler. Dünya
malı, para-pul aralarına bi girsin, vay onların haline" demişti. Gerçekten
de bir topluluğu çökertmenin en etkili yolu, içine nifak salmak, üyelerini
birbirine düşürmektir. Bunların olmasını istediğim için yazmıyorum, sadece
Hz. Peygamberin sahabelerinin bile basına gelenleri hatırlatmak istiyorum.

Bence Türkiye'deki İslami hareketlerin "cemaat" devri 1990ların ortalarında
bitti. O zamana kadar cemaatler kendi küçük dünyalarında yaşayıp
gidiyorlardı. Onları bilen bilirdi, bilmeyen de zaten merak etmezdi. Ama
1980lerdeki büyüme sonucunda artık "mızrak çuvala sığmaz oldu," cemaatler
kabuklarını kırmak zorunda kaldılar. "Cemaat" devrinin bitmesiyle
Türkiye'deki İslami hareketlerin -ve Türkiye'nin- gerilemesinin paralel
gitmesi ise basit bir tesadüf olamaz.

Bu gelişmeyi 1993-94'te ilk farkedenlerin başında Fethullah Gülen gelir. O
zamana kadar Fethullah Hoca zaman zaman ismi haberlerde geçse de, gazete
okuyup TV seyreden ortalama bir Türk'ün tanımadığı biriydi. Vesikalık bir
fotoğrafı bile gazetelerde yayınlanmamıştı, bunu en önce kendisi
istemiyordu. Cumhuriyet muhabirleri vaaz verirken resmini çekebilmek için
çarşaflı kadın kılığına girmeyi bile denemişler ancak başaramamışlardı. Hal
böyleyken bir anda Sabah, Milliyet gibi gazetelere ses getiren röportajlar
verdi, özel televizyonlarda konuştu. Şöhretli köşe yazarları kendisinden
"Sayın Fethullah Gülen" diye söz eder oldular. Fethullah Hoca, bu tanıtım
atağıyla sadece kendi cemaati içindekileri değil herkesi şaşırttı.
Hazırlanışı ve sahneye konusu itibariyle kusursuz olan bu radikal politika
değişikliği, Fethullah Gülen'in değişen Türkiye'yi nasıl mükemmel okuduğunun
en bariz örneğidir.

"Cemaat" devrinin bittiği ve "cemiyet" devrine geçilmesi gerektiği sözlerimi
açmam gerekiyor. Burada engin sosyolojik tahlillere girişecek değilim, zaten
bunun için gerekli donanımım da yok. Çok daha genel bir olayın Türkiye
özelindeki bir uygulamasından bahsettiğimin farkındayım. Zorunlu olarak
yazdıklarım, uzun bir zaman dilimine yayılmış birbirinden kopuk
gözlemlerimin el yordamı bir derlemesi olacaktır. Gönül isterdi ki ülkemizde
bu konuyla ilgili onlarca, yüzlerce master-doktora tezleri yapılsın,
kitaplar yazılsın, filmler çekilsin. Ama ne yazık ki sistemli çalışmalar
bize lüks geliyor, böyle köşe yazısı formunda attırıp tutturmalarla idare
etmek zorunda kalıyoruz.

Cemaat bir alt-kültürdür, içine kapalıdır, yarı-gizlidir. Cemaat ne kadar
küçük olduğunun ve dışındaki dünyanın ne kadar büyük olduğunun her zaman
farkındadır. Dağılmadan varlığını sürdürebilmesi için kendi merkezi
etrafında dönmek ve bir çekim kuvveti oluşturmak zorundadır. Bunun en kolay
yolu ise taassuptan geçer. "Biz iyiyiz ve bizim dışımızdaki her şey kötüdür"
diyen insanlar ne kadar az olurlarsa olsunlar, birbirilerine kenetlenirler.
Bunlar tabii ki sadece İslami cemaatler için değil, sol fraksiyonlar,
çevreci gruplar ve her türlü marjinal örgütlenme için de geçerli olan genel
geçer yargılar. Siz de tanıma imkanı bulduğunuz grupların bu
karakteristikleri taşıyıp taşımadıklarını gözleyebilirsiniz.

Başkaları tarafından ciddiye alınmayacak kadar küçük bir topluluktur cemaat.
Tek hücreli bir canlı gibi cemaatin etrafına bir duvar çekmesi ve girip
çıkanı kontrol altında tutması gerekir. Cemaat üyeleri, kendilerini
"dışarıdakiler"den ayırt etmek zorunda görürler. Gündelik hayatın
sıradanlığını bozan birkaç küçük ama sembolik değeri büyük farklılık cemaat
üyelerinin "kimlik" kazanmaları için en kolay yoldur. 1980 öncesi sol-sağ
çatışması döneminde erkeklerin bıyıkları ayırt edici semboller haline
gelmişti. Bir başka örnek dildeki farklılaşmalar. Türkiye'de bir insanın
siyasi görüşünü kullandığı kelimelerden anlayabilirsiniz.

İslami cemaatlerin farklı kimliklerini ortaya koydukları en çarpıcı
sahaların başında ise namazın rükünleri gelir. Bir müslümanın hangi
mezhepten, hatta hangi cemaatten olduğunu anlamanın kolay bir yolu, namaz
kılışının detaylarına bakmaktır. Bazıları tahiyyat sırasında "La ilahe
illallah" okunurken sağ basparmaklarını kaldırır, başkaları dua ederken
avuçlarını -Allah'ın rahmeti dökülmesin diye- birleştirir, kimileri kıyamda
ayaklarını yanındakinin ayaklarına değecek kadar açar, diğerleri farzdan
sonra Salaten Tuncina okur ve afet kelimesi geçince avuç içlerini yere
çevirir, bir kısmı takkesiz namaz kılmayı düşünemezken bazısı namaz sonunda
tesbihatı tespihle kesinlikle yapmaz, parmaklarını kullanır... Bu
farklılıkların hiçbiri namazın farz rükünlerinde değildir, ve illa ki bu
insanlara bakan herkes onların aynı namazı kıldıklarını bilir, ama müstehab
ve mendub rükünlerdeki farklılaşmalar birer kimlik haline dönüşür. Çarpıcı
olan nokta, bunun sadece günümüz Türkiyesi'nde değil İslam Dünyası'nda
farklı zaman ve mekanlarda tekrar tekrar karşımıza çıkmasıdır.

80lerdeki cemaatlerin pek çok özelliği, mesela içlerine kapalı olmaları,
otokratik hiyerarşileri, taassupları, kendilerini doğuran devrin özel
şartlarının bir sonucu, hatta dayatmasıydı. Ama yine de o halleriyle birer
"anomalı" idiler. Varlıklarını sürdürmek için dünyayı "biz ve ötekiler" diye
ikiye ayıran sınırı sürekli gergin tutmaları gerekiyordu. Bu sağlıksız ve
tehlikeli bir durumdur. Ve aslında Türkiye'nin kimlik bunalımıyla yakından
ilişkilidir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen sürenin kahır ekseriyeti
"örfi idare", "sıkıyönetim" ve "olağanüstü hal" altında geçmiş, bir türlü "hayat
normale dönememiş." Cemaatler de sonuçta bu olağanüstü dönemin ürünleriydi.

"Cemaat"ten "cemiyet"e geçişi bir normalleşme süreci olarak ortaya koyuyorum.
Cemaat kendi kabuğunu kırdıkça dışındaki "cemiyet"in farkına varır, bir taraftan
da kendi içinde "cemiyet" hayatının normlarını benimsemektedir. "Cemaat" kendi
dışındaki "cemiyet"i tehdit olarak görmekten uzaklaşır, "cemiyet" de "cemaat"in
aslında kendi içinden bir parça olduğunun farkına varır. Cemaat hiyerarşisi
gevşer; fertlerin hareket sahası artar. Cemaatin mensupları üstündeki kontrolünü
kaybetmesi kaçınılmazdır. Böylece cemaat artık üstünden kalkılamaz hale gelen
organizasyon yükünden kurtulur ve rahatlar.

Bu sürecin başlangıcı 90ların başına kadar çekilebilir. Öte yandan, 28 Şubat
süreci İslami cemaatlerin kendileriyle hesaplaşmalarına önemli bir ivme
kazandırmıştır. Prof. Dr. Mehmet Aydın bu düşünceleri seslendirmekten
çekinmiyor, "28 Şubat sürecinin pek çok tahribatı olmuştur. Ancak ilginç bir
şekilde 28 Şubat süreci, İslami cemaatleri iç kritiklerini yapmaya zorlamıştır.
Siz dışarıya karşı demokrasiden, özgürlüklerden, çoğulculuktan söz edeceksiniz,
sonra kendi içinizde abinin, şeyhin, hocanın sözlerini tartışılmaz kılacaksınız.
Açıkça söyleyebilirim ki, 28 Şubat sürecinden sonra İslami hareketler
demokratikleşmeyi öğrendiler. Artık bireye çok daha geniş bir özgürlük alanı
tanıyorlar" anlamına gelen sözler ediyor. Mehmet Aydın'ın katıldığı çeşitli TV
programlarında bu konuda söylediklerini yazılı olarak "İçe Dönük Kritik" adli
kitabında bulabilirsiniz.

Türkiye içinden geçmeyi bir türlü bitiremediği "olağanüstü dönem"den çıktıkça
İslami gruplar o ölçüde normalleşecekler.

3 Ocak 2014 Cuma

Musa Bekuf da kim ola?

Gülen cemaatinin son operasyonları vesilesiyle şu günlerde Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzamanın talebeleri "abiler" ve çeşitli Nur cemaatleri bolca bahis mevzuu ediliyor. Risale-i Nurları okumaya çalışan pek çok kişi, ağır ağdalı diline takılır. Hatta yine son dönemde çokça tartışılan "Risaleleri sadeleştirme" çalışmaları da Bediüzzaman'ın dili ve üslubunun, onun Risalelerde ifade ettiği fikirleri ile bugünün okuru arasında bir engel haline geldiği kabulünden yola çıkmıştır.  Ne var ki, acizane Osmanlı tarihiyle uğraşan biri olarak farkettim ki, Risalelerin anlaşılmasında belki dilden de önemli engel, Risalelerin nasıl bir tarihsel süreç içinde yazıldıklarının yeterince hesaba katılmamasıdır. Gerçi Bediüzzaman'ın hayatını anlatan Tarihçe-i Hayat, Risale-i Nur Külliyatı'nın önemli eserleri arasında yer alır ve her Nur talebesi, Bediüzzaman'ın hayatını dikkatle okur, ama ben yine de, özellikle Bediüzzaman'ın İkinci Meşrutiyet dönemi fikirleri ve yaşadıkları üstünde yeterince düşünülmediği fikrindeyim. Said Nursi'nin Hürriyet, istibdat, Kanun-ı Esasi, şura, Meclis gibi siyasi kavramların İslamileştirilmesi yönündeki katkıları ve düşünceleri, Volkan dergisi yazıları, 31 Mart vakasıyla ilgisi ve sonrasında yargılandığı Divan-ı Harbi-i Örfi'deki savunması, hem onun Türkiye'de İslamcılık düşüncesine yaptığı katkılar olarak önemlidir hem de "Eski Said"in siyasete ve topluma açık fikirleriyle  cumhuriyet döneminde sürgünlerde, hapislerde, mahkemelerde geçen "Yeni Said"in bütün gücünü Risalelere hasretmesi arasındaki farkı görebilmek, yani Risaleleri anlayabilmek için gereklidir.

İşte bu düşüncelerle, bundan 7-8 yıl evvel katıldığım bir Risale dersinde dikkatimi çeken bir noktayı vurgulamak istiyorum. O ders esnasında, sayfaları karıştırırken aşağıdaki satırlar gözüme ilişti. Kendi kendime hemen sordum:

"Acaba Musa Bekuf da kim ola?" diye.

--------------------------

Mustafa Sabri ile Musa Bekuf'un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: "Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor." Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf'e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu'cizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır. Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhâlefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zâhiri dalâlet ifade ediyor fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazen kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnete taassub cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş. Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhâlefet eden mes'elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor.
Kâle Muhyiddin: Tahrumu mütalaati kütübina ala men leyse minna
yâni: "Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarargörür." Evet bu zamanda Muhyiddin'in kitabları, hususan vahdet-ül vücudadair mes'elelerini okumak, zararlıdır.

--------------------------

Osmanlı tarihiyle uğraşan biri olarak, eski yazı Türkçe metinlerin Latin harflerine
çevrilmeleri sırasında yapılmış çok çeşitli hatalar gördüm, okudum. "Gemi"yi
"kemha" diye okuyup, metni "Tuna nehri üstünde gidip gelen kemhalar" diye
anlayan ve bunun üzerine, Osmanlılarla Habsburglar arasında canlı bir
tekstil ticareti olduğu sonucunu çıkaran tarihçiler mi istersiniz,
Geyve'deki bir mahalle adını "Babailer" yerine "Babaylar" diye okuyup
Babailer isyanından sonra Anadolu'nun dört bir tarafına dağılan Babai
dervişlerinin izlerini kaybeden tarihçiler mi istersiniz, "Tarih-i Cevdet"i
"Tarih-i Cudat", "Levendat taifesi"ni "Londat taifesi" diye okuyanlar mı
istersiniz...

Burada da, "Bigiyef" olmuş "Bekuf." Musa Bekuf bir Sarı Çizmeli Mehmed Ağa,
ama Musa Bigiyef deyince, yazarın Cedidçilik veya Tecdidçilik hareketinin
önde gelen isimlerinden İslamcı, Kazan Tatarlarından Musa Carullah
Bigiyef'ten söz ettiği anlaşılıyor. Nitekim google'a Musa Bekuf girince bir
şey bulamıyorsunuz, ama Musa Bigiyef deyince karşınıza bir sürü bağlantı
çıkıyor. Böylece Mustafa Sabri'nin de kim olduğunu anlıyoruz: son Osmanlı
şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi. Bu iki ismin arka arkaya
zikredilmeleri ise, aralarında büyük bir tartışma yaşanmasından ötürü. Ki,
bu tartışmanın bugün Türkiye'de hala sürdüğünü pekala söyleyebiliriz.

Risaleleri çok kişi okur, çokları metinlere zaman ve mekandan soyutlanmış
bir şekilde yaklaşırlar. Oysa her metin gibi bu metinler de belli bir
dönemin şartları içinde ve belli bir coğrafyada, yani cumhuriyet
Türkiyesinde yazılmışlar, muhatapları ilk önce o dönemin insanları. Müellif,
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerini yaşamış, bilhassa II. Meşrutiyet dönemi
sonrası siyasi gelişmelerde aktif rol almış ve bütün bunlardan bazı dersler
çıkarmış. Sonra, cumhuriyetin kurulmasıyla girilen yeni dönemde, çıkardığı
bu derslerin ışığında kendisine yeni bir yol çiziyor.

Metinde sözü edilen kişilerin kim olduğunu bilmeyince, yazarın neden
bahsettiği de tam olarak anlaşılamıyor. Ortasından izlemeye başlanan bir
tartışma programında, söz sırası kendisine gelince, kendisinden önceki
konuşmacıları eleştiren birinin ne dediğini tam olarak anlayamadığımız gibi,
bu metni de anlayamıyoruz. Anlayamayınca, ona bir kudsiyet izafe etmek
kolaylaşıyor.

Oysa Mustafa Sabri isminin başına "Son Osmanlı şeyhülislamlarından"
sıfatını, sonuna da "Efendi" unvanını ekleyince, Musa Bekuf'un ise Musa
Carullah Bigiyef olduğunu tespit edince, en azından bir kitapçıya gidip, bu
iki ismin de kitaplarını alıp okuma ve bu metni bir perspektife yerleştirme
imkanımız oluyor.

25 Aralık 2013 Çarşamba

Fethullah Gülen bir simulacrum mudur?

Mavi Marmara, 7 Şubat, dersane derken 17 Aralık operasyonuyla artık konu Ak Parti-Cemaat çatışmasını da çok aşan bir noktaya geldi. Ak Parti, Siyasi Partiler Kanunu çerçevesinde, Ağustos 2001'de kurulmuş, tüzüğü, il-ilçe teşkilatları, merkez yönetimi belli, harcamaları yüksek yargı denetiminde olan, hakkında Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davası bile açılmış, ama halen faaliyetlerini sürdüren, legal bir parti. Peki cemaat ne? Hepimizin kafasında, öncelikle kendi tecrübelerimizden kaynaklanan bir cemaat algısı var elbette, ama cemaatin Türkiye'de siyasal alanda 2007'den sonra yürüttüğü Ergenekon vb operasyonlardan sonraki durumunu ne ölçüde takdir edebiliyoruz?

Konunun dershaneyle sınırlı olduğu birkaç hafta öncesinde, Fethullah Gülen'in herkul.org üzerinden yaptığı açıklamalarındaki garip durum dikkatimi çekti. Evet yıllardır Gülen'in güncel sohbetleri Mehtap TV'den vs yayınlanıyordu, ama bu yayınların şöyle ilginç bir özelliği vardı. Herkesin izleyebileceği kanallardan yayınlanmalarına rağmen, arada hep bir "mesafe" oluyordu. Mesafe derken, çok boyutlu düşünüyorum:
- Gülen'in ABD'deki varlığı ile biz
- Gülen'in konuşmasının görünür içeriği ile gündem
- Gülen'in konuşmasını dinleyen cemaat mensuplarının anladıkları ile cemaat mensubu olmayanların anladıkları
- Gülen'in konuşmasında kullandığı dilin işaret ettiği müphem zaman algısı, yani zamanın işlemediği, zamanın durduğu bir zaman içinde formüle ettiği söylemi ile, güncel gelişmeler, olaylar, davalar, seçimler, gözaltılar vs arasındaki mesafe...

Bunun da ötesinde, bu sohbet videolarının teknik özelliklerinin dahi, bu mesafe algısını perçinleyecek şekilde olduğunu farkettim. Mesela görüntü ve ses kalitesi, ışıklandırma, o kadar üst düzeyde değildi ve belli ki bu bilinçli bir tercihti. Kanalları zaplarken Mehtap TV'ye rastgelen ve cemaat hakkında fazla bilgisi olmayan biri, Gülen'in o sırada yayınlanmakta olan sohbetinin daha birkaç gün önce çekildiğini farketmez, bundan 3 ya da 5 yıl önce çekilmiş bir sohbet, veya yine Mehtap TV'de yayınlanan, 80lerden kalma bir vaazdan farkı olmadığı hissine kapılabilirdi. Sohbetler hep aynı kütüphane fonunun önünde çekiliyordu, ama sohbetin yapıldığı mekan hakkında bize hiçbir ipucu vermiyordu. Tam böyle düşünürken şunu farkettim: Üsame Bin Ladin'in 11 Eylül'den sonra El Cezire televizyonuna gönderdiği bildiriler, o görüntüleri izleyecek istihbarat birimlerinin görüntülerden hareketle, dünyanın 1 numaralı aranan adamı olan Üsame Bin Ladin'in yerini tespit etmelerine yarayacak ipuçlarından özellikle arındırılarak çekilirdi. Gülen'in video görüntüleri için de benzer bir durum, bilerek veya bilmeyerek vardı! Yani o görüntülere bakarak, Gülen'in şu anda ABD'de Pensilvanya'da bir çiftlikte yaşadığını anlamanız mümkün değildi.

Bazı arkadaşlar hatırlayacaklardır, 80lerin sonu 90ların başında F-xx adlı video serisinde bazı kayıtlar dış mekanlarda yapılmıştı. Cemaat mensuplarının bildikleri, tanıdıkları mekanlardı bunlar. Ya da o yıllarda Gülen, İstanbul'da Altunizda Fem, Ankara'da Samanyolu Koleji, İzmir'de Yamanlar Koleji'nin üst katında ikamet eden, insanların gidip kendisini gördükleri, beraber aynı sofrada yemek yedikleri, hatta çeşitli camilerde halka açık vaazlar veren biriydi. Peki ABD'deki Gülen? Biri çıksa, "Gülen şu anda Guantanamo Üssü'nde tutuluyor, bu kayıtlar da orada yapılıyor" dese, videolardan hareketle bunun doğru olmadığını nasıl ispatlarsınız?

İşte bu düşünceler beni, Baudrillard'ın meşhur simulacrum ve simulacra kavramlarına getirdi. Baudrillard, CNN ekranlarından canlı yayında izlediğimiz 1991 Birinci Körfez Savaşı için, "böyle bir savaş olmadı" diye kestirip atmıştı. Ben de şöyle düşündüm:

"Fethullah Gülen artık bir simulacrumdur."

Buraya kadar yazdıklarıma, "Olur mu canım, Gülen'i Pensilvanya'da herkes gidip ziyaret edebilir. Türkiye'den bir çok gazeteci, siyasetçi ve işadamı da bir davet almadan, kendi iradeleriyle gidip kendisiyle görüşmüştür. Sen de Gülen'in yanına gidecek olursan, orada mütevazı bir hayat sürdüğünü gözlerinle görebilirsin" denebilir. Böyle diyene ben de şunu derim: Aynı şekilde sen de bugün Irak'a gidecek olursan, hatta gitmemize gerek yok, Google Earth'deki uydu görüntülerinde bile, 1991 1. Körfez Savaşı'nda ABD'nin imha ettiği binlerce Irak tankı T-72nin çölde paslanmış hurdalarını, Bağdat'ta ve Irak'ın diğer bölgelerinde o savaşta yıkılmış ve öylece bırakılmış binaları görebilir, o savaş esnasında evlerine bomba düşmüş, yakınlarını kaybetmiş insanlarla görüşüp konuşabilir ve bu şekilde, Baudrillard'ın iddia ettiğinin aksine, 1991'de gerçekten de Irak'ta bir savaş yaşandığını, ABD'nin Irak'a saldırdığını teyid edebilirsin.

Benim meramım o değildi ama.

Şimdi burada uzun uzun simulacrum ve onun çoğulu simulacra nedir, felsefede Eski Yunan'dan bu yana hangi anlamlarda kullanılmıştır, post-modern felsefede özellikle Baudrillard simulacra ve simulasyon üstüne neler yazmıştır, bunları anlatacak değilim. Ama benim gördüğüm, Fethullah Gülen'in bu dünyada tekabül ettiği gerçeklik, Baudrillard'ın söylemine fena halde benziyor!

Nasıl benziyor, hemen şuradan gireyim. Geçen yaz, 6. sınıfa geçmiş olan kızımızı, cemaatin bir dershanesinin yaz okuluna gönderdik. Neden cemaatin dershanesi? Çünkü diğer özel okul ve kolejlerin yaz okulları aylık beş altı yüz liralardan kapı açarken cemaat dershanesinin yaz okulu sadece 120 liraydı, o yüzden. Neyse, bizim kız her gün gidiyor, geliyor, aradan bir hafta geçmeden bizimkinden menkıbeler kıssalar dökülmeye başladı. Başlarında duran, üniversite öğrencisi ablalar hemen bunlara gördükleri rüyaları, şahit oldukları olağanüstü vaziyetleri anlatmaya başlamışlar. Yok birisinin bir gün morali çok bozukmuş, okulu bırakmayı düşünüyormuş da o gece rüyasında "hocaefendi"yi başka bir takım zevatla birlikte görmüş. Yok diğeri başka bir gün "hocaefendi ile sahabeden bazı zevat"ı o anda ders gördükleri sınıfı teftiş ederken görmüş vesaire vesaire. Şimdi, bu kızlar için Gülen, hiç de öyle binlerce kilometre uzakta, Pensilvaya kırında yaşayan bir münzevi değil. Her gece rüyalarına giren, sofralarına oturan biri!

Şimdi bu bir gerçeklik düzlemi ve denebilir ki, Gülen 90ların sonunda ABD'ye gitmeden önce, Türkiye'de yaşadığı dönemde de böyle bir gerçekliğe inanan insanlar vardı. Evet vardı, ama sonuçta "reality check" yapabileceğiniz bir boyut da vardı. Kalkıp arabaya atlayıp Üsküdar Mihrimah Sultan Camii'nde veya İzmir Şadırvan'daki vaazına gidebileceğin, sen gitmesen bile vaaza giden bir arkadaşından "Hocaefendi bu hafta fena üşütmüş, sesi kısıktı" diye hakkında havadis alabileceğin biriydi Gülen. Şimdi öyle mi? Herkul.org'daki görüntülerden gece mi gündüz mü, kış mı yaz mı, anlaşılıyor mu? Anlaşılmıyor.

Oradan geçiyorum, bir taraftan Gülen kendi ağzından "15 yıldır bahçedeki gölet/havuzun başına 3 kere gitmemişimdir" diye tarif edilen bir derin inzivaya çekilmiş biri olarak takdim ediliyor. Diğer taraftan, ta Türkiye'de bir "alufte"nin yanına gitmeye hazırlanan bir Ak Partiliyle ilgili olarak kendisine telefon gelen, onun da o Ak Partiliyi uyardığı bir MOBESE gözlem merkezi gibi çalıştığını öğreniyoruz. Şimdi, "Fethullah Gülen" gerçekliği dediğimiz şey bunlardan hangisiyle örtüşüyor?

Bu yazının ilk bölümünü yazdığımda, Fethullah Gülen meşhur bedduasını henüz etmemişti. Dün sabah, o bedduanın sarhoşluğu içinde twitter'da bir mesaj gördüm, şöyle yazmış arkadaş: "Aklıma gelen en masum teori: gerçek F.Gülen Hocaefendi çoktan öldü, kopyasıyla sinsi planları icra ediyorlar. Cemaatin bile bundan haberi yok!" Bu arkadaş niye böyle düşünüyor? Çünkü ona servis edilen, Fethullah Gülen adlı bir görüntü. Gülen Türkiyede yaşasaydı, evinden diyelim GYV'deki makamına gidip gelirken kameralar onu karşılayacak, acar bir muhabir "Hocam bu bedduayı başbakana mı ettiniz?" diye soracaktı, belki hocanın makam aracının önüne Milli Görüşçü Sakaryalı tekvandoculardan biri atlayacak, "Hocam bu bedduanı geri almazsan vallahi bu arabanın tekeri benim üstümden geçmedikçe bir yere gidemez!" diye ağlayacaktı, yani birşeyler olacaktı. Ama şimdi bu "feedback"lerin hiçbirisi olmayınca, Fethullah Gülen diye birisi halen yaşıyor mu, yoksa Zigetvar Kalesi önünde öldüğü halde Yeniçeri gazabından korkulup cenazesi mumyalanmış ve İstanbula kadar günlerce araba içinde yol teptirilmiş Kanuni Sultan Süleyman'ın haline mi düşmüş, anlaşılamıyor.

Şimdi, daha soyut, daha felsefi bir örnek vereyim. Modernite öncesi devirlerdeki padişah veya kral algısı da biraz böyleydi. Yani başta bir hükümdar vardır, ama kim olduğu o kadar önemli değildir. Önemli olan başta bir hükümdarın olmasıdır. "Kral öldü yaşasın kral!" özdeyişinde olduğu gibi, bir fani kral ölür ama "kral" kavramı hep yaşar. Krallar, hükümdarlar, Londra yakınlarındaki Hampton Court veya Topkapı Sarayı gibi, gözlerden ırak mekanlarda yaşarlar. Ne zamanki modernite gelir, eskiden "tebaa" olan halk bireyleşmeye başlar, artık hükümdarlar da göz önüne çıkmak zorunda kalırlar. Hampton Court'ta veya Topkapıda, sarayın duvarlarını bile görmek, sıradan vatandaş için zordur, hatta tehlikelidir. Ama Buckingham Sarayı veya Dolmabahçe, neredeyse ayak altında, hükümdarın yattığı odanın penceresi parmakla gösterilecek kadar ayak altında, adeta BBG evi gibi gözetlenmeye müsait mekanlardır.

1965 seçimlerinin hemen ardından, Yön dergisinde çıkan çok enteresan bir seri röportaj var. Belki üstünde müstakil bir yazı veya makale yazarım ileride. O röportaj serisinde Yön muhabiri, "Nasıl oldu da, 27 Mayıs'tan sonra bu kadar kendimizden emin girdiğimiz genel seçimlerde DP'nin devamı olan AP %50nin üstünde oy aldı?" sorusuna, "Çünkü halk cahil. Halk bidon kafa, göbeğini kaşıyan adam" cevabını, sokaktaki vatandaşla yaptığı röportajlarla verir. Bu röportajlarda dikkat çekici sorulardan biri, ülkeyi kimin yönettiği, veya ülkenin hakiminin kim olduğudur. Bu soruya üç-dört kişi, "padişah" cevabını verir. Düşünün, tarih 1965. Saltanatın ilgasından 33 yıl geçmiş. Hatta biri bayağı ısrar eder, Yön muhabiri "olur mu ya, padişah yok artık memlekette" deyince nerdeyse muhabiri dövecek gibi, "Bu memleketten padişah asla gitmez, gidemez" diye bir cevap verir. Muhabir "biri padişaha saldırırsa ne yaparsın?" diye bir soru sorar, bu arkadaş "padişaha saldıranın kafasını koparırım" diye sert bir cevap verir. İşte bu da bir gerçeklik algısı.

Padişahların sarayda, gözlerden uzak yaşadıkları dönemlerde bile, Cuma namazı kılmak için, korunaklı duvarlar ve nöbetçilerin ardındaki saraylarından dışarı çıktıklarını, at üstünde veya son devirlerde faytonla halkın içinden geçerek camiye gittiklerini ve bu esnada icra edilen törene "Cuma selamlığı" dendiğini hatırlayalım. Cuma namazının şartları arasında, namaz kılınan mahallin cümleye açık olması var; Yıldız Sarayı veya Çankaya Köşkü bahçesinde, nöbetçilerin ardında Cuma namazı kılınmaz. Tamam, Gülen'in ikamet ettiği Pensilvanya kırında bir cami bulmak mümkün olmayabilir, ama buradaki espri başka.

Dershane tartışmasıyla başlayan süreçte gördüm ki, cemaat mensuplarının pek çoğunun zihnindeki Fethullah Gülen algısı, 1965'te Yön muhabirine "bu memleketten padişah asla gitmez" diyen vatandaş kadar sabit bir algı.

24 Aralık 2013 Salı

Gülen'in Bedduasına Amin Demedik, Demeyeceğiz!

Fethullah Gülen'in o inanması güç bedduasını duyduğumdan beri büyük bir gerilim yaşıyorum. Bir mü'minin, hele bir hoca efendinin, "cinnet hali geçirir gibi" böyle lanetler yağdırması, müslümanlara beddua etmesi karşısında önce hayretlere düştüm. Bu bedduanın anlamı üstünde düşündükçe hayretim dehşete dönüştü.

Fethullah Gülen, bu iz'ansız, ve şuursuz bedduasını acilen geri almalı ve hepimizden helallik dilemelidir. O duaya bilerek veya bilmeyerek amin diyenler de aynı şekilde, kendilerini cidden sigaya çekmeli, "Nasıl olur da böyle AZİM HATAya düştük?" diye sorgulamalıdırlar.

Önce, Gülen'in yaptığı şeyin adını koyalım: Bu çok şiddetli bir BEDDUAdır. Hiç öyle yok "ahitleşme"dir, yok "mülaane"dir, yok "mübahele"dir diye çeşitli kisveler altında meşruiyet kazandırmaya kalkılmasın. "Evlerine ateş düşsün" sözü elbette bir bedduadır ve bu bedduayla Gülen, hayatı boyunca söylediği sözlere de ters düşmüştür. Bir önceki yazıda montaj noktasından ele aldığım Ocak 1990 tarihli Şadırvan 2 vaazında da çok şiddetli bir dua etmişti Gülen, hatta duanın sonunda bayılmıştı. Ama o zaman ağzından sadece "Sana havale ediyorum Allahım!" sözü çıkmıştı:

"Allahım, içte ve dışta, öteden beri imana, Kur'ana ve Resulullaha ve ehl-i imana düşmanlık yapanları sana havale ediyorum! Beddua etmedik. Bedduaya Amin demedik. Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Sana havale ediyorum!"

Gülen, resmi web sitesi fgulen.com'da 2007 yılında "beddua"yla ilgili soruya da şöyle cevap vermişti:

"Ama bedduaya gelince onu yapmamız veya ona "âmin" dememiz mümkün değildir. Meselâ; "Allah'ım! Falanların altını üstüne getir. Allah'ım! Onu yerin dibine batır. Allah'ım! İflah etme. Allah'ım! Onun canı Cehennem'e. Allah'ım! Onu paramparça et. Allah'ım! Evlerine feryâd u figân sal..." gibi ifadeler birer bedduadır ki bütün bunlarda murad-ı ilâhî başka türlü olabilir."

2007 yılının Gülen'i "Evlerine feryad u figan sal" sözünü bir beddua olarak göüyor ve "ona Amin dememiz mümkün değildir" diyor. 2013 yılının Güleniyse bir taraftan "Evlerine ateş düşür" diye ayaklanıyor diğer taraftan bu sözün beddua olmadığına inanmamızı bekliyor. Elhamdülillah aklımızı yitirmedik!

Çok değil, bundan 7 ay önce, 31 Mayıs 2013'te herkul.org sitesinde yayınlanan 319. Nağme'de Gülen, beddua konusunda şöyle diyordu:

"Doktor İkbale ait bir sözdür bu: "Dua dua yalvardım, tel'ine bedduaya amin demedim. Lanetlemeye bedduaya amin demedim." Bu düsturla bu disiplinle hareket etmek gerekiyor günümüzde."

Yıllarca "beddua etmeyin" diyen, bedduaya amin demeyen Fethullah Gülen'in sonunda kendisinin çok şiddetli ve haksız bir şekilde beddua etmesi elbet ibret vericidir. Ve kaderin ne garip bir cilvesidir ki Gülen'in beddua ettiği Recep Tayyip Erdoğan bu bedduadan birkaç gün sonra Pakistan'a gitmiş, Gülen'in hem yukarıda zikrettiğim Ocak 1990 tarihli Şadırvan Camii vaazında hem de 319. Nağme'de atıfta bulunduğu Doktor Muhammed İkbal'in kabrini ziyaret etmiştir.

Gülen'in bedduasının beddua olmadığını iddia eden cemaat mensuplarının ilk bahaneleri, bunun bir "mülaane" olduğu. Mülaane, özellikle zina bahsinde, ortada bir şahit yokken yapılan bir zina iddiası karşısında karı-kocanın karşılıklı olarak lanetleşmesidir. Kadın kocasına lanet eder, koca karısına lanet eder. Ama Gülen gibi, "ben ve benim müntesiplerim, biz çoluk çocuk ailemizi alıp size lanet edelim, siz de çıkın çoluk çocuğunuzu alıp bize lanet edin. Hangimiz haklıysak karşı taraf cümleten gazaba uğrasın" diye bir meydan okuma, bir rest çekme yoktur mülaanede.

Gülen'in bedduası, daha çok, Ali İmran Suresi 61. ayette geçen "mübahele"yle örtüşüyor. Ama o da asla, Gülen'in bu meş'um bedduasına mazeret veya gerekçe olamaz. Mübahelenin ne olduğunu, Gülen'in en eski talebelerinden ve Hizmet hareketinin önde gelen abilerinden Abdullah Aymaz'ın Zaman gazetesinde 28 Mart 2005'te yayınlanan yazısından takip edelim:

"Hicrî 9. yılda Necran Hıristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında dinî ve dünyevî liderleri de olarak Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz (sas) ile Hz. İsa Aleyhisselam hakkında tartışmışlardı. Neticede Efendimiz (sas) “Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle İsa hakkında tartışmaya girerse de ki: ‘Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.” (Al-i İmran, 61) ayetine dayanarak, delilden anlamayan bu insanlara, mübâheleyi (yani hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesini bütün kalbiyle istemeyi) teklif etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber’den (sas) düşünmek için mühlet istediler. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Hz. Peygamber’in yanına geldiklerinde baktılar ki, Resulullah (sas) Hz. Hüseyin’i kucağına almış, Hz. Hasan’ın elinden tutmuş, Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’yi arkasına almış “Ben dua edince siz de ‘Amîn’ dersiniz diyor. Heyet başkanı mübâheleyi kabul etmeyip cizye vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini bildirdi. Hz. Peygamber de onlara bir emânnâme yazdı."

ŞİMDİ, mühim bir noktanın altını çizmek istiyorum. Yukarıda, Ali İmran Suresi 61. ayetin nüzul sebebi olarak zikredilen olayda Hz. Peygamber Necran Hristiyanlarına mübaheleyi TEKLİF ediyor, başka bir deyişle onları mübahele ile TEHDİT ediyor, ama Necran Hristiyanları düşünüyor taşınıyorlar, bu karşılıklı lanetleşmeyi göze alamıyor ve davalarından vazgeçiyor.

İYİ AMA, FETHULLAH GÜLEN ÇOKTAN BEDDUASINI ETTİ Kİ! HANİ TEKLİF? HANİ KARŞI TARAFIN CEVABINI BEKLEME????

Yazının devamında Aymaz, ABD'de Gülen aleyhine yazılar yazan birine mübahele teklif ettiğini, o kişinin de Necran Hristiyanları gibi davasından vazgeçtiğini ifade ediyor. Yani, Abdullah Aymaz da mübahelenin gereği olan lanetleşmeyi, karşı tarafa beddua etme fiilini İŞLEMEMİŞ!

Fethullah Gülen'in bedduasını   Sorularla İslamiyet sitesinde bu konudaki makalede, Necran Hristiyanlarının neden mübaheleden vazgeçtikleri şöyle anlatılıyor:

"Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: Şayet Resulullah (asv)'ı mübahaleye çağıran insanlar mübahaleye çıkmış olsalardı, geri döndüklerinde ne ailelerini ne de malların bulabilirlerdi."

Konunun bir de şu boyutu var. Hz. Peygamber, bu mübahele teklif ve tehdidini, Necran Hristiyanlarına, aralarında çıkan Hz. İsa'nın insan mı yoksa tanrının oğlu mu olduğu tartışması sonrasında yapıyor. Bu bir iman meselesi. Uğruna baş vermeye değer bir mesele. Fethullah Gülen ise, görünürde yolsuzluk üzerinden, mü'min-müslüman ve Ehl-i Kıble olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bakanlar, Ak Parti ve onları destekleyenlere beddua ediyor. Bir tarafta bir imani mesele, diğer tarafta ister yolsuzluk, ister dershane, isterse devlet içinde istenen kadrolaşma imkanlarının tanınmaması deyin, bir dünyalık tartışması. Bir tarafta Hristiyanlara mübahele teklif eden ama onlara beddua etmeyen Hz. Peygamber, diğer tarafta Ehl-i Kıble müslümanlara beddua eden Fethullah Gülen. Bu ne yaman çelişki!

Peki o zaman Fethull Gülen ve cemaati şu soruya cevap versin: Hz. Peygamberin bir müslümana veya müslümanlardan bir gruba beddua ettiğine, onlara mülaane veya mübahele yaptığına dair bir örnek var mı? Hayır, yok. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam, Taif'e yanında evlatlığı Zeyd bin Harise (RA) ile birlikte Taiflileri İslama davet için gittiğinde Taifliler onu kölelerine taşlatmıştı. Hz. Peygamberin mübarek ayakları kan içinde kalmıştı. Böyle bir halde Cebrail aleyhisselam, Efendimize (SAV) gelip, "Ya Rasulallah, İstersen şu iki dağı birbirine kavuşturayım da Taif helak olsun" dediğinde, ayakları kan içinde olduğu halde bile bu ilahi gazap teklifini geri çevirmişti. Peygamber Efendimiz (SAV), Bi'r-i Maune vakasında şehid edilen 70 sahabinin ardından, ahidlerinde durmayan müşriklere beddua etmişti, ama onun haricinde, kafirler ve münafıklar için dahi beddua ettiğine rastlamıyoruz. İslam düşmanı kafir ve münafıklar için bile beddua silahını nadiren kuşanan, müslümanlara ise hiçbir zaman beddua etmemiş bir peygamberin ümmetinden olan Fethullah Gülen'in, ellerini semaya sanki yeryüzüne gazab-ı ilahinin oluk oluk akmasını ister gibi kaldırarak, adeta cinnet geçiriyor gibi beddua etmesi elbette hiçbir şekilde kabul edilemez, tasvip edilemez.

Gülen'in bedduasını iz'ansız, şuursuz diye nitelemenin ötesinde, "meş'um" ve hatta "menfur" diye nitelemeyi gerektirecek asıl konu, bu bedduanın GÜNAHSIZ MASUMları da hedef alması. Gülen, "evlerine ateş düşsün" diye dua ediyor, ne demek bu! Elbette Gülen "ev" derken, üç oda bir salon TOKİ evlerini kastetmiyor. Ev, hanedir, hane halkıdır, ailedir. Nikahlanmaya "ev"lenmek deriz. Bir ailenin küçük çocuğu ölümcül bir hastalığa yakalanır veya kaza geçirir de hayatını kaybederse, veya bir eve şehit cenazesi gelirse, "evlerine ateş düştü" deriz. Bizim örfümüzde, bir kişi zulmetmiş, haksızlık yapmış bile olsa, onun geçim kaynağını kurutmak, onu işten çıkarmak veya işsiz kalmasına yol açmak hoş karşılanmaz, çünkü böyle yapmak onun "ekmeğiyle oynamak"tır. O zalimin de evinde, o ekmekten nasiplenecek masum bebeler vardır ve o ekmek, "çoluk çocuğunun rızkı"dır. Oysa Fethullah Gülen, yolsuzluk ya da hırsızlık yaptığını iddia ettiği başbakan veya bakanların kendi şahıslarına lanet okumakla kalmıyor, onların "evlerine ateş düşsün" diyor. Başbakanın yeni doğmuş torunu veya bir bakanın küçük çocuğuna zarar gelmesini hayal edebiliyor! Bu nasıl bir zihniyettir?!

Hz. Peygamber'in Necran Hristiyanlarına teklif ettiği mübahele hakkında Abdullah Aymaz'ın yazdıklarında da bu husus var. Hz. Peygamberin, "eğer doğru söylemiyorsam evime ateş düşsün" diyeceği "ev"i Ehli Beytiydi, bu nedenle dua etmek için Hz. Hüseyin'i kucağına alıyor, Hz. Hasan'ın elinden tutuyor, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'yı arkasına alıyor. Fethullah Gülen, işte bu şekilde, hükümetle arasındaki kavgaya, olayda hiç dahli olmayan yüzlerce, binlerce kadını, çoluğu çocuğu alet ediyor!

Mübahele hakkında nazil olan Ali İmran Suresi 61. ayete baktığımızda, "siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım" ifadesini görüyoruz. İşte burada zikredilen çocuklar ve kadınlar, bugünün savaş hukukunda da İslam savaş hukukunda da korunmuş olan sivillerdir. 11 Eylül sonrasının gözde tabiriyle "non-combatant" (çatışmaya iştirak etmeyen) da diyebiliriz.

Düşünebiliyor musunuz, Fethullah Gülen'in bu akıl almaz teklifini hükümet tarafının kabul ettiğini! Gülen ve cemaatinden binlerce kişinin, yanlarında eşleri, çocukları, kundaktaki bebekleri olduğu halde bir alanda toplandığını ve karşılarına, başbakan, bakanlar, Ak Partililer ve onlara destek olan yine binlerce kişinin çoluk çocuk aileleriyle birlikte çıktıklarını. Ve iki tarafın karşılıklı lanetleştiklerini... Bu "kardeşin kardeşi vurması" kadar feci ve bir o kadar da menfur bir manzara değil midir? Bu fitne değil midir? Böyle bir fecaate Gülen ve cemaati razı olabilir, ama biz asla razı olamayız!

Gülen'in bedduası artık resmi netleştirdi. Aylardır süregelen "Gayretullaha dokunur" tehditlerinin ne anlama geldiği artık açık, net anlaşılıyor. Evet, Gülen ve cemaatinin yaptığı "Gayretullaha dokunur" uyarıları açık bir tehdittir. Evet, İslamiyette Allahu Teala'nın azabı ve gazabının çok şedit olduğu ifade edilir. Kur'an-ı Kerim'de de bu yönde, Hz. Peygamberden evvelki devirlerde azgınlıkta ileri giden kavimlerin ilahi gazapla helak edildiğinin kıssaları vardır. Sodom ve Gomore böyle ilahi gazapla yerle bir olmuş yerlerdir. Nuh Tufanı da bir ilahi gazaptır, cezalandırmadır. İlahi gazap geldiği zaman, o yerlerdeki masumların da canını alabilir ve bu, ilahi adalete ters değildir, çünkü ahiret var. Müslümanlar, Rahman ve Rahim olan Allah, o masumların hakkını öbür dünyada verecektir diye inanır. Ama bugün Gülen ve cemaatinin Gayretullah söyleminin muhatabı, ne Lut peygamberin, ne de Nuh aleyhisselamın kavmi değil, müslüman olan, alnı secdeye değen, günde beş vakit ezanların okunduğu bir İslam diyarında yaşayan insanlar.

Gülen cemaatinin söyleminde bugün dünyada, sivil halkın tepesine her gün varil bombası, Scud füzesi yağdığı Suriye'de, Mescid-i Aksa'nın işgal altında olduğu Filistin'de, Arakan'da ve diğer pek çok diyarda müslümanların yaşadığı zulümler, acılar Gayretullaha dokunmuyor, ama Türkiye'de cemaatin yaşadığı haksızlıklar Gayretullaha dokunacak deniyor. "Gayretullaha dokunur" diye uyarmanın ötesine geçen, "Gayretullaha dokunmasını" dileyen, bunun için dua eden bir ruh haliyle karşı karşıyayız.

Gülen'in bedduasının müslüman, Ehl-i Kıble, alnı secdeye değen bir topluluğa yapılmasının mümkün olmadığı çok açık. O zaman geriye bir ihtimal kalıyor. Gülen'e göre başta başbakan, yolsuzluğa bulaşan bakanlar ve Ak Partililer ya kafir ya da münafık olmalılar! Nitekim, Gülen'in herkul.org sitesinde yayınlanan 31 Mayıs 2013 tarihli "319. Nağme" adlı konuşmasında, Erdoğan'dan "kafirce laflar" eden biri olarak söz ediliyor. Dershane tartışmalarının yoğun yaşandığı dönemde bir başka konuşmasında Gülen, Başbakan Erdoğan'dan "Firavun" ve "Karun" olarak söz etmişti. Bedduasının sonunda ettiği Arapça duada Allaha "Onlara karşı bize nusretini ver, bize yardım et" diyor. Buradaki "nusret", Kur'an-ı Kerim'de Fetih Suresi'nde "Allah sana aziz bir nusret verdi" ve Nasr Suresi'nde "Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman" mealindeki ayetlerde geçen, ilahi yardımdır. Allah ancak müslümanların kafirlere karşı cihadlarında nusretini gönderir. Fethullah Gülen, hükümete karşı yürüttüğü mücadelesini de bu çerçevede görüyor olmalı ki, ilahi yardımı çağırıyor.

Gülen'in Gayretullah söylemini silah gibi kullanmasının çarpıcı bir örneği, 31 Mayıs 2013 tarihli konuşmasında verdiği, Bediüzzaman Said Nursi ile Menderes örneği. Gülen DP iktidarının son yıllarında, Risale-i Nur talebeleri arasında DP'yi ve Menderes'i çokça eleştirenler olmasına rağmen Bediüzzaman'ın Menderes'e söz söyletmediğini, ona "İslam kahramanı" dediğini, ancak sürekli olarak (kendisinin bugün Ak Partiyi uyardığı gibi) Menderes'i uyardığını anlatıyor. Adeta Bediüzzaman'ın yaşadığı süre boyunca Menderes'e karşı bir paratoner olduğunu ve Menderes'i beladan koruduğunu, ne var ki Bediüzzaman'ın Mart 1960'ta vefatından birkaç ay sonra 27 Mayıs darbesinin yaşandığını ifade ediyor. Gülen'in bu değerlendirmesi Risalei Nur grupları arasında eskiden beri dillendirilen bir yorumdur ve kader-i ilahi zaviyesinden bakınca, Menderes ve DP'nin Gayretullaha dokunduğu, buna karşılık 27 Mayıs'ın bir "afet" olarak geldiği söylenebilir. Ne var ki Gülen, bir adım ötesine geçiyor ve Bediüzzaman'ın Menderes'e karşı oynadığı rolün benzerini Erdoğan'a karşı kendisine biçiyor. Bu noktada Gülen'in sözleri bir uyarı olmaktan çıkıyor ve İsmet İnönü'nün talihsiz "Sizi ben bile kurtaramam!" beyanına dönüyor. Yıllardır 27 Mayıs destekçileri ve askeri darbe çığırtkanları tarafından dini değerlere saygılı iktidarlara karşı edilen bu sözü Gülen'den işitmek çok yaralayıcı.

Bütün bunlar birleşince, ortaya son derece tehlikeli bir tablo çıkıyor. Ortada ciddi bir Haricileşme tehlikesi var. Acaba Gülen, bedduasına doğrudan muhatap olan kişileri yani yolsuzluk yapanları tekfir mi ediyor? Bilemiyoruz. Ama yapılan bedduanın şiddeti, böyle bir ihtimali akla getiriyor. Yolsuzluk evet büyük bir günahtır, kebairdendir, yetim hakkı yiyen abad olmaz! ANCAK bu bize, yolsuzluk yapan kişiyi tekfir etme hakkını vermez! İslam tarihinde yaşanan en büyük fitnelerden biri olan Haricilik de ortaya çıktığında, "Günah işleyen, Allah'ın emrine karşı gelen, kafir olur" demişti. Ardından Hariciler, "Kafire kafir demeyen de kafir olur" diyerek, bu fikri paylaşmayan yani Haricilerin tekfir ettiğini kafir saymayan Hz. Aliyi mazallah kafir ilan etmiş ve ardından o mübarek insanı şehit etmişlerdi.

O zaman karşımızda, cevaplamamız gereken net bir soru var: Recep Tayyip Erdoğan müslüman mıdır, kafir midir, münafık mıdır? Biz, Tayyip Erdoğan'ı müslüman biliyoruz. Elhak Erdoğan alnı secdeye değen biridir, Ehl-i Kıbledir. "Ehl-i Kıble tekfir edilmez!" düsturu Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat yolunun temelleri arasındadır. Erdoğan'ın kalbini yarıp bakamayacağımıza göre, ona bir müslüman gibi muamele etmeliyiz. Burada konu, Erdoğan'ın şahsıyla ilgili bir akidevi mesele olmaktan çıkıyor, siyasallaşıyor. Bir grup müslüman, diğer bir grup müslümanı tekfir ederse ne olur? Cevap belli: Fitne çıkar! İşte tam da bu nedenle, ne kadar yanlış bir yolda giderlerse gitsinler, Ehl-i Kıble tekfir edilmez!

Sözü uzattım, yarayı cerh etmek için. Aslında Gülen'in bedduasına en güzel cevabı, Başbakan Erdoğan Trabzon'daki konuşmasında verdi:

"Biz, müslümana lanetle emrolunmuş bir toplum değiliz. Biz müslümanın hidayeti artması için dua ederiz. Lanet için değil. Lanet müslümanların arasında öyle berbat bir tezgahtır ki, bumerang gibi döner onu yapana gider. Milletin bölünmesine vesile olanlar iflah olmaz."

Vallahu A'lem! (Allah en doğrusunu bilir)

22 Aralık 2013 Pazar

Bir vaaz, Üç montaj

Fethullah Gülen'in talihsiz bedduasını hayretler içinde izledikten sonra aklıma, Gülen'in yıllar önce hem ses kaydını dinlediğim hem de videosunu izlediğim, 28 Ocak 1990 tarihinde İzmir Şadırvan Camii'nde verdiği vaaz geldi. Literatüre "Şadırvan 2" diye geçen bu vaazın sonunda Gülen, muarızlarına karşı ellerini, tıpkı son bedduasındaki gibi açarak dua ediyor ve şöyle söylüyordu:"Allahım, içte ve dışta, öteden beri imana, Kur'ana ve Resulullaha ve ehl-i imana düşmanlık yapanları sana havale ediyorum! Beddua etmedik. Bedduaya Amin demedik. Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Sana havale ediyorum!"

Bu duanın dikkat çekici yanı, daha doğrusu bu vaazın meşhur olmasının asıl sebebi, Gülen'in bu sözleri söylerken, tıpkı bugünkü bedduasında olduğu gibi adeta kendinden geçmesi ve sonunda, cami kürsüsünde bayılmasıydı! Şadırvan 2, bu spektaküler finaliyle "Gülen vaaz ve sohbetleri Top -10" listesinde her zaman üst sıralarda hak eden, "unutulmaz" bir vaazdı.

İşte ben de Gülen'in bugün ettiği bedduanın vahim bir hata olduğunu, 1990'daki Şadırvan 2 vaazından hareketle göstermeyi düşündüm ve bu vaazın video görüntüsünü aramaya başladım. Youtube'da karşıma çıkan ilk video, 1 saat 47 dakika 21 saniye süren, vaazın başından sonuna kaydedilmiş olduğu izlenimi veren videoydu:




Daha önce birkaç kez dinlediğim ve izlediğim için, hemen videonun sonundaki dua ve bayılma sahnesini bulmaya çalıştım ama bu videoda aradığım sahne yoktu! "Fethullah Gülen" adlı youtube kullanıcısının yüklediği bu 107 dakikalık videoya, "birinci video" diyeceğim. Aslında "resmi sürüm" demek daha uygun gibi, ama aşağıda sözünü edeceğim iki videoyla paralel isimlendirme olsun diye böylesi daha uygun.
Derken, "Vuqarceferov" adlı youtube kullanıcısının yüklediği şu videoya rastladım:




İsminden anlaşılacağı üzere bu kullanıcı Azeriydi. Bu vaazın da zaten temel konusu, Ocak 1990'da Azerbaycan'daki protestoları kanlı bir şekilde bastıran Sovyet zulmü ve Azerilerle dayanışma olduğu için bu viodeyu paylaştığı anlaşılıyordu. Bu video vaazın bir zamanlar youtube'da geçerli olan 10 dakika sınırlaması nedeniyle 3-4 parça halinde yüklenen bölümlerinden 3üncüsü idi ama sonuçta, benim aradığım dua ve bayılma sahneleri bu videoda mevcuttu. Mevcuttu ama her nedense(!) bu sahneler birinci videoda yer almıyordu! 9 dakika 51 saniyelik bu videoya "ikinci video" diyeceğim.

Ne var ki, Şadırvan 2 vaazıyla ilgili hafızamı biraz zorlayınca, ama vaazda bu bölümden hemen önce yer aldığını gayet iyi bildiğim bir bölümün ikinci videoda de yer almadığını farkettim! Bu bölümde Fethullah Gülen, kendisinin Edremit'ten Marmara'ya kadar zeytinlikleri olduğunu iddia eden Türkiye'deki muarızlarına karşı, bu iddiaların bir iftira olduğunu belirtiyor, ardından hem kendisine karşı Türkiye içinde düşmanlık yapanlara hem de Azerbaycan'da kan döken Sovyetler özelinde tüm dünyada İslam'a ve müslümanlara düşmanlık yapanlara karşı duaya geçiyordu. 


Biraz daha araştırınca, facebook'ta paylaşılmış şu videoyu buldum:

https://www.facebook.com/video/video.php?v=1536618288443

Bu videoya da "üçüncü video" diyeceğim. Üçüncü video, ikinciden de kısa, sadece can alıcı bölümlerin alındığı, 6 dakika 53 saniye süren bir parça. 


Her ne kadar ikinci ve üçüncü videolar, Şadırvan 2 vaazından alınma 10 dakikadan kısa parçalar olsa da, bu videoların cemaat tarafından değişik zamanlarda sirkülasyona verilmiş tam sürüm vaazlardan alınmış parçalar olduğunu söyleyebiliriz. Yani karşımızda, aynı vaazın cemaat tarafından montajlanmış üç farklı sürümü bulunuyor.
Şimdi, Şadırvan 2 vaazının gerçek akışını bu 3 videoyu kullanarak oluşturabiliriz. Buna göre vaazın sonunda Gülen
, Muhammed İkbal'in Milli Mücadele sırasında Lahor'da yaptığı ateşli konuşmayı anlatır, sonra kendisi İkbal'in yardım çağrısı ve duasına paralel bir yardım çağrısı ve dua yapar ("İkbal" faslı). Ardından, kendisine atılan Edremit'ten Marmara Denizi'ne kadar zeytinlikleri olduğu iddiasını iftira olarak niteler ("Edremit-Marmara" faslı). Sonra cemaati kendisiyle birlikte duaya çağırır ve meşhur "Sana havale ediyorum!"la biten duasını yaparken bayılır ve ortalık karışır ("dua ve bayılma" faslı). Bir süre sonra kolonyayla yelpaze sallamayla vs ile kendine gelir ve vaazını bitirir ("dönüş ve final" faslı). 

"İkbal" faslı, birinci videoda şöyle ilerliyor (1:39:24'dan itibaren)

"Ben diyeceğim ki, ya Rasulallah sana, günahına ağlamış insanların gözyaşını getirdim. Evet ya Rasulallah, evet ya Rasulallah! Sana günahına ağlamış insanların gözyaşıyla geliyorum ve üzerine, Azerbaycan'da dökülen kandan bir damla döküyorum. Ki, ben bunu cennetlerin kevseriyle değiştirmem. Verdiğimiz, vereceğimiz şey ruh-u Seyyidü'l-Enamı çoktan beri hoşnud edemedi. Bari ağlamalarımızla olsun, bari hicranlarımızla OLSUN////DEĞERLİ kardeşlerim"


Videoyu görüntü ve ses olarak takip ederseniz, yukarıda kesme işaretiyle belirttiğim noktayı çok farkedemiyorsunuz, ama işte o noktada ALTIN MAKAS devreye girdi ve bir montaj yaptı! 
(Montaj noktası 1:40:17)

Şimdi, ikinci videoda "İkbal" faslının nasıl yer aldığını görelim (07:13'ten itibaren
)

"
"Ben diyeceğim ki, ya Rasulallah sana, günahına ağlamış insanların gözyaşını getirdim. Evet ya Rasulallah, evet ya Rasulallah! Sana günahına ağlamış insanların gözyaşıyla geliyorum ve üzerine, Azerbaycan'da dökülen kandan bir damla döküyorum. Ki, ben bunu cennetlerin kevseriyle DEĞİŞTİRMEM////VE BİR GECE, iki gece, üç gece..."

Bu sefer ALTIN MAKAS kendisini daha belli ediyor! Yukarıda kesme işaretiyle belirttiğim noktada kopukluk var. Birinci videoda "İkbal" faslının sonunda yer alan iki cümlenin ("Verdiğimiz, vereceğimiz"le başlayıp "hicranlarımızla olsun"la biten kısmı) çıkarıldığını, "Edremit-Marmara" faslının olduğu es geçildiğini ve "dua ve bayılma" ile devam edildiğini görüyoruz.

(Montaj noktası 07:46)
Şimdi "dua ve bayılma" faslının yer aldığı ikinci ve üçüncü videolara bakalım. İkinci videodaki montaj noktasından takip edelim:


"Ve bir gece, iki gece, üç gece, sizin inlemenizi istirham ediyorum. Ben kimim ki dua edeyim de kabule karin olsun. Bazen şöyle yaklaştım arkadaşlarıma. Dert çok büyük dedim. Ben çok mücrim, dua ediyorum, benim duam yetmiyor. Ne olur Allah aşkına, bana duada yardımcı olun! Allah aşkına bana yardımcı olun! Allah aşkına duada bana yardımcı olun! Ve şöyle deyin: Allahım, içte ve dışta, öteden beri imana, Kur'ana ve Resulullaha ve ehl-i imana düşmanlık yapanları sana havale ediyorum! Beddua etmedik. Bedduaya Amin demedik. Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Yeter Allahım! Sana havale ediyorum!"

"Ve bir gece, iki gece..." diye başlayıp devam eden "dua ve bayılma" faslı, üçüncü videoda, önceki faslın, yani "Edremit-Marmara"nın hemen ardından, kesintisiz bir şekilde geliyor. 03:46'dan itibaren, yukarıdakiyle aynı şekilde yer alıyor.


Şimdi, sadece üçüncü videoda olan "Edremit-Marmara" faslına geliyorum. Bu kısa videoda, "İkbal" faslı hiç yer almıyor (Bir altın makas işlemi olarak değil, vurgulanmak istenen kısım zaten uzun vaaz içinden seçilip çıkarılması gerektiği için yer almıyor). Videonun başından itibaren şöyle:

"Dünyada benim hiç bir muradım olmadı. Elliyi aşarken hiçbir muradım olmadı. ... Bir dikili taşım yoktur. Edremit'ten Marmara Denizi'ne kadar benim zeytinlerim olduğunu söyleyenler oldu. Apartmanlarım olduğunu söyleyenler oldu. ... Ama ben, Selahaddin Eyyubi gibi, "Mescidi Aksa bilmem kimin elindeyken, gülmeyi kendime haram" dedim. "Haram olsun!" dedim. Yumuşak döşekten bahsediyorlar. Güldüm ona. Onu başkalarına sormak lazım. Ben 30 sene evvel altıma bir hasır koymuştum, hala o hasırlar üzerindeyim! Hasırımı değiştirmedim! ... Bir şom ağızlılık daha yaptım. Bir kere daha sizi iz'ac edecek şeyler konuştum. Bir kere daha mele-i A'la'da reddedilecek sözler sarfettim. Bir kere daha ruh-u Seyyidü'l-Enam'ı rencide ettim. Bir kere daha temiz vicdanlara çuvaldız sapladım. Allah beni affetsin. Boşluğum, demek... Keşke onlar deseydi ben de demeseydim. Demeseydim. Çünkü ben, Ümmet-i Muhammed'in derdinden başka bir şey düşünmek istemedim. Derdim o olsun dedim. "Allahümmec'alni halimen selimen, ve evvahen müniba" dualarım içinde terketmediğim dualardandır. İnleyen insan olayım. Çünkü Alem-i İslamın durumu inlenecek durumdur! İnleyen insan olayım. Ve bir gece, iki gece, üç gece..."


Bu şekilde üçüncü videoda "Edremit-Marmara" faslından "dua ve bayılma"ya geçildiğini görüyoruz.

Şimdi, elimizdeki üç videoda, bu dört faslın nasıl yer aldığını görebiliriz:

Birinci video: "İkbal" ---> "dönüş ve final"
İkinci video: "İkbal" 
---> "dua ve bayılma"
Üçüncü video: "Edremit-Marmara" ---> "dua ve bayılma"
Ve bu üçünü bir araya getirerek, Şadırvan 2 vaazının doğal akışını şöyle tespit ediyoruz:

"İkbal" 
---> "Edremit-Marmara" ---> "dua ve bayılma" ---> "dönüş ve final"

Cemaat bir nedenden ötürü, youtube'da yayınlanan "resmi sürüm"de ne "Edremit-Marmara" ne de "dua ve bayılma" fasıllarına yer vermemiş, onları ALTIN MAKASla kesip çıkarmış. Ama, youtube ve facebook'ta dolaşan iki farklı sürümden birinde "dua ve bayılma"nın yer aldığını, sadece "Edremit-Marmara"nın montajlanarak çıkarıldığını, diğerinde ise her ikisinin de yer aldığını görüyoruz. 

Böylece, Fethullah Gülen'in 28 Ocak 1990'da İzmir Şadırvan Camii'nde verdiği "Şadırvan 2" vaazının, cemaat tarafından, şimdilik tam olarak kestiremediğimiz mülahazalarla zaman içinde yapılmış üç farklı sürümünü görmüş olduk. Ortalıkta Gülen'in "sohbet", "vaaz", "konuşma"sı gibi adlarla sirkülasyona sokulan ses ve görüntü kayıtlarını değerlendirirken, daha cemaat dışındaki kötü niyetli montajcılara gelmeden, cemaat tarafından dahi montaja tabi tutulmuş olabileceklerini her zaman hatırda tutmak gerek.

Son olarak, Gülen'in 1990'da serfettiği, yukarıda alıntıladığım "Selahaddin Eyyubi gibi, "Mescidi Aksa bilmem kimin elindeyken, gülmeyi kendime haram" dedim. "Haram olsun!" dedim." sözlerinden, Mavi Marmara için sarfettiği "Otoriteden izin alınmalıydı" sözlerine nasıl gelindiğini takdirlerinize bırakıyorum. Biz, Selahaddin Eyyübi'nin sözünü kendine düstur edinmiş Fethullah Gülen'i sevdik ve o Gülen'e kalbimizde, dualarımızda yer verdik. İşgalci İsrail'i "otorite" tanıyan Gülen'i değil!

19 Aralık 2013 Perşembe

Cumhur Mavi Tuna yerine Misket Havasını isterse ne olacak?

(Yine arşivden bir yazı. 29 Ekim 1998'de, Cumhuriyetin 75. Yılı kutlamaları münasebetiyle yazmıştım. O tarihte cumhuriyet, demokrasi, milli irade hakkındaki düşüncelerimi yansıtması açısından yayınlıyorum.)

Bu satırları Kızılay'daki Cumhuriyet Bayramı şenliklerinden ayrıldıktan
hemen sonra yazıyorum. Saat gecenin ikisine yaklaşıyor. "Şu Cumhuriyeti
keşke Haziran'da ilan etselerdi" dedirtecek bir soğuğa rağmen gecenin
birine kadar coşkusunu kaybetmemiş bir kalabalığın içinden geliyorum.
Ben olay mahalline intikal ettiğimde sahnede Mahsun Kırmızıgül vardı.
Değişik zaman ve zeminlerde çok kalabalık gördüm; hiç Kızılay'da
Mahsun'u dinleyenler kadar coşkulusuna rastlamamıştım. Aslında her zaman
00:20'de kalkan son Metroya binip evime gitmek kaygısıyla bir an önce
yoluma gitme niyetindeydim ama kalabalığın coşkusu orada
kalmamı bir gereklilik haline getirdi.

Mahsun sahnedeyken üstüne gençten bir çocuk üstüne atladı. Ona
sarılmaya, yanaklarından öpmeye çalışıyor bir yandan da ağlıyordu. "Seni
çok seviyorum" diyordu delikanlı Mahsun'a. Kalabalığın Mahsun'u sevdiği
belliydi. Bu yaz bir arkadaşımla Moskovada bir konserin kıyısından
geçmiştik. Orada yüksek dozda alkolün etkisiyle kendinden geçmiş acaip
bir kalabalık vardı. Daha önce hiç öylesini görmediğim bir kalabalık.
Herkes, ellisine merdiven dayamış kadınlar da dahil olmak üzere
şarkılara katılıyor dansediyordu. Ama Mahsun'un seyircisi
Moskova'dakilerden daha heyecanlı, daha hareketliydi. Kabul etmem
gerekir ki ortamda belli ölçüde alkolün de mevcudiyeti hissediliyordu
ama efendice tüketilmiş bir alkoldu bu. Ortalığı bira tenekelerinden
oluşmuş sıradağlar kuşatmamıştı. Adam gibi içilmişti, aile olan yerde
ölçülü davranma esasına cümleten riayet ediliyordu.

Mahsun sahneden inmek istemiyor, kalabalık dağılmayı reddediyordu.
Mahsun "Herşeyim sensin" şarkısını okuyarak programını bitirdiğinde saat
geceyarısını çoktan geçmişti. Programın sunucusu son bir sanatçılarının
daha olduğunu ama seyircilerin biraz sabırlı olmaları gerektiğini
söylediğinde bu son sanatçının kim olduğu üzerinde etrafımda yapılan
tahminler Murat Göğebakan, Hakan Taşıyan ve Burak Kut gibi isimler
üstünde yoğunlaşmıştı. Sabırsız seyirciler bu sırada ıslık çalmaya
çoktan başlamışlardı. Sunucu orada "canlı" müzik çalmanın
zorluklarından, bir saz heyetinin sahneyi terketmesiyle diğerinin kendi
düzenini kurması arasında mecburen belli bir zamanın geçmesinin
gerekliliğinden falan söz ederek sabırsız seyirciyi yatıştırmaya
çalışıyordu. Kendi kendime "E tabii, bu kalabalık bir saatte otuz
şarkıcının pleybek yaparak sahne aldığı konserlere alışık, onlara canlı
müzik yapmaya kalkarsan böyle ıslıklanmayı da göze alacaksın." dedim.

Neyse on dakikalık sabırsız bir bekleyişten sonra sahneye Rock yapmaya
niyetli birileri çıktı. Adının Kıraç olduğunu öğrendiğimiz biri
gitarının tellerini tingirdatmaya başladı. İlk parça Antepin Fransızlara
karşı direnişini konu alan bir kahramanlık türküsüydü. Sahnenin önünde
bir Rockçı güruhu toplanmış bir yandan bongo(?) yapıyorlar yani
kafalarını şiddetle yukarı aşağı sallıyorlar bir taraftan da
metalcilerin işaretini yapıyorlardı elleriyle. İşaret ve serçe
parmaklarını kaldırıyor, ortadaki iki parmağı avuçiçine yapıştırıyorsun.
Başparmak avuçiçindeki iki parmağın üstüne geliyor.  İki elinin
parmakları da bu şekle girdikten sonra ritme uygun bir şekilde kollarını
sallamaya başlıyorsun. İşte sana metalci işareti. Şeytanla falan bir
ilgisi var sanırım, ama tam ayrıntısını şimdi çıkaramıyacam.

Kıraç kardeşim seyircinin kıvamını iyi tartmış olacak ki halaylarla, Kiziroğlu
Mustafa'yla, Kağızman'a nargile ısmarlamakla devam etti. Kızılay
Meydanı'ndaki kalabalık tam kıvamına gelmişti. Ben de bu sırada sahneye
iyice yaklaştım, kendime yüksekçe bir yerde tüm alana hakim bir mevzi
buldum. Bir de ne göreyim, sahne önüne birikmiş  metalciler sandığım
grubun yarısı başparmaklarını avuçiçine bastırmak yerine diğer iki orta
parmakla ileriye doğru uzatıp öyle kavuşturuyorlar: Bozkurt bunlar!
Metalci işareti yapanların Bozkurt işareti yapan ülkücülerle birlikte
halay çeker mi, Cumhuriyet Bayramı'nda çeker! Keyfim iyice yerine geldi.

Sonra kalabalığı gözlerimle taramaya başladım. İşte, ileride zafer
işareti yaparak halay çeken bir grup vardı. Tıplerinden solcu oldukları
hemen anlaşılıyordu. Belki İşçi Partili, belki HADEPli. Bu gençler yarın
üniversite kampüslerinde gırtlak gırtalağa geleceklerdi ama Cumhuriyet
Bayramı'nın hatırına omuz omuza Kağızman yolcusuydular.
Başka başka el işaretleri de vardı, ama onların anlamlarını çözemedim.

Tabii işareti filan boşverip gecenin tadını çıkaran da birşuru vatandaş
vardı meydanda. Sahneden Misket Havası yükselince yanıbaşımda duran
ceketli kravatlı memur kılıklı yaşını başını almış koca koca adamlar
bile oynamaya başladı. Çevik Kuvvet polisleri cıvıttırmakla karizmayı
korumak arasındaki ince çizgide gidip geliyorlardı.  Misket havası
herkesin havasını yerine getirmişti. Halkımız eğleniyordu, cumhur
Cumhuriyetini 75 yıl sonra bir kere daha ilan etmişti.

Kızılayda gece klasik müzikle başladı. Önce Bilkent Senfoni Orkestrası
Mavi Tuna valsını çalarken, smokinli erkeklerden ve chic balo
kıyafetlerine bürünmüş kadınlardan oluşan yüzküsur kişilik bir grup,
içlerinde Devlet Bakanı Cavit Kavak eşi olduğu halde dansetti. Ardından
Mavi Tuna valsi tekrar çalındı; bu sefer meydanı dolduran onbinler için.
Bu görüntüleri televizyondan izledim. Alanın her tarafında pek çok
çiftin, belki binlercesinin dansettiği görülüyordu. Ama gecenin
ilerleyen saatlerinde halay çekenlerin coşkusuna yetişmeleri imkansızdı.
Yanlış anlaşılmasın Mavi Tuna'ya karşı değilim, ama beni heyecanlandıran
beni ağlatan Mavi Tunanın ölçülü süzülüşü değil Fırat'ın, Dicle'nin,
Sakarya'nın, Ceyhanla Ceyhunun  doludizgin çağlayısı.

Bu yazının başlığını "Misket Mavi Tuna'ya karşı" diye atmak geldi aklıma
ilk olarak ama sonra düşününce gördüm ki Mavi Tuna'ya karşı olan yok ki!
Düğünlerde belki vals değil ama onun kuzeni komparsita yapılmıyor mu ilk
olarak? (Gerçi son zamanlarda ilk dans müziği olarak Mariah Carey tercih ediliyor ama o da aynı ailenin bir
üyesi sayılır) "Adet yerini bulsun" diye diye komparsıta da milli örf ve
adetlerimiz arasına girmeyi başardı. Yerine Mariah Carey bile çalınsa
tedirgin oluyoruz, "Bu yeni adet de nerden türedi böyle?" diyoruz.
Gelinle damat ilk danslarını ediyorlar, sonra manzarayı kurtarmak
babından üçbes çift daha onlara katılıyor ama salon temellerinden
sallanmaya Çiftetelliyle başlıyor. Bizim düğünlerimizde aslolan
oynamaktır, göbek atmaktır ama her zaman komparsıtaya da bir yer bulacak
kadar engindirler.

Ama bazıları bu ülkede Mavi Tuna valsine şerik koşulmasından son derece
rahatsızlar ülkemizde. "İlle de Mavi Tuna, başkası olmaz" diyorlar başka
bir şey demiyorlar. Mavi Tuna'yı Misketin karşısına dikiyorlar. "Ya Mavi
Tunayla vals yapıp çağdaşlaşacaksın, ya da Misket oynayarak geri
kalacaksın." Cumhur yaramaz bir çocuk gibi valsten kaçıyor ama. Valsten
sonra Misket de oynamak istiyor. Misketi kıvıramayan için horon var,
zeybek var, Dadaş bari var, çayda çıra var. Herkesin kendine göre
tutturacağı bir hava var. Cumhur Strauss'u ancak "SİT-RAA-US" diye
telaffuz edebiliyor; Cumhur'un gönlünde Mahsun yatıyor. Cumhur Mavi
Tuna'yla Misket arasında seçme yapmak zorunda bırakılırsa Misket'e
meylediyor. Mavi Tuna'yla Misket arasında bir seçim yapmak bu kadar
gerekli mi sahiden? Milletçe vals yapmayı öğrenirsek bizi Avrupa
Birliği'ne kabul ederler mi acaba?

Cumhursuz Cumhuriyet olmaz. Bu gece Kızılay Meydanı'nda bunu anladım.
Herkese Cumhuriyet kutlu olsun.