6 Aralık 2013 Cuma

Dershane Tartışmasına Katkı -4- : Okullarda yazı yazmak da öğretilir ama yazı yazma becerisini testle ölçemezsiniz

Üniversite sınavlarının eğitim sistemimize verdiği en büyük zarar, öğrencilere artık sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmenin imkansızlaşmasıdır. Oysa sınavda işe yaramadığı halde gerçek hayatta vazgeçilmez olan pek çok bilgi ve beceri bulunmaktadır. Bu sınav sisteminin baskısı altında öğrencilere, bilgi toplumunun gerektirdiği donanımların kazandırılması mümkün değildir. "Dershane tartışmasına katkı" yazı dizisinin ilk bölümünde, üniversite sınavının zararlarını sıralarken bu konuyu 7. maddede şöyle dile getirmiştim:

"7. Bütün bunlardan önemlisi, ilköğretimin ve lise eğitiminin tek amacının üniversite sınavını kazandırmak haline gelmesidir. Bunun sonucunda, öğrencilere sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmek, bir beceri kazandırmak imkansızlaşmıştır. Eğitim sistemimiz, bir konu üstünde araştırma yapma, rapor ve makale yazma, bir projeyi adım adım gerçekleştirme, ekip çalışması yürütme gibi hayati önem taşıyan pek çok beceriyi öğrencilere kazandıramamaktadır. Bunun da en önemli nedeni, üniversite sınavlarında başarılı olmak için bu becerilere ihtiyaç olmamasıdır."

Dizinin 3. bölümünde, temel eğitimde ve liselerdeki eğitimin bütünüyle üniversite sınavlarına endekslenmesi sonucu okullarda öğretilemeyen beceri ve donanımlardan "Kitap Okuma"yı ele almıştım. Bu bölümde, "Yazı yazma" üstünde durmak istiyorum.

Yazı yazma

Zaman zaman gazetelerde, Türkçe’nin kurtarılması gerektiği ve gençliğin birkaç yüz kelimeyle bir kuş dili konuşur hale geldiğinin yazıldığı makalelerde, gençlerin doğru dürüst bir dilekçe bile yazamadıklarından dem vurulur. Gerçekten de bizim eğitim sistemimiz, dilekçe yazma özürlü mezunlar veriyor. Peki, insanların hayatta yazı yazmaya duydukları tek ihtiyaç, bir devlet dairesinde dilekçe yazmak gerekince mi ortaya çıkar. Elbette hayır. Yazı yazmak, sadece kitap yazarlarının, gazetecilerin ihtiyacı olan bir beceri değil. Kaldı ki memleketimizde yazar takımının da ne derece iyi yazdığı tartışmalı.

Gelişmiş bir toplumda her iş yazıyla yürür. Burada “yazı” deyince, cep telefonundan kısa mesaj olarak atılmak üzere, bir kitapçıktan kopyalanan Sevgililer Günü kutlamasından söz etmiyorum, her çeşit yazılı metni kastediyorum. Bir borsa uzmanı, ekonomideki gelişmeleri ve borsanın geçmiş yıllardaki performansını dikkate alarak, önümüzdeki altı aylık dönem için beklentilerini bir öngörü raporu (forecast report) olarak yazar. Bir master veya doktora öğrencisi, araştırmalarının sonucunu bir tez olarak yazar. Bir akademisyen bilimsel makale veya kitap yazar. İş başvurusu yapan biri, özgeçmişini yazar. Emekli bir asker, Türkiye’nin neden AB’ye üye olmaması gerektiği konusunda kitap yazar. Bir öğretmen, ders planı yazar. Bir holdingde yeni işe girmiş idealist bir MBA, holdingin neden yeniden yapılanması gerektiğini üstlerine anlatan bir öneri metni yazar (Tabii ülkemiz şartlarında, “Sen de nerden çıktın?” diye ertesi gün işten atılabilir, o ayrı.) Bir sanayi odası başkanı, Gümrük Birliği’nin ne büyük zararları olduğunu anlatan bir kitapçık yazar (Kim olduğunu siz tahmin edin). Bankadan kredi alarak Türkiye’nin en büyük mandırasını kurmak isteyen bir girişimcinin de işletme plan ve projelerini yazması, bu plan ve projelere kredi verilebilir (credible) olduğunu göstermesi gerekir.

Uzun lafın kısası, üniversite mezunu olmayı gerektiren ve geniş bir organizasyonda görev alan her meslek sahibinin işi hayatında, birşeyler yazması gerekir. Düzgün ve anlaşılır yazmak ise, tıpkı kitap okumak gibi, eğitimin erken aşamalarından itibaren öğrenilmesi ve üstünde çalışılması gereken bir beceridir. Yukarıda zikredilen yazı tipleri aslında birbirlerinden pek de farklı olmayan temel kurallara uyarlar. Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri, bir romanda bulunduğu gibi yukarıda zikredilen yazılarda da bulunmalıdır. Bir öğrencinin okul yıllarında hazırladığı ödevler, yazdığı kompozisyonlar ve makaleler, dolayısıyla gelecekte iş icabı yazması gereken yazılar için bir hazırlıktır.

ABD’de büyük bir araştırma laboratuvarında çalışan bir arkadaşım, vaktinin %60’ının rapor yazmakla geçtiğini söylemişti. Aslında bizde de ilke olarak pek çok şeyin yazılması gereklidir. Ancak işlerin büyük bölümü aslında sözlü olarak halledilir, daha sonra formalite yerine gelsin diye yazıya dökülür. Mühendislik bölümlerinde okuyan öğrencilerin yazları bir veya iki staj yapmaları ve sonra bu stajda öğrendiklerini bir rapor olarak yazmaları mecburidir mesela. Ama yaz bitip okul açıldıktan ve staj raporlarını teslim etme tarihi geldikten sonra, herkesi bir telaş alır ve ortalıkta, geçen yıllardan kalma staj raporları uçuşmaya başlar. Staj raporu yazma şartı, başlangıçta iyi niyetli bir fikir olarak konmuştur, ama eğitimleri boyunca yazı yazmayı öğrenmemiş öğrenciler için bir angaryaya dönüşmüştür.

Yazmak öğrencilerden önce öğretmenler için bir angarya ise nasıl dönüşmesin! Yine iyi niyetli bir fikir olarak konulan bir kural, bir okulda aynı dersi veren ve dolayısıyla eğitimcilerin deyimiyle bir “zümre” oluşturan öğretmenlerin düzenli olarak toplanıp konuşmaları, eğitim kalitesini nasıl yükseltebileceklerini tartışmaları ve vardıkları sonuçları bir toplantı raporu olarak yazmalarıdır. Yine öğretmenler, her ders yılı başında yıllık plan yapmak zorundadırlar. Ama gelin görün ki, kendileri öğrenci iken yazı yazmasını öğrenmemiş öğretmenler, bu zorunlulukları birer angarya olarak görmektedirler. Ders planları bir yerden kopyalanır, aslında zümre toplantısı falan yapılmadığı halde bir öğretmen oturur ve hayali bir toplantının tutanağını yazar. Google’da “yıllık plan” ve “zümre toplantısı” diye taramalar yaptığınızda, Türkçe eğitim sitelerinin çoğunda bu plan ve raporların “hazır” olarak sunulduğunu görürsünüz. Eskiden, İnternet ve yazıcılar daha henüz memleket sathına yayılmamışken, sayfalar dolusu plan ve raporları kopya etmek bile büyük bir zahmetti. Şimdi iki tıkla indirilen dosyalara isimler ve tarih eklendikten sonra yazıcıdan çıktı alınmakta ve yazı yazmanın dayanılmaz ağırlığından böylece kurtulunmaktadır. Güzel ve anlaşılır yazmayı, kendileri yazmaktan imtina eden, yazmasını beceremeyen öğretmenler, öğrencilerine nasıl öğretecekler?

Bundan nerdeyse 20 yıl önce, Türkiye'nin önde gelen üniversitelerinden birinde, mühendislik 1. sınıf öğrencilerinin laboratuvar asistanlığını yapmıştım. Bu öğrencilerin çoğu, üniversite sınavında ilk 500'e, ilk 1000'e girmişlerdi, ancak laboratuvar deneyleri için rapor yazarken büyük zorluklar yaşıyorlardı. Öğrencilere, yazmaları beklenen raporun her bölümü ayrıntılı olarak söylenmişti, hatta dikte ettirilmişti, öyle yaratıcı yazarlık yapmaları gereken bir durum yoktu ortada. Öğrencilere esneklik tanınan tek bölüm, deneyle ilgili yorumlarını, değerlendirmelerini, kişisel gözlem ve deneyimlerini yazmaları beklenen kısa bir sonuç bölümüydü. Ama yine de çok sayıda öğrenci, asistanlara gelip, “Hocam, şimdi biz bu sonuç bölümüne ne yazacağız?” diye çaresizce soruyorlardı.

Fizik, Kimya gibi üniversite birinci sınıf derslerinin laboratuvar deneylerini yapanlar bilir, sürtünme gibi hayatın gerçekleri yüzünden, ders kitaplarında anlatılan ideal sonuçlara yaklaşılır, ama hiçbir zaman bu idealler aynen görülmez. Biz asistanlar öğrencilere “Deneyde ne gördüyseniz sonuç bölümünde onu yazın.” diyorduk, ama öğrenciler akıllarını, kitaplarda öğrendikleri, hakkında binlerce test sorusu çözdükleri ideal durumdan bir türlü alamıyorlardı. Deneyde ideal sonuçları elde edemeyişlerine kafayı takıyorlardı. Bir anlamda, hayatın gerçekleriyle yüzleşmekten kaçınıyorlardı. Sonuç bölümünde, neden ideal sonuçları elde edemediklerini tartışmak zorlarına gidiyordu. Sanki ayıp bir şeydi bu. Öte yandan, kendilerini ağır ve resmi bir dil kullanmaktan alıkoyamıyorlardı. Kendi gözlemlerini açıkça yazmaktan çekiniyorlardı. 

Burada, bizim eğitim sistemimizle ilgili daha derin ve karmaşık bazı sorunların da izleri var, ama benim yazı yazmayla ilgili söylemek istediğim şu: Yazı yazmak, biz Türkleri kasan, gerginleştiren ve tuhaf bir devlet ciddiyetine büründüren bir faaliyet. Çünkü yazı, ancak “resmi” bir iş için yazılır. Yazı, gerçeğin canlı ve bireysel ifadesi değil, resmi ideolojinin soğuk ve kişiliksiz kurmacası haline gelmiştir.

Burada sözünü ettiğim öğrenciler, Türkiye’de üniversite sınavlarında en yüksek puanları alan öğrenciler arasındaydılar. Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, özel kolejler sınavlarından seçile seçile gelmiş, Türkiye’nin en iyi okullarında okumuştular. Üniversite sınavında şu kadar net yapmışlardı. Deneylerini yaptıkları konular yeni şeyler değildi, her biri bu konularla ilgili, abartısız binlerce test sorusu çözmüşlerdi. Ama iş, deney sonunda bir paragraflık bir sonuç bölümü yazmaya, kıssadan hisse çıkarmaya gelince, afallıyorlardı. Çünkü aldıkları eğitim, onlara yazmayı öğretmemişti.

Türkiye'nin önde gelen bu üniversitesindeki asistanlık tecrübemin ardından, doktora çalışması için ABD’ye gittim. ABD'deki üniversitede asistan olarak, Türkiye'deyken yaptığım işin tam olarak aynısını yaptım. Hatta laboratuvar asistanlığını yaptığım birinci sınıf dersinin ders kitabı, laboratuvar düzenekleri bile aynıydı. Türkiye'deki öğrencilerim, üniversite sınavlarında en yüksek puanları almış öğrencilerdi. ABD'deki üniversitem ise, Amerika’daki üniversite sıralamasında ilk 50'ye bile giremeyecek, "vasat" bir eyalet üniversitesiydi. Amerika'daki öğrencilerim, Türkiye'dekilerle karşılaştırıldığında, çok daha aşağı bir seviyedeydiler. Aynı deneyleri onlara da yaptırdım, aynı raporları onlara da yazdırdım. Amerikadaki öğrencilerin lise eğitiminde aldıkları Fen dersleri altyapısı daha zayıf olduğu için, başka sorunları vardı, ama en azından, raporun yorum bölümünde, deneyde ne gördüler, ne yaptılarsa yazmaktan çekinmiyorlardı.

Derken, kaderin cilvesi, teknik bir alandan sosyal bilimler alanına geçiş yaptım. Bu geçiş, mühendislik öğrencilerine laboratuvar asistanlığı yapmaktan iktisat, işletme, uluslararası İlişkiler vb "sözel" bölümlerin birinci sınıf öğrencilerine sosyal bilimlere giriş derslerinin asistanlığını yapmaya geçiş anlamına geliyordu. Bu öğrenciler, mezun olduktan sonra iş hayatlarında “söz” ve “yazı”yla çok daha fazla haşır neşir olacaklardı. Ama birinci sınıf sosyal bilimlere giriş derslerinde yazı yazma konusunda yaşadığımız sorunlar, çok daha büyüktü. Çünkü bu derste öğrencilerden, standardı belli deney raporları değil, kelli felli  “makale”ler yazmalarını bekliyorduk. Tamam kelli felli göreceli bir şeydir, 10-15 sayfalık bir makale bu öğrenciler için kelli felli sayılırdı!

Üniversite birinci sınıfta sosyal bilimlere giriş dersi için makale yazan öğrencilerin en büyük sorunu, tıpkı deney raporu yazan mühendislik öğrencilerinde olduğu gibi, yazının sonunda bir sonuca varmaktı. Öğrenciler, kütüphanedeki değişik kitaplardan, İnternet sitelerinden, sağdan soldan, çeşitli bilgileri “kes-yapıştır” yöntemiyle arka arkaya dizip sayfalar doldurabiliyorlardı. Bir firavunun hayatını uzun uzun anlatabiliyorlardı. Ama iş, bu anlatımı bir sonuca bağlamaya gelince orada tıkanıyorlardı. Çünkü, bir makalede bir tez ortaya atmayı, sonra bu tezi sağlam delillerle desteklemeyi ve bir sonuca ulaşmasını bilmiyorlardı, lisede onlara bu öğretilmemişti.

Hadi burada, asistan olarak karşıma gelen öğrencileri hırpalamaya bir son vereyim ve bir de kendi hikayemi anlatayım. Asistanı olduğum birinci sınıf öğrencilerinin akademik yazı yazmada yaşadıkları zorlukları ben de kendi akademik çalışmalarımda yaşıyordum. Türkiye şartlarında iyi bir eğitim almış, iyi okullarda okumuştum. Ama kimse bana yazmasını öğretmemişti. Aradan bunca yıl geçti, hala yazmakta zorlanıyorum.

İçlerinde benim de bulunduğum, Türkiye’nin üniversite sınavlarında başarılı olmuş öğrencilerinin yazı yazmakta ne denli zorlandıklarını anlatmaya çalıştım. Eğer eğitim sistemimiz bizlere yazma becerisini kazandıramamışsa, diğer onbinlerce öğrencinin durumunun nasıl olduğunu tahmin etmek zor değil.

Bilim ve teknolojinin ön plana çıktığı çağımızda insanları yazı yazmanın önemine inandırmak bile zor olabiliyor. ABD’deki Massachusettes Institute of Technology adlı meşhur okulun rektörü, 1920li yıllarda, üniversite birinci sınıfta, yazı yazmanın ağırlıklı yer tuttuğu İngilizce dersini almak istemeyen öğrencilere, bu dersi almaları gerektiğini, “İleride patent başvurusu yapmanız gerekecek.” diyerek anlatmaya çalışmış.

Ancak genel olarak Amerikalı ve Avrupalıların, en azından içlerindeki okumuş takımının, yazı yazmada ve kendini ifade etmede bizlerden daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden, Türkiye’de hakkında ciltler dolusu yazı yazılan, ama artık Arap saçına dönmüş sorunlar hakkında Amerikalı bir gazeteci geliyor, bir iki yıl burada kaldıktan sonra 300 sayfalık bir kitapta, bizim yıllardır türlü laf oyunlarıyla bir türlü ortaya koyamadığımız gerçekleri suratımıza çarpıyor. Ardından bizim gazete yazarlarımız, akademisyenlerimiz, Amerikalının “gerçekte ne demek istediği” hakkında yine uzun tartışmalara dalıyoruz. Şüphesiz, bugün gazete yazarı ve akademisyen olan 50li yaşlardaki insanlar, üniversite sınav sistemi mevcut halini almadan önce eğitimlerini tamamladılar, bu yüzden burada sınav sistemini suçlamak gibi bir anakronizme düşecek değilim. Ancak buradan belki şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Bizim kültürümüz, eğitim sistemimiz veya ne derseniz deyin bir şeyimiz, kendimizi yazılı veya başka bir şekilde iyi ifade etmemizi zorlaştırıyor. Ortada zaten bir zorluk var. Üniversite sınav sistemi ise, bu konunun üstüne eğilmeyi, yaşadığımız zorluğu çözmek için okullarda gayret sarfetmeyi imkansızlaştırıyor.

5 Aralık 2013 Perşembe

Dershane tartışmasına katkı -3- Öğrencilere Sınavda İşe Yaramayacak Bilgi ve Becerileri Öğretmenin İmkansızlığı

Üniversite sınavlarının eğitim sistemimize verdiği en büyük zarar, öğrencilere artık sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmenin imkansızlaşmasıdır. Oysa sınavda işe yaramadığı halde gerçek hayatta vazgeçilmez olan pek çok bilgi ve beceri bulunmaktadır. Bu sınav sisteminin baskısı altında öğrencilere, bilgi toplumunun gerektirdiği donanımların kazandırılması mümkün değildir. "Dershane tartışmasına katkı" yazı dizisinin ilk bölümünde, üniversite sınavının zararlarını sıralarken bu konuyu 7. maddede şöyle dile getirmiştim:
"7. Bütün bunlardan önemlisi, ilköğretimin ve lise eğitiminin tek amacının üniversite sınavını kazandırmak haline gelmesidir. Bunun sonucunda, öğrencilere sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmek, bir beceri kazandırmak imkansızlaşmıştır. Eğitim sistemimiz, bir konu üstünde araştırma yapma, rapor ve makale yazma, bir projeyi adım adım gerçekleştirme, ekip çalışması yürütme gibi hayati önem taşıyan pek çok beceriyi öğrencilere kazandıramamaktadır. Bunun da en önemli nedeni, üniversite sınavlarında başarılı olmak için bu becerilere ihtiyaç olmamasıdır."
Temel eğitimde ve liselerdeki eğitimin bütünüyle üniversite sınavlarına endekslenmesi sonucu okullarda öğretilemeyen beceri ve donanımlardan söz edeceğim bu bölümün ana başlıkları şöyle:
-                     Kitap Okuma
-                     Yazı Yazma
-                     Araştırma yapma (research)
-                     Sözlü sunum yapma (presentation)
-                     Kendini ifade etme
-                     Sosyal faaliyetler de dahil farklı ilgi alanları ve hobilerde derinleşme
-                     Ekip çalışması
-                     “Bilgisayar Destekli Eğitim” başta olmak üzere, “yeni” eğitim metot ve anlayışları.

Kitap Okuma

Kitap okumakla başlıyorum. Evet, kitap okumak bir beceridir ve her okur-yazar beceremez bunu. Nüfusunun %80’inin okur-yazar olduğu ileri sürülen ülkemizde çoğu kitabın ilk baskısının 1000 adetle sınırlı kalması, milletçe kitap okumayı pek sevmediğimizi gösteriyor. Bu acı durumda bize okullarda kitap okumanın öğretilmemiş olmasının da şüphesiz katkısı var.

Şu günlerde Milli Eğitim Bakanlığı, bütün lise öğrencilerinin okumaları veya en azından haklarında fikir sahibi olmaları beklenen bir “Klasik kitaplar” listesi yapmaya çalışıyor. Eğitimciler, yazarlar, akademisyenler, gazeteciler, Türkiye’de hangi kitapların, eğitimli herkes tarafından okunmuş olması gerektiğini tartışıyor, bir ortak paydada buluşmaya çalışıyorlar. Kitap okumanın faydaları tartışılmaz, hele bir ülkenin eğitimli insanlarının belli bir külliyata dayanan ortak bir entelektüel altyapıdan beslenmelerinin önemi ortada, ancak kitap okumak, eğitim açısından, kitapları sadece okumanın da ötesinde bir değer taşıyor. Başka bir deyişle, öğrencilerin kitapları okulda, eğitimin bir parçası olarak okumaları, evlerinde okumalarından çok daha önemli ve gerekli. Okulda okunan kitap aynı zamanda, üstünde araştırma yapılan, sınıfta tartışılan, hakkında değerlendirme yazısı yazılan ve sunum yapılan, üstünde durulup düşünülen bir kitaptır. Burada öğrenilenleri, bir öğrencinin evde, kendi başına kitap okuyarak öğrenmesi mümkün değildir.

İyi ama, önünde üniversite sınavı gibi yaklaştıkça büyüyen bir heyula olan bir öğrenciye nasıl kitap okutacaksınız? Öğrenci açısından bir kitabı okumak için harcanacak zamanda şu kadar test sorusu çözmek mümkündür ve öğrenci, sınavda başarılı olmak için 100,000 test sorusu çözmesi gerektiğini düşünüyorsa tercihi her zaman için test çözmekten yana olacaktır. Test çözmek karşısında kitap okumanın bir şansı yoksa, kitapla ilgili yazıları okumak, kitabın üstünde düşünmek, kitabın özetini çıkarmak, kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmak gibi faaliyetlerin hiç yoktur.

Bol kitap okumak öğrenciye zaman kaybettirip sınav başarısını kösteklediği gibi, hiç kitap okumadan üniversite sınavında başarılı olmak da pekala mümkündür. Türkiye’de taban puanı yüksek bölümlerini kazanmış pek çok kişiyi tanımış, bu bölümlerdeki pek çok öğrenciye asistanlık etmiş biri olarak bunun yakın tanığıyım.

Kitapları sınavın konusu yaparak bu sorunu çözemezsiniz. Öğrenciler kitap okumak yerine bu sefer kitaplarla ilgili test sorularını çözmeyi yeğleyeceklerdir. Bir kitabı test sorularına konu etmekle öğrencilerin kitabın içeriği hakkındaki bilgilerini ve yorumlarını ölçebilirsiniz, ama bizde şu anda ÖSS’de bu bile yapılmıyor. Eskiden, iki basamaklı sistemde, ÖYS’de, özellikle Tanzimat sonrası Batı etkisindeki Türk Edebiyatı eserleri hakkında bazı sorular olurdu, ama bu sorular, “Eylül romanında hangi konu işlenmektedir?” ve “Mai ve Siyah’ı kim yazmıştır?” gibi, cevapları ezberlenmeye müsait, ve dolayısıyla cevapları ezberlenen sorulardı. Ne var ki kitabı test sorularına konu ederek, yukarıda sözü edilen “kitap okuma becerisi”ni ölçmeniz mümkün değil.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Dershane tartışmasına bir katkı: Üniversite giriş sınavlarının eğitime zararları üzerine “içeriden” bir görüş -2-

Önceki yazıda, dershane tartışmasına ta 2004'te yazdığım bir yazıyla katılmıştım. O yazıda sıraladığım, "üniversite giriş sınavlarının zararları"ndan birincisi şöyleydi:

"1. Sınav, araç olmaktan çıkmış, sınava hazırlanmak başlı başına bir amaç haline gelmiştir. Sınavda başarılı olmak için olağanüstü emek sarfedilmekte, ama bu emeğin karşılığında, emekle orantılı bir eğitsel fayda elde edilmemektedir. Üniversite sınavları, milyonlarca gence ve ailelerine sıkıntı, gerilim, korku ve endişe dolu uzun yıllar yaşatmaktadır. Sınav, sınav öncesi hazırlığın yıllar öncesinden başlaması ve sınava iki, üç hatta dört kez üst üste  girilmesi sonucunda bütün bir gençlik çağını kapsamakta ve karartmaktadır. Sonuçta, milyonlarca öğrencinin ve bir ülkenin yılları, üniversite hazırlığı için heba olmaktadır."

Şimdi bu maddeyi açayım.

Sınav Araç Olmaktan Çıkıp Amaç Haline Gelince

 
Üniversite giriş sınavı, sadece bir araçtır, üniversiteye girmenin aracıdır. Ve üniversiteye girişte böyle bir sınav yapılmasının tek nedeni, üniversitede okumak isteyenlerin sayısının üniversitelerin kapasitesinden çok fazla olmasıdır. Eğer Türkiye, 100 üniversitesi ve 10 milyon nüfusu olan bir ülke olsaydı, bugünkü gibi bir sınava ihtiyaç duymayacaktı. Eğer Türkiye, 150 üniversitesi olan bir ülke olabilse, belki de üniversite sınavı, bugünkü gibi bir karabasan olmayacak. Ama bugün üniversite giriş sınavına her yıl 1 milyondan fazla kişi başvururken, üniversitelere 200 bin kişi ancak girebiliyor. Bu durumda, öğrenciler arasında yarış kaçınılmaz oluyor.
Üniversite giriş sınavı bugün araç olmaktan çıkmış, başlı başına bir amaç haline gelmiştir.
 
Üniversitede okumak isteyenler arasından bir bölümünü “seçmek” ve sonra bunları uygun bölümlere “yerleştirmek” için bir yarış düzenliyoruz. Yarış bir test sınavı. Sınavda yüksek puan alanlar, yarışta öne geçiyor ve istedikleri bölümlere giriyorlar.  Bütün bunları uzun uzun anlatmamın nedeni şu: Eğer, her isteyen öğrenciyi üniversiteye yerleştirebilseydik, bu sınava ihtiyacımız olmayacaktı.

Üniversite giriş sınavlarının amacı üniversiteye girmektir, değil mi? Yani, aslolan üniversitede okumaktır, sınav ise üniversite eğitimine açılan kapıdır. Öğrencilerin ilköğretimde ve lisede aldıkları eğitimin onları üniversiteye hazırlaması gerekir. Oysa bugün geldiğimiz noktada, üniversite giriş sınavları, eğitim sisteminden bağımsız bir nitelik kazanmıştır.

Eğer üniversite giriş sınavları, sınavdan birkaç ay önce sınav için özel bir çalışmaya girilerek veya lise son sınıf boyunca dersaneye gidilerek hazırlanılan ve bu şekilde girilen sınavlar olsaydı, eğitim sisteminin geri kalan bölümlerine bir zararları olmazdı. Öğrenme asıl olarak okulda gerçekleşir, öğrenciler çoktan seçmeli test sistemine alışmak için belli bir çalışma yaptıktan sonra sınava girerler ve bu dönemi atlatmış olurlardı. Ancak sınav, şu anda o kadar büyümüş durumda ki, sınava hazırlık dışında bir eğitim faaliyeti yürütmek imkansızlaşmış durumda.

Arkadaşlar, öyle böyle değil, kontrolden çıkmış bir sınav çılgınlığından söz ediyorum. Bugün eğitim sistemimizde, lise ve üniversite eğitiminin arasında fiilen bir “üniversite sınavlarına hazırlanma” eğitimi oluşmuş durumdadır. Eskiden üniversite sınavlarına hazırlanmak, çoğu öğrencinin sadece lise son sınıfta yaptığı, ilk girişinde kazanamayan öğrenciler için ikinci yıla sarktığı bir işti. Bugün, iki yıl, üç yıl, hatta dört yıl boyunca tekrar tekrar sınava giren, lise öğrenciliği kadar uzun bir süreyi “dersane öğrencisi” olarak geçiren bir öğrenci neslinden söz ediyoruz. Daha da kötüsü, sınav hazırlığı liseyi bitirdikten sonraki yıllara sarktığı gibi, lise son öncesindeki yılları da giderek artan bir şekilde kaplamaya başlamış durumda.

Bugün öğrenciler, ilköğretim 6. sınıftan itibaren dersaneye gitmeye başlıyorlar ve dersane eğitimleri, üniversiteyi kazanana kadar sürüyor. Nerden bakarsanız bakın, 5 yıllık bir hazırlıktan söz ediyoruz.
Lise son sınıfa başlayan öğrenciler, Ağustos-Eylül aylarında, dersanelerde sınav hazırlığına başlarken bu öğrencilere, “Sınava kadar 100.000 soru çözeceksiniz” diye şartlandırılıyorlar. 100 bin soru, dile kolay! Eğitsel açıdan, bir öğrencinin sınavda soru gelen ders konularını öğrenmesi için bu kadar soru çözmesine gerek yok. Bir noktadan sonra bu kadar soru çözmenin bir getirisi de yok. Sadece, yarış şeklindeki sınavlarda öne geçmeye yarıyor. Bu kadarcık bir fayda için, bütün bir neslin yıllarını dershanelerde, test soruları çözerek geçirmesi büyük bir israftır!

2 Aralık 2013 Pazartesi

Dershane tartışmasına bir katkı: Üniversite giriş sınavlarının eğitime zararları üzerine “içeriden” bir görüş -1-

Ortalık dershane tartışmasıyla toz-duman olmuş iken, nerdeyse 10 yıl önce, üniversite giriş sınavlarının yoğun olarak tartışıldığı bir dönemde yazdıklarım geldi. O dönem düşüncelerimi, "Üniversite giriş sınavlarının eğitime zararları üzerine “içeriden” bir görüş" başlığı altında yazıya dökmüştüm. Gel zaman git zaman, memleketin onyıllardır çözülemeyen pek çok meselesi gibi eğitim konusu da arkaplanda sorun olmaya devam etti, biz de hayatlarımıza, daha güncel başka krizlerle boğuşmak üzere devam ettik.

Dediğim gibi, bu yazı dizisini ta 2004 yılında, birkaç eposta grubunda yayınlamış, Milli Eğitim camiasından ulaşabildiğim sınırlı sayıda kişiyle paylaşmıştım. Bugünkü dershane tartışmasının Fethullah Gülen cemaati tarafından bir "topyekün savaş"a dönüştürüldüğü ortamda, bu yazının 10 yıllık olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Yani, başbakanın işaretiyle tek bir ağızdan "Dershaneler kapatılmalıdır!" sloganı atmaya başlayanlardan biri değilim.

İlk bölümünü şimdi yayınladığım yazı, "Bu yazının yazarı kesin kararını vermiş, dershaneler kapatılmalı diyor" şeklinde bir önyargı olmadan okunursa, asıl hedefimin dershaneler değil onları doğuran, çoktan seçmeli testlere dayanan merkezi yerleştirme sistemi olduğu görülür. "Dershaneler kapatılamaz!" diye slogan atmaktan önce sakin kafayla durup düşünmeli, başlangıçta sınav sisteminin bir sonucu oldukları halde dershanelerin nasıl olup da eğitim sistemine bu derece hakim bir konuma geldiğini sorgulamalıyız.

Dershane tartışmasını, konunun siyasi, idari ve hukuki boyutlarına girmeden, sadece "Dershanelerin eğitime katkısı nedir?" sorusu çerçevesinde yürütmek istiyorum. Bu yazı dizisi, konunun cemaat boyutunun gündeme geldiği şu son dönem tartışmalarından çok önce yazıldığı için bu anlamda bana da, ne zaman önce yazıya döktüğüm düşüncelerimi görmek için faydalı olacak.

Başlayalım öyleyse...


Üniversite giriş sınavlarının eğitime zararları üzerine “içeriden” bir görüş -1-

Her yıl, Haziran ayı gelip de üniversite sınavı ve eğitim sistemimizdeki diğer merkezi sınavların tarihleri yaklaşınca, sınav stresi altında ezilen öğrenciler ve ailelerin yaşadıkları, dersaneleri dolduran öğrencilerin okulları boşaltması ve genel olarak, her yönüyle sorunlar yumağı haline gelmiş eğitim sistemimizin hal-i pür-melali kamuoyu gündemine gelir. “Sınav sistemi değişmeli”den “merkezi sınavlar toptan kaldırılmalı”ya, “dersaneler kapatılmalı”dan “eğitimde çağdaş teknolojiye geçilmeli”ye kadar bir sürü fikir, öneri havalarda uçuşur. Gazetelerde köşe yazıları yazılır, televizyonlarda açık oturumlar düzenlenir. Ama aradan birkaç hafta geçer. Sıcakların da bastırmasıyla konu, gelecek yıl sınav sezonuna kadar tekrar buzdolabına kaldırılır. Bir yıl sonra, aynı tartışmalar, aynı kısır döngü...

Şimdiye kadar bütün bu tartışmalarda hep Milli Eğitim bakanlarını, siyasetçileri, gazetecileri, üniversite hocalarını, okul müdürlerini, dersane sahiplerini, öğretmenleri dinledik. Ama bu muhterem “zevat”ın büyük çoğunluğu, 40 yaşının üstünde, üniversite sınav sisteminin eğitim sistemimizi esir aldığı yıllardan önce üniversiteye girmiş, sınavda başarılı olma baskısını bugünün gençleri kadar derinden hissetmemiş kişiler. Tabiri caizse,  geleceklerini bir optik okuyucuya emanet etmemiş, cevap kağıdındaki kutucukları taşırmadan karalamanın heyecanını hissetmemişler.

Ben, bu sınavların çarkından geçtim. Üniversite sınavlarında başarılı olmak uğruna, Türkiye’nin en güzide liselerinden birinde okurken, son sınıfta okulumdan ayrıldım. Bundan birkaç yıl önce, yine bir üniversite sınavı arefesinde tartışmaları izlerken, sınavlar ve eğitim sistemimiz hakkında, “içeriden” biri olarak söyleyeceğim sözler olduğunu farkettim ve bu sözlerimi olabildiğince fazla kişiye duyurmanın benim için bir borç ve bir görev olduğunu anladım.

Üniversite sınavlarının zararları hakkındaki düşüncelerim, bir gözlemcinin hariçten gazel okuması değil, doğrudan kendi tecrübelerime dayanıyor. Dahası hakkında, “sınava girmiş, başarılı olamamış, şimdi de eleştiriyor” denemeyecek biriyim: Eğer sınavda yüksek puan almak başarı ise ben, 20 küsur yıl önce, o zamanki adı Öğrenci Yerleştirme Sınavı olan ikinci basamak üniversite giriş sınavında ilk 100'e girdim. Okul başarısı derseniz, ortaokulu birincilikle bitirdim. Liseyi yine merkezi sınavla öğrenci alan, üniversite giriş sınavı başarısında Türkiye'de en önde gelen bir lisede okudum. Bütün eğitim hayatım bu sınavların gölgesinde geçti.

“Ne güzel, sen başarılı olmuşsun. İyi, aferin. Sen bu sınavdan kârlı çıkmışsın. Sınav sistemi senin işine yaramış. Keşke herkes senin gibi olabilse.” diyebilirsiniz. Keşke ben de bu işten kârlı çıkmış olsaydım, ama heyhat! Merkezi sınavlar o kadar zararlı ki, bu sınavların olduğu eğitim sisteminde, benim gibi başarılı öğrenciler bile aslında iyi bir eğitim almıyor, alamıyor. Merkezi sınavlar hepimize zarar veriyor. “Keşke bütün öğrencilerimize seninki gibi iyi bir eğitim verebilsek.” diyebilirsiniz. Ben de diyorum ki üniversite sınavında dereceye girmiş olabilirim, ama aynı zamanda sınavın bir mağduruyum, çünkü bu sınavların eğitim sistemimizi tahrip etmesi yüzünden ben de iyi bir eğitim alamadım.

“Sen iyi okullarda okumuşsun. Ülkemizde onbinlerce, yüzbinlerce öğrenci, bu sınavlara defalarca giriyorlar, yine başarılı olamıyorlar. Onların halinden ne anlarsın?” da diyebilirsiniz. Benim sınavda Türkiye birincisi olmuş arkadaşlarımın yanı sıra, arka arkaya sınava girdiği halde bir yeri kazanamayan yakınlarım da oldu. Eğitim hayatımda sınıf ve okul birinciliğinin yanısıra, bütünlemeye kalmayı da yaşadım. Öğrenciliğin yanısıra, asistanlık ve okutmanlık da yaptım. Her yıl, üniversite sınavlarından taze çıkmış, çok çeşitli başarı seviyelerine sahip öğrencileri gözleme imkanı buldum. Öte yandan, bir Amerikan üniversitesinde geçirdiğim bir yıl bana, bizimkinden farklı bir eğitim sistemini yakından inceleme fırsatı verdi. Dahası, bir bilim-teknik alanında lisans derecesi aldıktan sonra sosyal bir bölümde yüksek lisans yaptım. Bu da bana sözel ve sayısal eğitimin farklı bakış açılarını görmemi sağladı. Kendimi sınavlar hakkında konuşmaya yetkin hissediyorsam, önemli bir nedeni de eğitim hayatım boyunca yaşadığım bu çok çeşitli tecrübeler.

Üniversiteye girişin merkezi bir sınav sistemine bağlanması başlangıçta, eğitimde fırsat eşitliği sağlamak ve üniversiteye girişte haksızlıkların ve adam kayırmaların önüne geçmek gibi iyi niyetli amaçlarla yapılmıştı. Bugün gelinen noktada bu merkezi yerleştirme sistemi, getirdiği yararlardan çok zarar üretmektedir. Bu sınavlar, sonuçta başarılı olsun olmasın, sınava giren bütün öğrencilere, onların ailelerine, toplumumuza ve sonuçta bütün bir ülkenin geleceğine büyük zararlar vermektedir.

Bu giriş bölümünde değinmek istediğim bir başka nokta da, sınavla ilgili tartışmalarda, sınavın kendisinden çok, sınava giren öğrenciler arasında haksız rekabete yol açan, bir grubu diğerlerinin önüne geçiren veya gerisinde bırakan katsayı tartışmalarının bu kadar büyük yer tutması. Katsayı tartışmaları eğitim sistemimizde, ilköğretimden yüksek öğretime kadar yaşanan büyük sorunların üstünü örtüyor. Öte yandan, yakından bakıldığında, bu kısır tartışma bile, asıl sorunların nasıl devasa boyutlara ulaştığını gizleyemiyor. Ortaöğretim başarı puanlarına (OÖBP) uygulanan katsayıların üstünde bu kadar gürültü koparılması, aslında lise eğitiminin temel gayesinin üniversiteye girmek olduğunu açıkça gösteriyor. Üniversitelerin bunca sorunu dururken, üniversite giriş sınavlarının, daha doğrusu, üniversite giriş sınavlarıyla ilgili bu küçük ayrıntının tartışılıyor olması, üniversitelerin gerçek kimliklerinden ne denli uzaklaştıklarını, üniversiteye girme veya kapağı atmanın, üniversiteden daha önemli bir hale geldiğini ortaya koyuyor.

Dikkat çekici olsun diye değil, durumu tespit etmek için söylüyorum: Eğitim sistemimiz tam bir çöküntü halinde bulunuyor. İyi-kötü işleyen bir sistemi iyileştirmek için sorunları belirleyip çözmek yeterli olabilir. Ancak katsayı tartışmasının gündemi tamamen işgal etmesi, eğitim sistemimizdeki sorunların çözülebilir aşamayı çoktan geride bıraktığı ve durumun tamamen umutsuz olduğu gibi oldukça karamsar bir havayı da ister istemez doğuruyor.

Üniversite giriş sınavlarının önünü arkasını, içini dışını, sağını solunu gördükçe, bu sınav sisteminin eğitim sistemimizi iyileştirmenin önünde ne büyük bir engel haline geldiklerini daha iyi anladım. Bu yazı dizisinde bu sınav sisteminin zararlarını tek tek ortaya koymaya çalışacağım. Üniversite giriş sınavlarının, eğitim sistemimizde kendisinden önceki ve sonraki kademelerdeki sorunların büyüyerek düğümlendiği bir yere dönüştüğünü ve bu sınavların artık başlı başına bir sorun kaynağı haline geldiğini ileri süreceğim.
Bugün üniversite giriş sınavları, eğitim sistemimizin temeli haline gelmiştir ve ilköğretimden liseye kadar bütün eğitim faaliyetleri sınava endeksli olarak yapılanmış durumdadır. Eğitim sistemimizde ciddi sorunların olduğu herkes tarafından kabul edildiğine göre, sistemin temelinde yer alan üniversite giriş sınavlarının sorunsuz olduğu düşünülemez. Gerçekten de bu sınavlar, bir yükseköğretim programına yerleşsin yerleşmesin bütün öğrencilerin hayatını derinden etkilemektedir ve bu hiç de olumlu bir etki değildir. Hadi şunu daha açık söyleyeyim, üniversite giriş sınavları, ülkemizin gençlerinin, bu gençlerin aileleri ve yakınlarının, dolayısıyla geleceğimizin karanlık bir kabusudur. Üniversite sınavları yüzünden eğitim sistemimiz, çok yönlü düşünebilen, analiz yapabilen, fikirlerini düzenli bir şekle sokup sunabilen, üretken mezunlar veremiyor. Temel amaç ve ölçme-değerlendirme metodu olarak bu sınav sistemini alan bir eğitim sistemi, bilgi toplumunun istediği donanımlara sahip bireyler yetiştiremez.

Bugünkü katsayı tartışması, son derece kısır bir düzlemde cereyan etmektedir. Türkiye’de hiçbir İmam-Hatip Lisesi ve Meslek Lisesi olmasaydı bile mevcut Orta Öğretim Başarı Puanı (OÖBP) uygulamasının tartışılması gerekirdi. Katsayı tartışmasının en büyük zararı, üniversite sınav sisteminin her köşesinden yayılan sorunların tartışılmasını engellemesidir. Üniversite giriş sınavları, sadece farklı liselerden mezun olan öğrencilere uygulanacak katsayılar yönüyle değil, bütün yönleriyle tartışılmalı ve sınavların zararları giderilmeye çalışılmalıdır. Mevcut sınav sistemi, geleceğimizi tehdit eder bir hal almıştır.

Üniversite giriş sınavlarının zararları

Üniversite giriş sınavlarının, sınavlara giren bireyler ve aileleri üstünde psikolojik zararları var, bu sınavlar milyonlarca gence hayatı zehir etmektedir. Sınavlar ilköğretim ve lise eğitimini her şeyden daha fazla etkilemiş durumda. Sınavların sosyal, eğitsel ve ekonomik zararları var. Aşağıda bu zararları kısaca sıralamak, sonra bunları tek tek, ayrıntılarıyla ele almak istiyorum.

1. Sınav, araç olmaktan çıkmış, sınava hazırlanmak başlı başına bir amaç haline gelmiştir. Sınavda başarılı olmak için olağanüstü emek sarfedilmekte, ama bu emeğin karşılığında, emekle orantılı bir eğitsel fayda elde edilmemektedir. Üniversite sınavları, milyonlarca gence ve ailelerine sıkıntı, gerilim, korku ve endişe dolu uzun yıllar yaşatmaktadır. Sınav, sınav öncesi hazırlığın yıllar öncesinden başlaması ve sınava iki, üç hatta dört kez üst üste  girilmesi sonucunda bütün bir gençlik çağını kapsamakta ve karartmaktadır. Sonuçta, milyonlarca öğrencinin ve bir ülkenin yılları, üniversite hazırlığı için heba olmaktadır.

2. Bu sınav sistemi, lise eğitimine paralel ve alternatif bir dersane eğitimi ortaya çıkarmıştır. Dersaneler, özel kurslar, test kitapları derken ortada muazzam paralar dönmektedir. Yapılan onca masraf karşısında son derece sınırlı bir eğitsel fayda elde edilmesi, büyük bir ekonomik zarardır.

3. Yıllar süren hazırlığın sonunda yapılan ve “tekrarı olmayan,” sadece iki saatlik bir sınavın bu denli belirleyici olması, sınav öncesi ve sırasında yaşanabilecek “kaza”ları ön plana çıkarmakta, sınavın ölçme gücünü örselemekte, ve toplumda, başarının biraz da “kader-kısmet” işi olduğuna dair inancı körüklemektedir.

4. Aslında bu sınavlar, gerçek birer sınav değil, bir yarışmadır. Bu haliyle üniversite giriş sınavları, televizyonlardaki Popstar yarışmalarından farklı değildir.

5. Yerleştirme sisteminin otomatize edilmiş olması ve buradaki mekanik işleyiş sonucunda binlerce öğrenci, aslında istemedikleri bölümlerde okumakta, aslında istemedikleri bir mesleğin sahibi olmaktadırlar. Bir yarışma olan üniversite sınavında başarının ölçüsü bir yükseköğretim programına yerleşmek olduğu için, sonuçta insanların istemedikleri bölümlere yerleştirildikleri gerçeği, sınavda başarının “şans” faktörüne de bağlı olduğu düşüncesini desteklemektedir.

6. Sınavın bir yarışma olması, hem öğrencileri hem de yükseköğretim programlarını farklı özellikleri ve bütün boyutlarıyla değerlendirmeyi engellemekte, sınav puanı ve taban puan, diğer her türlü kriteri gölgelemektedir.

7. Bütün bunlardan önemlisi, ilköğretimin ve lise eğitiminin tek amacının üniversite sınavını kazandırmak haline gelmesidir. Bunun sonucunda, öğrencilere sınavda işe yaramayacak bir şey öğretmek, bir beceri kazandırmak imkansızlaşmıştır. Eğitim sistemimiz, bir konu üstünde araştırma yapma, rapor ve makale yazma, bir projeyi adım adım gerçekleştirme, ekip çalışması yürütme gibi hayati önem taşıyan pek çok beceriyi öğrencilere kazandıramamaktadır. Bunun da en önemli nedeni, üniversite sınavlarında başarılı olmak için bu becerilere ihtiyaç olmamasıdır.

(Devam edecek)

26 Kasım 2013 Salı

Türkiye Cezayir (de) Olmayacak!

(29 Ekim 1998'de, Cumhuriyetin 75. kuruluş yıldönümü kutlamaları sırasında yazdığım bir yazı. 28 Şubat döneminin en karanlık günlerinde, demokrasi ve milli irade üzerine sadece ben değil, 28 Şubat darbesine karşı çıkan herkesin derinden hissettiklerini yansıtıyor. Kayıtlara geçsin diye yayınlıyorum...)

1990ların başlarında "Türkiye İran olmayacak!" sloganına bir kızkardeş
geldi: "Türkiye Cezayir Olmayacak!"
Siyaset sahnesinde Refah Partisi'nin giderek güçlenerek 1994'te İstanbul
ve Ankara Belediye Başkanlıklarını alması, öte yandan İslami
kimliklerini vurgulayan insanların -mesela başörtülü kızların-
üniversitelerde ve diğer kamusal alanlarda giderek daha fazla
arz-ı endam etmeleri, bazı çevrelerde "Cumhuriyetin ve laikliğin"
elden gitmekte olduğu endişesini doğurmuştu. İşte tam da bu dönemde
Cezayir'de patlak veren olaylar bu çevrelerin eline arayıp da
bulamadıkları  bir "öcü" verdi. İş halkı korkutmaya kalmıştı

Cezayir'le ta Barbaros Hayreddin Paşa devrinden beri ortak bir kaderi
paylaşıyoruz aslında. Cezayir Fransızlarca işgal edildi,
sömürgeleştirildi; biz direkten döndük. İkinci Dünya Savaşı sonrasında
Cezayirliler çetin bir bağımsızlık mücadelesi verdiler. Büyük zulümlere
uğradılar, katliamlar yaşadılar. Fransız askerlerinin önce tecavüz edip
sonra öldürdükleri Cezayirli kızların resimlerini memleketteki
sevgililerine doğumgünü armağanı olarak yollamaları, vicdan sahibi
Fransızları bile isyan ettirdi. Fransızları kovmayı başaran
bağımsız Cezayir'in Birleşmiş Milletlere üyeliği oylanırken Türkiye
çekimser kaldı. Diplomasi tarihimizin bir kara leke olarak geçti bu
tavır. Ezilene karşı ezeni, sömürülene karşı emperyalisti destekleyen
bu onursuz davranistan dolayı Cezayir'den özür dilemek için 1980lerin,
Özal'ın gelmesini beklemek zorunda kaldı Türkiye.

1990ların başında Cezayir'de İslami Selamet Cephesi (FİS) önce
yerel seçimlerde büyük bir başarı kazandı, ardından genel seçimlerin ilk
turunda oyların çoğunluğunu alacağı belli oldu. Seçimler Cezayir
halkının iradesini yansıtıyordu, FİS hile yapmamıştı; tüm Batılı
gözlemciler böyle diyordu. Sonra ne olduysa oldu, Cezayir'de tufan
koptu. Batılı güçlerin, özellikle Fransızların desteğiyle Cezayir'de
zinde güçler ikitdara el koydular, seçimleri iptal ettiler. Sonra
Cezayir bir kan gölüne döndü. GIA diye "İslami" bir terör örgütünün
ortaya çıktığından söz ediliyordu. Bu örgüt köyleri basıyor, masum
insanları, kadınları çocukları yaşlıları vahşice boğazlarını keserek
öldürüyordu. İşte "Türkiye Cezayir olmayacak!" sloganı bu günlerde
türedi. Böylece Türkiye'deki İslami grupların da aslında Cezayir'deki bu
kana susamış canilerden farklarının olmadığı ve Türkiye'yi bir gün bu
hale getirme niyetlerinin olduğu ima ediliyor, hayır açıkça
söyleniyordu. Başbakan Tansu Çiller, 1995 seçimleri öncesinde Avrupa
Birliği liderlerine ve Türk kamuoyuna "Eğer bana destek vermezseniz
Türkiye'de şeriatçılar ülkeyi ele geçirir, Türkiye Cezayir olur.
Türkiye'nin Cezayir olmasını ancak ben engellerim" mesajını veriyordu.

Türkiye'de 1995 Aralığında seçimler yapıldı. Geçen zaman içinde
Türkiye'de çok şeyler olduğu gibi Cezayir'de de olaylar durulmadı. Ama
Cezayir'den artık başka sesler de yükselmeye başlamıştı. Nasıl oluyordu
da bu GIA denen "İslami" grup, özellikle FİS'a destek veren köyleri
basıyordu? Adamlar kendi taraftartlarını ne diye öldürsünlerdi? Bu
köylerin pek çoğunun hükümet güçlerinin bulunduğu yerlere yakın olmaları
da ayrıca tuhaftı.
Güvenlik güçlerinin burnunun dibinde, güpegündüz köyler basılıyor
yüzlerce kişi boğazları kesilerek katlediliyor, evler ateşe veriliyordu
ve sonrasında bu eylemciler sırra kadem basıyorlardı. Bir-üç-beş kere
değil, her gün! Yavaş yavaş anlaşıldı ki Cezayir'de olup bitenleri
sadece "İslamcıların kana susamışlığı"yla açıklamanın imkanı yok.
Yaptıklarından pişmanlık duyup Fransa'ya kaçan üst düzey bir güvenlik
görevlisi herkesi şok edecek itiraflarda bulunmuş, GIA'nın yaptığı
söylenen pek çok eylemi aslında devletin güvenlik güçlerinin halkı
sindirmek amacıyla gerçekleştirdiğini ifşa etmişti.

Demek ki Cezayir, Türkiye'de hayal edildiği gibi bir yer değildi.
Türkiye'de Cezayir'den söz edilirken nedense Cezayir'de askerlerin
iktidara el koymasının ardından FİS'in kapatıldığı ve bir siyasi hareket
olarak çökertildiğinden hiç söz edilmemişti. Bütün liderleri ve binlerce
yandaşı hapisteyken FİS nasıl Cezayir'de olanların sorumlusu olabilirdi?
Kafalarda, gerçekte var olmayan hayali bir Cezayir "öcü"şu oluşturulmuş
ve sonra bu öcüyle Türk insanı korkutulmuştu yıllarca. Burada çarpıcı
olan nokta, Cezayir'den gelen haberlerin doğruluğu-yanlışlığı değil,
Türkiye'de böyle haberlere "inanmak isteyen" insanların oluşu.
Cezayir'de ne olup bittiğini hala Türk kamuoyu tam olarak bilmiyor.

Biliyorsunuz bu yaz TBMM yerel ve genel seçimlerin birleştirilerek 18
Nisan 1999'da yapılması yönünde bir kanun  çıkardı. Son yerel seçimler
26 Mart 1994'te yapılmıştı; Anayasaya göre beş yılda bir yapılmaları
şart olduğu için demokrasi karşıtı güçlerin yerel seçimlerin 18
Nisan'dan daha ileri bir tarihe ertelemesi pek mümkün görünmüyor. (Ne de
olsa ele güne karşı bir itibarımız var) Ancak genel seçimlerin 18
Nisan'da yapılıp yapılmayacağı hala kesinlik kazanmış değil. Bir süredir
"Büyük gazete"lerde yazan kulağı delik, zinde güçlere yakın gazeteciler
iki seçimlerin birlikte yapılmasının sonuçları öngörülemeyecek bir
felakete yolaçabileceği uyarısında bulunuyorlar. Bu yazarlara göre 28
Şubat 1997'den beri alınan her türlü tedbire rağmen halk "yeterince
akıllanmış değil." Onca nasihate rağmen seçim günü bu "laf dinlemeyen
halk güruhu yine gidip istenmeyen partilere oy verebilir." Bu yüzden
"iki seçimi birlikte yapmak, gözgöre göre ıntıhar olur." Yapılması
gereken, önce yerel seçimleri yapıp bu istenmeyen partilerin, yani
Fazilet ve DYP'nin ne kadar oy alacağına bakmak; "eğer  işler yolunda
gitmezse yeni hal çareleri düşünmek gerecek."

Dediğim gibi bir süredir bu tür görüşleri Yalçın Doğan gibi, Emin
Çölaşan gibi çeşitli yazarlar ifade ediyorlardı. Bakın 27 Ekim Salı
günkü Sabah gazetesinde Yavuz Donat ne yazmış:

"Yazının sonunda söyleyeceğimizi "en başta" seslendirelim:
2000 yılından önce yapılacak seçim siyasetin de, siyasetçinin de,
ülkenin de basını derde sokacağa benziyor.
* * *
Kadın yürüyor, asker yürüyor. Sivil yürüyor, asker yürüyor. Genç
yürüyor, yaşlı yürüyor. Soruyu "şöyle de" sorabiliriz: Cumhuriyet'in
50.yılında neden yürümedik? 60.yılında... 70.yılda neden yürümedik?
Neden şimdi?

Aslında "neden şimdi"nin yanıtını herkes biliyor. Ama "yüksek sesle"
söylemiyor.

Neden şu: 28 Şubat süreci devam ediyor.

"Özetleyecek" olursak... Cumhuriyet yürüyüşleri "28 Şubat'ın devamı."

"Görmek isteyen göz" bunu görür.

Ve bu ortamda gidilecek seçimin "kazaya yol açabileceğini" de."

(Yavuz Donat, 27.10.1998 - Sabah)

Yavuz Donat'ın adını vermeyip her yönüyle tarif ettiği "kaza"
demokrasinin askıya alınmasından başka bir şey değil. Aslında büyük bir
oyun sahneleniyor Türkiye'de. Hepimiz minik aktörleriyiz bu oyunun.
Şimdilik "demokrasicilik" oynuyoruz, ama oyun kuralları arasında "zaman
zaman" seçimlerin yenilenmesi şartı herşeyi bozuyor. Şu seçimler de
olmasa bu ülkeyi ne güzel idare ederiz! Halkın yönetime hakim olduğu bir
rejimde halkın hakemliğine gitmek ülkenin başını derde sokar mı hiç! Dün
"Eğer bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz, size de ne
oluyor?" diyen kafa bugün "eğer bu memlekette seçim yapılacak, birileri
seçilecekse onları da biz seçeriz, halka ne oluyor?" deme küstahliğini
gösterebiliyor rahatlıkla.

Bugün 29 Ekim 1998. Türkiye Cumhuriyeti'nin yetmişbeşinci kuruluş
yılındayız. Yetmişbeş yılda geldiğimiz noktanın "Cumhursuz bir
Cumhuriyet" olması ne acı! Meclisimizin duvarında "Hakimiyet Kayıtsız
Şartsız Milletindir." yazıyor ama hala halkına güvenmeyen "Büyük
Birader"lerin vesayeti altında yaşıyoruz. Milletin hakimiyeti kayıt ve
şartlar altına alınmış. Sınırları önceden çizilmiş, güdümlü bir rejim
bu. Gizli oy-açık tasnif seçimler elbette bu anlayışla ters düşüyor.
Açık oy-gizli tasnif bile yetmiyor, sonuçları önceden tayin edilmiş
seçimler gerekli bu rejimi beslemek için.

Cumhuriyetin yetmişbeşinci yılını kutluyoruz. Üç yani denizlerle
çevrili ülkemizin dört tarafı Cumhuriyetlerle kuşatılmış durumda.
Saddam Hüseyin'in dikta rejimi bir cumhuriyet, Irak Cumhuriyeti. Hafız
Esad'ınki de öyle: Suriye Arap Cumhuriyeti. Irak'ta da, Suriye'de de
seçimler yapılıyor, hükümetler seçimle işbaşına geliyor. Aklıma Hafız
Esad'ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle ilgili bir fıkra geldi: Danışmanları
seçimden sonra Esad'ın yanına gelmişler. "Efendim, tebrik ederiz yine
cumhurbaşkanı seçildiniz. Halkın %99.8inin oyunu aldınız. Daha başka ne
isteyebilirsiniz ki?" diye sormuş danışmanlar. Hafız Esad cevap vermiş:
"Bana oy vermeyenlerin isimlerini!" Türkiye'de Hafız Esad'a öykünenler
var; kendi istedikleri gibi oy kullanmaya niyetli olmayanların
peşindeler.  Sonuçlarını beğenmeyecekleri seçimlerin  yapılmaması
için tehditler  savuruyorlar. "Kazaya uğratırız" diyorlar.

"2000 yılından önce seçim yaparsanız başınız derde girer haa, ona göre!"
diye açıkça aba altından sopa gösteriliyor. Peki, sormak lazım "Ya 2000
yılındaki seçimlerde de istediğiniz sonuçlar çıkmazsa ne yapacaksınız?
Seçimleri iptal mı edeceksiniz?" Ya 2004'teki seçimlerde de istediğiniz
gerçekleşmezse? 2008'deki seçimlerin sonuçlarını da mı belirlediniz?
Nereye kadar, ne zamana kadar?  Cezayir'de sonun başlangıcının halkın
iradesinin tecelli ettiği demokratik seçimlerin iptaliyle başladığını
hatırlayın. Türkiye'nin böylesine kararlı ve emin adımlarla Cezayir
yapılmaya doğru adım adım götürüldüğünü görüyorum; kanım donuyor.

"Türkiye Cezayir olmayacak!" diye bağıranlar:
Sesiniz niye cılızlaştı? Nerdesiniz?

15 Ağustos 2013 Perşembe

Bugün Rabiatül Adeviyye'de öldürülen 26 yaşındaki Habibe Abdülaziz'in annesiyle son mesajlaşmaları


Bugün Rabiatül Adeviyye'de öldürülen 26 yaşındaki Habibe Abdülaziz'in annesiyle son mesajlaşmaları:


06:19
Anne: Habibe, orada neler oluyor? 1:30'da uyumaya gittim, sizin saatinizle 11:30. Saldırıdan ne haber? Söyle bana.
Habibe: Asker ve polis gerçekten de kapılara doğru ilerliyor. Medya Merkezi hastaneye çevrildi ve meydanda herkes tetikte.
Anne: Nerdesin?
Habibe: Binada sadece gazetecilerin kalmasına izin verildi. Benim de çatışma başlarsa anıttan haber geçmem lazım.
Anne: Anıt Rabiadan biraz uzakta.
Habibe: Her kapıda alan güvenliği var. Ben medya merkezindeyim. Anıt o kadar da uzak değil, kapımız büyük ve kolayca kırılacak bir kapı değil.
Anne: Çok fazla asker ve polis var mı?
Habibe: Evet, ama onların hareketleri bir "sinir harbi" taktiği de olabilir.
Anne: Anıta nasıl ulaşacaksın?
Habibe: Herkes gibi yürürüm, ya da koşarım. Duruma göre.

07:33
Anne: Yeni haber var mı?
Habibe: Yabancı muhabirler merkeze şimdi geldi.
Anne: Yani kalabalıklarla ilgili yeni bir haber? Sen ne yapıyorsun?
Habibe: Üç ilaç içtim. Burası çok soğuk ve ben de titriyorum. Kalabalıklar çok büyük ve herkes tetikte bekliyor. Bizim için dua et anne.
Anne: Yarabbi, bizi istikametten ayırma ve bize güç ver. Yarabbi, onlara karşı bize güç ver. Allaha emanet ol.
Habibe: Birazdan platforma gideceğim. Orada tanklar var.
Anne: Allahım bizi istikametten ayırma, bize zafer ver. Facebook sayfama şunu yazdım: Allahım, Rabia ve Nahda'daki ve tüm Mısır'daki protestolara katılan kardeşlerimi, oğullarımı ve kızlarımı sana emanet ediyorum. Allahım, kocam Ahmed ve kızım Habibe'yi sana emanet ediyorum. Hiçbirini bizden ayırma. Allahım onlara güç ver, destek ver ve şu günde onları istikametten ayırma.

12:46
Anne: Habibe, lütfen bana haber ver. Binlerce kez aradım. Lütfen yavrum, çok endişeliyim. Bana nasıl olduğundan haber ver.

...Habibe'den cevap gelmez.

http://www.thenational.ae/news/uae-news/mother-of-uae-reporter-killed-in-egypt-publishes-their-last-sms-exchange

27 Mart 2013 Çarşamba

İsrail'in varlığı Filistin'in yokluğuna bağlıdır!

İsrail diye bir devlet neden var? Jeffrey Goldberg'in Obama'nın İsrail seyahatiyle ilgili yazısında bu sorunun birbiriyle çelişme potansiyeline sahip iki cevabından söz ediliyor. Çok önemli bir nokta. Avrupa ve Amerika'daki Yahudi olmayan kamuoyunun perspektifinden bakınca İsrail Devleti, yüzlerce yıldır Batı'da sürüp gelen anti-semitizmin II. Dünya Savaşı'nda Holokost ile zirveye çıkmasının keffaretidir. Batı bir taraftan Yahudilere Filistin topraklarını vererek kendini affettirmeye çalışmış diğer taraftan Yahudileri Filistin'e göndererek kendi topraklarından uzaklaştırmış oluyordu. Siyonizm ve Yahudiler açısından bakıldığında ise bu bakış açısı onları edilgenleştirmektedir, dolayısıyla kabul edilemez. Siyonistler için Filistin toprakları zaten binlerce yıldır Yahudi yurdudur. 

Goldberg, Obama'nın 2009'da başkan seçildikten hemen sonra Kahire'de İsla DÜnyası'na hitaben yaptığı konuşmada Holokost'un İsrail'in varlığını açıkladığını ve haklı kıldığını söylediğini belirtiyor. Evet, bu ifade İsrail'i destekleyen bir ifade, ama İsrailliler açısından yeterli değil. ONlara göre, Holokost olmasaydı bile zaten Filistin toprakları onların hakkıydı. Goldberg, Obama'nın İsrail ziyaretinde yaptığı konuşmada, 2009'daki ifadesini düzelttiğini söylüyor. Obama "İsrail Devleti Holokost nedeniyle var olan bir devlet değildir. Ancak güçlü bir Yahudi devleti, bir daha Holokost yaşanmamasının garantisidir" demiş.

Yahudilerin Filistin topraklarında yaşama ve var olma hakları kabul edilebilir. Ama Siyonizm bu değildir. Siyonizm, Filistin topraklarında SADECE Yahudilerin yaşama hakkı olduğunu ve başka kimsenin yaşama hakkı olmadığını iddia eder. Bu nedenle ırkçı ve ayrımcı bir ideolojidir. Halen İsrail Devleti sınırları içinde bulunan topraklardan sürülmüş Filistinlilerin vatanlarına dönme hakları yani "right of return", vazgeçilemez, devredilemez (inalienable) bir haktır.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Davutoğlu Kamışlı'nın yerini gayet güzel biliyor, peki Emre Uslu ne yapmaya çalışıyor?

Emre Uslu'nun 1 Ağustos 2012 tarihli Taraf gazetesinde "PKK Devleti Nasıl Kuruldu? (2)" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Uslu, yazısının biraz daha geniş bir şeklini blogunda yayınladı. Uslu, bu sabah erken saatlerden itibaren twitter hesabından, "Suriye'de her şeyden haberdarız diyen daha Davutoğlu Kamışlı'nın yerini bilmiyor. Bu nasıl ”haberdar olmak” :))" şeklinde anonslarla, yazısının reklamını yapmaya başladı.

Yazıdaki "bomba" iddia, "köy köy Suriye'yi biliyoruz, gelişmeleri harita üstünden takip ediyoruz" diyen Davutoğlu'nun, Kamışlı'nın Nusaybin'in hemen karşısında yer aldığını bilmediği. Uslu bu iddiasına, Davutoğlu'nun gazetecilere yaptığı açıklamalarda geçen "Kamışlı’dan başlayalım, Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var." cümlesine dayandırıyor. Bu cümleyi mesela Fikret Bila'nın Milliyet'teki yazısında görebilirsiniz. Öte yandan Uslu, yazısının blogunda yer alan geniş halinde, Davutoğlu'nun Kanal 7'deki "Başkent Kulisi" programındaki açıklamalarına atıfta bulunuyor ve bu programda Davutoğlu'nun Kamışlı'yı "Suriye'nin en doğusu" olarak nitelemesini bir bilgi yanlışı olarak sunuyor.

Bu yazıda, Emre Uslu'nun yazısında Davutoğlu'nu Kamışlı'nın yerini bilmemekle itham etmesinin tamamen yersiz olduğunu ispatlayacağım. Bunu yapmak çok basit. Davutoğlu, gazetelerde yer alan ifadelerinde bizleri alıyor, Suriye sınırının en doğusundan en batısına kadar bir tura çıkarıyor. Sınır boyunca etnik yapıyı tarif ediyor. Davutoğlu, Kanal 7'deki programda, Uslu'nun yazısında atıfta bulunduğu bölümde de aynı şeyi yapıyor. Emre Uslu, eğer Davutoğlu'nun Kanal 7'deki programda bu bölümde yaptığı sınır tarifine dikkat etseydi, gazetelerde yer alan ifadesinde aslında Kamışlı'nın Nusaybin'in karşısında yer aldığını söylediğini, ama gazetecilerin bunu doğru bir şekilde aktaramadıklarını rahatça anlayabilirdi.

Şimdi, Davutoğlu'nun, Fikret Bila'nın yazısında yer alan Suriye sınırı boyunca etnik yapı tarifine bakalım:

"Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var. Oradan Suruç’un karşısına kadar Araplar, Kobani’de Kürtler, sonra Araplar ve Türkmenler başlar. Afrin’de bir paket daha Kürt düşünün. Oradan güneye iniyorsunuz Hatay’a doğru sadece Sünni Araplar var. İdlib’in güney batısında biraz daha Kürt var. Sonra da Bayır Bucak Türkmenlerinin yeri başlar."

Burada Davutoğlu'nun belirlediği etnik "blok"lar şöyle:

1. Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var,
2. Oradan Suruç’un karşısına kadar Araplar,
3. Kobani'de Kürtler,
4. Sonra Araplar ve Türkmenler,
5. Afrin'de bir paket daha Kürt düşünün,
6. Oradan güneye iniyorsunuz Hatay'a doğru sadece Sünni Araplar,
7. Sonra da Bayır Bucak Türkmenlerinin yeri başlar.

 Şimdi, Davutoğlu'nun Kanal 7'de Mehmet Acet'in sunduğu Başkent Kulisi programında yaptığı tarife bakalım (Benim çözümlemem):

Davutoğlu: "Kamışlı'dan, yani Suriye'nin en doğusundan başlayalım, Suriye'nin kuzeyi en doğusundan başlayarak, Haseke Kamışlı o bölgede, El Cezire bölgesi olarak bilinir, Kürt kardeşlerimiz meskundur. Oradan Kobani'ye kadar gelir, yani bizim Suruç'un karşısında, arada 150-200 km belki daha fazla şey var, o arası, daha az meskun, ama Arap ve Türkmen aşiretleridir,"
Acet: "Urfa'ya benziyor biraz,"
Davutoğlu: "tabii, tabii, yani bizim karşı.."
Acet: "burda ne varsa,"
Davutoğlu: "tabii karşıda, o bir sürekliliktir, bu sınırları biz dikte etmedik"
Acet: "Çok suni değil mi, öyle.."
Davutoğlu: "tabii bu sınırlar, bize dikte ettirilmiş sınırlar, yani, bir anlamda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Sykes-Picot'la ve birçok arkaplanı var, dolayısıyla akrabalar karşılıklı, hattın üstü, hattın altı denir, sonra Kobani bölgesi var, orada çok daha az sayıda, yani Kamışlı ve Haseki'ye göre, bir grup Kürt kardeşimiz daha yaşıyor. Sonra bir ara bölge var, Arap aşiretlerinin yaşadığı, Halep'in daha kuzeyi, Azzaz vesair, sonra orada da Afrin var, yine Kürt kardeşlerimizin yaşadığı, Arap kardeşlerimizle yan yana, iç içe, oradan alıyorsunuz, Afrin'den, İdlib'in, Hatay tarafı, bizim tarafı, İdlib'in bizim yakasını düşünün, İdlib de içinde olmak üzere, yoğun bir Kürt nüfus var, şey Arap nüfus var, bütünüyle Arap, sonra Cebel Kürt bölgesinde az bir Kürt kardeşimiz var, sonra da Yayladağı'nın hemen doğusundan denize kadar da, Bayır Bucak Türkmenleri var."

Şimdi, Davutoğlu'nun bu Suriye sınırı tarifine bakalım:


1. El Cezire olarak bilinen Haseke ve Kamışlı bölgesinde Kürtler,
2. Oradan (yani Kamışlı'dan) Kobani'ye kadar (Suruç'un karşısı), 150-200 kmlik bölge, az nüfusun yaşadığı Arap ve Türkmen aşiretleri,
3. Kobani'de, Haseki ve Kamışlı'ya göre daha az sayıda Kürtler,
4. Halep'in kuzeyinde Azzaz vs ara bölgede Arap aşiretleri,
5. Afrin'de Araplarla içiçe Kürtler,
6. Afrin-İdlib'in kuzeyi (İdlib dahil) bölgesi yoğun ve bütünüyle Arap
7. Cebel Kürt bölgesinde az bir Kürt
8. Yayladağı'nın hemen doğusundan denize kadar Bayır Bucak Türkmenleri

Davutoğlu'nun Kanal 7'deki sınır tarifinin, gazetelerdeki sınır tarifine göre daha ayrıntılı ve daha net bilgiler içerdiğini görüyoruz. Gazetelerdeki tarif, yer sınırlaması ve gazetecilerin çözümlemede çok da dikkatli olmamaları nedeniyle bazı eksikler içeriyor.

Emre Uslu, Davutoğlu'nun Kamışlı'nın Nusaybin'in karşısında olduğunu bilmediğini iddia ediyor. Oysa, Davutoğlu'nun sınır tarifinde, Suruç ve karşısındaki Kobani de yer alıyor. Uslu, neden "Davutoğlu Kobani'nin Suruç'un karşısında olduğunu bilmiyor!" diye ortaya atılmıyor? Nedeni basit, Davutoğlu Kobani'nin Suruç'un karşısında olduğunu gayet güzel biliyor, tıpkı Nusaybin'in Kamışlı'nın karşısında olduğunu bildiği gibi!

Asıl önemlisi, dikkatinizi şu noktaya çekmek istiyorum: Davutoğlu, konuşması boyunca bizi çıkardığı zihinsel Suriye sınırı turunda, Ayasofya veya Topkapı Sarayı'nı gezdiren bir tur rehberi gibi sürekli olarak biz dinleyicilere sınırı tarif etme, tüm canlılığıyla anlatma çabası içinde. Özellikle, Kobani'yi tarif ederken, "Suruç'un karşısı" demesi, sınırın her iki tarafında yer alan yerleşim yerleri arasında bir paralellik kurması, "hattın üstü, hattın altı" demesi dikkat çekici.

Açıkça görülüyor ki, Davutoğlu Suriye-Türkiye sınırını yapay bir sınır olarak görüyor ve bu yapay sınırın iki tarafına düşmüş yerleşim yerleri arasında hep paralellikler kuruyor. Bu zihin yapısında, Kamışlı Nusaybin'in karşısına, Kobani (Aynü'l-Arab) Suruç'un karşısına, Sere Kaniye (Re'sü'l-Ayn) Ceylanpınar'ın karşısına, Babü'l-Heva Cilvegözü'nün karşısına, Halep Antep'in karşısına düşüyor.

Artık gazetelerde neden Davutoğlu'na atfen "Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölge" ifadesinin yer aldığını açıklayabiliriz. Belli ki, Davutoğlu gazetecileri uzun Suriye sınırı turuna çıkarırken şöyle dedi:

"Kamışlı'dan başlayalım, yani Nusaybin'in karşısı, o bölgede Kürt kardeşlerimiz meskundur."

Emre Uslu, Davutoğlu'nun Kanal 7'deki konuşmasını, Davutoğlu'nda hata-kusur bulacağım diye önyargılı olarak değil, "Acaba sayın dışişleri bakanımız ne diyor?" diyerek dinleseydi, bunu hemen farkedecekti. Ama görüldüğü gibi, Emre Uslu Davutoğlu'nu cahil ilan edeyim derken, kendisi komik duruma düşmüştür!

Yazık!

Hamiş: Uslu, Davutoğlu'nun Suriye sınırımızı doğuda Kamışlı'dan başlatmasını "bilgi yanlışı" olarak lanse etmeye çalışıyor. Evet, Türkiye-Suriye-Irak sınırlarının kesiştiği nokta, Kamışlı'nın 100 km doğusunda yer alır ve orada Malikiye adlı bir yerleşim yeri var, ama Malikiye'nin nüfusu 26 bin iken Kamışlı'nın 184 bin. Her iki yerleşim yeri de, Suriye'nin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetine (muhafaza) bağlı. Kamışlı, Türkiye ile sınır kapısı da olan önemli bir şehir. Şimdi, "Türkiye'nin Irak sınırı doğuda Hakkari'den başlar" diyen birine, "Hayır efendim, Hakkari'nin doğusunda Şemdinli var, Yüksekova var" denemeyeceği gibi, Davutoğlu'na da "sen Malikiye'yi bilmiyorsun" denemez. Davutoğlu Kanal 7'deki konuşmasında Haseke vilayetine atıfta bulunmuş, Malikiye de Haseke vilayetinde yer alan bir yerleşim yeri olduğuna göre, ortada tartışacak bir konu göremiyorum!

28 Nisan 2011 Perşembe

Yargı "yerindelik" veya "performans" denetimi yapmalı mı?

Pazartesi günü Taraf'ta Neşe Düzel'in "Kamu Harcamalarını İzleme Platformu Sözcüsü ve Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi olan iktisat profesörü" Nurhan Yentürk'le yaptığı bir röportaj yayınlandı. Röportajda çeşitli konulara değinilmesine rağmen en çok ses getiren, Yentürk'ün SHÇEK'de çocuk başına ayda 4 bin lira harcama yapıldığı ve Sayıştay Kanunu'nda yapılan son değişikliklerden sonra bu harcamanın hesabının sorulamadığı, çünkü bu değişikliğin artık Sayıştay'ın "performans denetimi" yapmasına izin verilmediği iddiasıydı. Yentürk'ün sözlerinden ilgili bölüm:
 
"Biz platform olarak bazı verileri inceledik, oturduk hesap ettik... Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk başına ayda 4 bin lira harcadığını bulduk."

"Siz çocuğunuza ayda 4 bin lira harcıyor musunuz? Eğer bir çocuğa ayda dört bin lira harcanmışsa, bunun hesabını soracak bir kurumun olması gerekir. Mesela Darüşşafaka, Aziz Nesin Vakfı gibi sivil kurumlar var. Aziz Nesin Vakfı bir çocuğa ayda bin 500 lira harcıyor. Üstelik bu parayla çocuğa ‘bale de yaptırıyorum, yazın Avrupa’ya götürüyorum’ diyor. Çocuk Esirgeme çocuk başına ayda 4 bin lira harcıyor. Onu denetleyemiyorsunuz işte! Çünkü 5018 sayılı kanun 2003’te çıkarıldığında performans denetimi vardı ve sorumlusu soruşturulabiliyordu. Fakat aralık ayında Meclis’te yapılan son Sayıştay Kanunu’nda, bu denetim Sayıştay’a verilmedi. Anlayacağınız, paralar harcanıyor ve bu paralar etkin mi harcanıyor bilinmiyor. Böylece üç kuruşluk bir iş yüz kuruşa yapılabiliyor. Kamu, büyük paralara, çok küçük hizmetler yaptırabiliyor." 
SHÇEK'da ne olup bittiği konusunda bilgi sahibi değilim, ama Yentürk'ün şikayetçi olduğu, Sayıştay'ın "performans" denetimi yapamaması konusu, SHÇEK örneğinin ötesinde, yargı-yürütme ilişkilerinin nasıl kurgulanması gerektiğine dair derin bir siyasi ve hukuki tartışmaya işaret ediyor. Yentürk'ün Sayıştay'ın sadece "uygunluk" denetimi yapması konusunda da ciddi eleştirileri var:
 
"Sayıştay tarafından sadece “uygunluk denetimi” yapılıyor. Mesela bir harcama yapılmış. Sayıştay, bu harcama, usulüne, kanunlara uygun yapılmış mı, ihale gerektiği gibi açılmış mı, fatura alınmış mı denetliyor. Harcama usulüne uygun yapılmamışsa, belgedeki imzaya bakıyor ve o kişi hakkında soruşturma açıyor. Oysa önemli olan bu harcama etkin yapılmış mı, bunun denetlenmesidir. Sayıştay bunu denetlemiyor. Mesela bir koltuk alımına yüz bin lira harcanmış. Bir koltuğa nasıl yüz bin lira harcarsın diye denetleyemiyorsun, bunun sorumlusunu bulmuyorsun. Yani “performans denetimi yapmıyorsun” ama o koltuk alımın usulüne uygun yapılıp yapılmadığını denetliyorsun. Kısacası sadece “uygunluk denetimi” yapıyorsun."
Başbakan Erdoğan'ın yürütme-yargı ilişkileri konusunda en fazla 
vurguladığı nokta, yargının "yerindelik" denetimi yapmasının yürütmeye 
açık bir müdahale olduğudur. Bu noktada başbakana katılıyorum. Onun 
özellikle şikayetçi olduğu, Danıştay'ın aldığı iptal kararları.

Konu mülakattaki cevaptaki gibi "bir koltuğa nasıl yüz bin lira 
harcarsın?" diye formüle edilince tabii ki ortada büyük bir yolsuzluk 
var ve buna kimse dur diyemiyor gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ben de o 
zaman işi öbür taraftaki aşırı uca çeker, sorarım, "hükümet bir koltuk 
aldığında yargı "vay sen nasıl koltuk alırsın? tabure neyine yetmiyor?!" 
veya "nasıl olur da kırmızı renkli koltuk alırsın? Koltuk dediğin siyah 
renkli olur?" diye hesap sorarsa bu hükümeti seçim zamanı geldiğinde 
yapıp yapamadıklarından dolayı nasıl sorgulayabilirsin?"

Peki yürütme gerçekten bir koltuğa yüz bin lira harcadıysa, yargı da bu 
konuda yerindelik denetimi yapamıyorsa, bu yolsuzluk nasıl giderilir? 
Cevabı siyasetten geçiyor. Seçim vakti geldiğinde muhalefet partileri 
konuyu gündeme getirir, iktidarı devirirler. Sonra kendileri iktidar 
olunca, bir koltuğa yüz bin lira değil, doksan bin lira harcarlar, 
böylece on bin lira tasarruf edilmiş olur:)

Bir ildeki milli eğitim müdürü değiştiriliyor mesela. Eski müdür idare 
mahkemesine başvuruyor, görevine geri dönüyor. İdare mahkemesinin 
yaptığı bir "yerindelik" denetimi. Eski müdür başka bir ile sürgün 
olarak tayin edilse, veya memurluktan atılsa, tamam anlarım, kendisine 
bir haksızlık yapılmıştır, ama sonuçta bakan onun müdürlüğe devam 
etmesini "uygun bulmamış" yerine başka birini atamış. Mahkemenin bununla 
ne ilgisi var? Son tahlilde, bir hükümetin icraatlarının "yerinde" olup 
olmadığına seçmenler seçimde oylarıyla karar vermeyecekler mi?

Ya da hükümet, köprü ve otoyol geçişlerine zam yapıyor, mahkeme zammı 
iptal ediyor. Hükümetin zammına karşı tüketici dernekleri, vatandaşlar, 
şöförler, nakliye firmaları vs ayaklanır, protesto gösterileri yaparlar, 
muhalefet partileri durumdan istifade "Bakın gördünüz mü? Biz iktidara 
gelince onlar köprü ve otoyol ücretlerini kaç lira yapmışsa 5 lira 
düşüreceğiz" derler, hükümet geri adım atmak zorunda kalır. İşte 
"yerindelik" denetimi. Veya hükümet zamda ısrar eder, köprü ve 
otoyolları kullanan araç sayısı azalır, zamlı tarife bile olsa gelirler 
düşer, bedava yollardaki trafik artar, bu da yakıt tüketimini ve ülkenin 
petrol ithalatı faturasını kabartır, bu da cari açığı tetikler, bu 
gelişmelerin sonucunda bir ekonomik kriz patlak verir, hükümet istifa 
eder, yeni gelen hükümet, ekonomiyi canlandırmak için köprü ve otoyol 
geçişlerinde %50 indirime gider. Bu da bir başka yerindelik denetimi.
Replacing Emoji...

21 Nisan 2011 Perşembe

YSK'nın bağımsız adayları vetosu, yasama yetkisinin gaspıdır aynı zamanda!

YSK'nın son kararı üzerine birkaç gündür televizyonlarda söyleniyor, gazetelerde yazılıp çiziliyordu, ama kendi gözlerimle okumadan, bu kadar büyük bir skandala imza atmış olabileceklerine gerçekten ihtimal vermemiştim. Meğer, Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı, "411 el kaosa kalktı" haberine konu olan anayasa değişikliğini iptal etmesi kadar derin bir anayasal kriz içindeymişiz de haberimiz yokmuş...

YSK, 14 Mart 2011 tarihinde, 12 Haziran'daki milletvekili seçimlerine katılacak milletvekili adaylarının seçilme yeterliliği hakkında bir karar almış. Karar metnini siz de okuyun ve durumun vahametini kendiniz görün:
http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/Kararlar/2011Pdf/2011-197.pdf

Kararı okumaya başlıyoruz, birinci sayfanın sonlarına doğru, kimlerin milletvekili olamayacağına dair yasal düzenlemeler sıralanırken, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11. maddesine yer veriliyor. Maddenin f bendi, "Affa uğramış olsalar bile" diye başlıyor, sonra ikinci sayfada 4 başlık altında kimlerin aday olamayacağını sıralıyor. Bu maddelerden 4. maddeyi okuyoruz, "Türk Ceza Kanununun 536 ncı maddesinin ..." diye başlayarak devam ediyor.

Başbakanlık web sitesinin Türkiye'deki kanun, yönetmelik vb mevzuatın resmi metinlerini veren mevzuat.basbakanlik.gov.tr sitesine gidiyor, "Türk Ceza Kanunu" diye taratıyoruz. 2004 yılında kabul edilen, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun metnine ulaşıyoruz:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.5237&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=

Aaa, o da ne?! Kanunda hepi topu 345 madde var! O halde, YSK kararında atıfta bulunulan 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nda sözü edilen Türk Ceza Kanunu nedir? 2839 sayılı kanuna bakınca, bunun 1983'te Milli Güvenlik Konseyi tarafından çıkarılan kanun olduğunu görüyoruz:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.2839&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=

O tarihte henüz 2004'teki TCK çıkmadığına göre, 2839 sayılı kanunun sözünü ettiği TCK, 1926'da kabul edilen TCK olmalı. Adalet Bakanlığı web sitesinden eski TCK metnine bakınca, gerçekten de 536ncı maddesinin olduğunu görüyoruz:
http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/mevzuat/765.htm

Yalnız, kanun metninin başında, kırmızı harflerle, bu kanunun 1 Haziran 2005 tarihi itibarıyle "tüm ek ve değişiklikleriyle birlikte" yürürlükten kaldırıldığını okuyoruz. Yani 765 sayılı kanun diye bir kanunumuz yok artık, hükümsüz. İlker Başbuğ'un deyimiyle, bu kanunun yazılı olduğu kağıtlar artık sadece bir "kağıt parçası"ndan ibaret!

Ceza kanunları, medeni kanun, borçlar kanunu ve ticaret kanunuyla birlikte, hukuk sistemlerinin temel metinlerindendir. 2004'te çıkarılan TCK da öyle olduğu için, eski kanundan yenisine nasıl geçiş yapılacağı hususunu düzenlemek üzere, "Türk Ceza Kanunun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun" diye, 5252 sayılı ayrı bir kanun çıkarılmış:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.5252&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=

Bu kanunun 12. maddesi, "Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla, ... 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu bütün ek ve değişiklikleri ile birlikte, Yürürlükten kaldırılmıştır." diyor. Kanun 1 Haziran 2005'te yürürlüğe girdiği için, bu tarihten sonra 765 sayılı (eski) TCK artık yürürlükte değil. Tarih olmuş.

YSK kararını okumaya devam ediyoruz, "Adli sicil kaydında sabıkası olan adayların ayrıca" yapmaları gerekenleri sıralarken, 765 sayılı kanunun 95, 121, 122, 123 ve 124. maddelerine tekrar, açıkça atıfta bulunuyor. İyi ama böyle bir kanun artık yok ki?!!

YSK bu kararıyla, kendisini kanun koyucu yerine koymuş, anayasanın 7. maddesinde tek yasama organı olarak gösterilen TBMM'nin erkine açıkça tecavüz etmiştir. TBMM'nin yürürlükten kaldırdığı bir kanunu tekrar yürürlüğe sokmuştur. Bu ciddi bir anayasal krizdir.

Ak Parti'nin, 2004'te çıkardığı yeni TCK'dan sonra, 12 Eylül askeri rejiminin eseri olan Seçim Kanunu'nda eski TCK'ya atıfta bulunan maddeleri değiştirmemesini büyük bir gaflet olarak niteleyebiliriz. Şu son bir yıl içinde çeşitli nedenlerle, Ak Parti hükümeti döneminde çıkan 5651 sayılı İnternet yasası, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu metinlerini inceledim. Hepsinde, bırakın yapılan düzenlemelerin içeriğiyle ilgili eksikleri, kanun yapma tekniği, madde yazımı, tanımlarda tutarlılık ve hükümlerin mevcut mevzuatla uyumu konularında çok ciddi problemler var.

Ama Ak Parti'nin "gafleti", "siyasi oportünizmi" veya "tembelliği", YSK'nın kararının vahametini ortadan kaldırmaz. YSK, normal bir mahkeme değil ki. Kararları kesin, itiraz mercii bulunmayan, karar verirken tarafları dinleme, savunma alma mecburiyeti olmayan bir düzenleyici organ, bir komiserlik adeta. YSK rahatlıkla, Seçim Kanunu'na bakar, eski TCK'ya atıfta bulunan hükümleri "yok" sayabilirdi. Çünkü eski TCK artık yok. Hukukçu değilim, hukuk eğitimi almadım, ama bir okur-yazar olarak, yılların tecrübesiyle YSK üyesi olmuş hakimlerin böyle büyük bir yanlışı nasıl işleyebildiklerini aklım, havsalam almıyor.

Türkiye'deki hukuk sistemi, deposunda yakıtı bitmek üzere olan, bir lastiği patlamış stepneyle değiştirilmiş, diğer lastiği yamayla idareten duran bir arabanın, kar ve tipi altında Bolu Dağı'nı geçmeye çalışması gibi, her an duvara toslamaya hazır bir görüntü çiziyor maalesef. Başbakan seçimden sonra yeni anayasa sözü verdi, ama bilmiyorum bu patlak rejimin takati o zamana kadar yeter mi?

5 Nisan 2011 Salı

"imamın ordusu" kitap taslağı üstüne düşüncelerim

Geçen hafta Perşembe günü öğleden sonra Ahmet Şık'ın yazmakta olduğu "İmamın Ordusu" adlı kitabın taslak metinleri internete sızdı. Önce, 289 sayfalık "dokunan yanar" adlı bir PDF belgesi yayınlandı, birkaç saat sonra, imaminordusu.com adlı kim tarafından kurulduğu belli olmayan bir web sitesi tarafından bir başka metin yayınlandı.

Ben ilk metni baştan sona hızlıca inceledim, ikinciye göz gezdirdim. İki metin arasındaki temel fark, ilkinde, 49 sayfalık polis raporunda uzun uzun anlatılan, kitabın bir ekip çalışması olduğunu ve Ahmet Şık'a talimatla yazdırıldığını gösterdiği ileri sürülen not ve yorumlara pek rastlanmıyor. Toplam 10-15 not-yorum ya var ya yok. İkincide ise bu not-yorumlardan bol miktarda var. Benim anladığıma göre bu not-yorumların bir kısmı Microsoft Word'un "comment" özelliği kullanılarak, bir kısmı ise metin içine doğrudan parantez içinde büyük harfle ve kırmızı-sarı renkle işaretlenerek yazılmış. İkinci metin, ilk metnin üstünde çalıştırılmış ve geliştirilmiş bir hali. Mesela ikinci metinde kitap, Adil Serdar Saçan'ın ifadesinden uzun bir alıntıyla başlıyor, ilk metinde bu alıntı yok. Aşağıdaki değerlendirmelerim kitabın 289 sayfalık bu ilk sızdırılan haline dayanıyor.

Öncelikle bu kitap, son 10 yılda aşina olduğumuz, Tuncay Özkan'ın "Bay Pipo"sundan Soner Yalçın'ın "Efendi"sine uzanan, gazeteciler tarafından yazılan kitap türünün bir örneği. Demek istediğim, bir sürü olay, bir sürü isim veriliyor, ama arada fazla bir analitik çözümleme yapılmıyor. Bu yönüyle Ergenekon iddianameleri külliyatına da benzediğini söyleyebilirim. Ama iddianame, hukuki bir belgedir, sanıkları mahkum ettirmeye çalışır (Bir argüman tarzı ve bir edebi metin olarak iddianameleri diğer analitik metin türleri, özellikle master-doktora tezleriyle karşılaştıran bir yazıyı yakında sizinle paylaşıcam). Bu kitapları da belli kişileri veya grupları kamuoyu önünde yargılayıp mahkum etmeyi amaçlayan kamusal iddianameler olarak görebiliriz.

Ahmet Şık'ın uzun yıllar muhabirlik yaptığını biliyoruz. Kitabın girişinde Fethullah Gülen cemaatinin tarihçesini Said Nursi'nin ölümünden sonra Nurcular arasındaki ayrılıklar ve gruplaşmalardan başlatarak anlatıyor, sonra 12 Eylül'den sonraki gelişmeleri özellikle ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlayarak açıklıyor. Bu bölümde Ahmet Şık'ın entellektüel birikiminin ve araştırmacılığının son derece zayıf olduğunu görüyoruz. Soner Yalçın'ın Efendi'sinde ne kadar bölük pörçük olursa olsun, sosyal ve ekonomik tarih araştırmalarına, dünyada yaşanan gelişmelere vs atıflar vardır, "büyük resim"i yakalamak için biraz gayret sarfettiğini görebilirsiniz. Ahmet Şık'ın kitabının bu giriş bölümünde bu tip gayretlerin hiçbiri yok. Benim düşüncem, ya bu kitap projesi o kadar aceleye getirildi ki, çalakalem sağdan soldan yapılan derlemelerden başka bir şey değil. Ya da Ahmet Şık gerçekten üstünde kitap yazdığı konu hakkında hiç bir araştırma yapmamış, kafasını ellerinin arasına alıp hiç düşünmemiş.

Kitapta Fethullah Gülen cemaatinin ortaya çıkışı anlatılırken, Ahmet Şık'ın "cemaat nedir?" "Bir insan niye cemaate girer? Cemaatte ne bulur?" "Fethullah Gülen cemaatinin mensupları nasıl düşünür? Nasıl konuşur? Dünyaya nasıl bakar?" gibi soruları hiç sormadığı, bu soruların aklına bile gelmediği açıkça görülüyor. Onları geçtim, Ahmet Şık'ın üniversitede, en azından birinci sınıfta bir sosyoloji dersi bile almadığı anlaşılıyor. Bu bölümdeki anlatımından önde gelen Nurcu abileri ve grupların isimlerini çıkarın, yerine 1980 öncesi Türk solunun öncü isimlerini ve fraksiyonları koyun, şablonun aynı olduğunu göreceksiniz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Ahmet Şık bu kitabı hazırlarken, Fethullah Gülen'in bir kitabını alıp da karıştırmamış, bir vaazını dinlememiş ve kendine "Fethullah Gülen'i diğer cemaat önderlerinden ve Türkiye'deki diğer hocalardan ayıran nedir? Yoksa ayıran bir şey yok mudur?" sorularını sormamış.

Kitapta 12 Eylül sonrasında özelde Fethullah Gülen cemaatinin, genelde Türkiye'deki İslami grupların yükselişinin ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlanması da bana son derece bayatlamış bir yorumun hiçbir analize tabi tutulmadan kullanıldığını gösteriyor. ABD'nin "yeşil kuşak" projesi külliyen yalandır demiyorum. İçinde doğruluk payı olabilir. Ama, 1980lerde Reagan döneminde ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarını, gizli yönleriyle de açıklayan bir sürü birinci el kaynak yayınlandı. Özellikle 11 Eylül'den sonra, bazıları o dönemde CIA'de, Amerikan Dışişleri'nde veya Reagan yönetiminde görev yapmış, son dönemde de neo-conları destekleyen isimler, ABD'nin Afganistan-Pakistan, İran, Mısır ve Arap ülkeleri ve nihayet Türkiye siyaseti üzerine, bugünkü Wikileaks belgeleri kadar önemli bir sürü ifşaatta bulundular. Ahmet Şık hiçbir şey yapmasa, sırf Fehmi Koru/Taha Kıvanç'ın yazılarında atıfta bulunduğu kitaplara baksa, yine bir sürü malzemeye ulaşırdı. Bunların hiçbirisi yok. Öyle olunca, ben de şu sonuca varmadan edemiyorum: Ahmet Şık'ın ya İngilizcesi yok, ya da böyle bir entellektüel birikimi.

Ahmet Şık'ın çalışmasının değerini gözümde iyice düşüren bir başka nokta, Nurettin Veren'in kitabında zikredilen "Işık Evlerinde uygulanan yemin metni"ni kitabına alması oldu. Bu yeminin uydurma olduğu her halinden belli. Fethullah Gülen'in bir iki makalesini okuyan, vaazını dinleyen biri, bu yemin metninin İslami literatüre yabancı biri tarafından uydurulduğunu rahatlıkla anlayabilir. Metin "Gücüm yettiği kadar Kur’an’ı (bu orijinal metinde Fethullah Gülen’e idi. Sonra tepki çeker, uygun olmaz görüşü ile Kur’an olarak değiştirildi) hayatıma gaye edineceğime" diye başlıyor. Böyle saçma bir ifade olur mu? Ne demek "Gücüm yettiği kadar?" Bu metni uyduran, herhalde takiyye söylemlerinden fazlaca etkilenmiş ki, "güçleri yetmediği yerde Kur'an'ı hayatlarına gaye edinmekten vazgeçebilirler" diye düşünmüş olmalı. Ama "Sizden biri bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle uyarsın. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu imanın en zayıf mertebesidir" hadisini, "Ameller niyetlere göredir" düsturunu hiç duymamış galiba. Bir müslüman bir kötülüğü defetmeye "gücü yetmediği" zaman kalbiyle buğzettiğinde de "Kur'an'ı hayatına gaye edinmeye" devam eder, ama uydurmacı bunun farkında değil!

Yemin metninin devamında " talebe arkadaşların izzet ve onurlarını izzetim ve onurum kadar yükseltmeye çalışacağıma" deniyor. Böyle Arapça kelimelerin birbirine ve ile bağlandığı ifadeler, birer deyim niteliğindedir, belli kalıplara uyar. "İzzet ve haysiyet" olur, "izzet ve şeref" olur, "izzet ve namus" olur, "izzet ve azamet" olur, ama Batı dillerindeki "honour"ün karşılığı olarak 1930larda uydurulmuş, hatta ilk başta Fransızca okunuşuna uyarak "onör" diye yazılmış "onur" kelimesi kullanılarak "izzet ve onur" dendiğinde olmaz! Hele Fethullah Gülen'in yazdığı iddia edilen bir yemin metninde hiç olmaz! Ahmet Şık ne yazık ki, bu yemin metninin uydurma olduğunu anlayamayacak kadar konuya yabancı...

Eldeki metin gerçekten daha üstünde çok çalışılması gereken bir taslak metin. Kitap haline getirildiğinde son üçte birlik bölümünün çok daha uzayacağını ve şu anda 290 sayfa olan metnin 400 sayfayı geçeceğini düşünüyorum. Sanıyorum bu nedenle, başka kaynaklara dayanılan ilk bölümleri metnin büyük bölümünü kaplıyor. Metnin ilk 200 sayfası büyük ölçüde, Nurettin Veren'in "Kuşatma: ABD'nin Truva Atı Fethullah Gülen"; Saygı Öztürk'ün "Okyanus Ötesindeki Vaiz"; Zübeyir Kındıra'nın "Fethullah'ın Copları"; Hanefi Avcı'nın "Haliç'te Yaşayan Simonlar" adlarıyla yayınlanmış kitapların bir özeti mahiyetinde. Mesela s.47-51 Kındıra, s.51-72 Öztürk'ün kitabından alınmış. Bu sayfalar arasında, bu kitaplarda verilen bilgilerin başka kaynaklar kullanılarak zenginleştirildiğini de göremiyoruz (ya da bu henüz bir taslak olduğu için henüz o zenginleştirme işlemini yapacak vakit olmamış).

Daha doğrusu yapılan alıntılar o kadar çok ve birbirleriyle o kadar insicamsız ki, bu metin bir kitap olmaktan çok bir "copy-paste" yığını olarak duruyor. Bu yönüyle de, "Google iddianamesi" olarak bilinen, Ak Parti'nın kapatılma davası iddianamesine benziyor. Ben üniversite birinci sınıf öğrencilerine verilen Medeniyet Tarihi derslerinde böyle üç-dört kaynaktan kes-yapıştır yoluyla hazırlanan ödev makaleleri çok okudum. Öğrenci önüne üç-dört kitabı açar, önce bir kitaptan iki-üç paragraf, ardından diğer kitaba geçer, oradan iki-üç paragraf, bu şekilde yazar geçer gider. Ahmet Şık'ın kitap taslağı işte bunlardan farksız.

Akademik bir gözle bakınca, Ahmet Şık'ın kitap taslağının yetersiz ve muhtemelen jüri tarafından baştan yazılması isteğiyle reddedileceği bir yüksek lisans tezine benzetebilirim. Bu taslaktan bir doktora tezi olması mümkün değil, çünkü taslakta "orjinal katkı" yok.

Kullanılan en önemli belgeler ise, Fethullah Gülen hakkında Ankara 2 nolu DGM'de 2001 yılında görülen dava evrakı, Ünal Erkan'ın Emniyet Genel Müdürü olduğu 1991 yılında Emniyet'te yapılan soruşturma, Adil Serdar Saçan'ın İstanbul KOM Şube Müdürü iken yürüttüğü soruşturma, Telekulak soruşturması gibi mahiyeti kamuoyunca bilinen, yıllardır üstünde yazılıp çizilen belgeler. Bu yönüyle kitapta orjinal malzeme yok denecek kadar az, olanlar da, son iki yıla ait, başrollerinde Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın olduğu emniyet içi çekişme ve karşılıklı suçlamalarla ilgili, kaynağı bu kişiler olan şeyler.

Size şimdi bu kitabı değerli kılabilecek bir fırsatı Ahmet Şık'ın nasıl kaçırdığını bir örnekle göstermek istiyorum. Kitabın 51-63. sayfaları arasında, Saygı Öztürk'ün kitabına dayanılarak, 1991-92'de Ünal Erkan döneminde emniyetteki kura çekimi skandalı üstüne yapılan soruşturma ve sonrasında bu soruşturmanın cemaat tarafından örtbas edilmesi uzun uzun anlatılıyor. O bölümde, bu soruşturmayı yürüten ve sonra haklarında soruşturmalar açılan, ardından kızağa alınan ve de sonunda emekli olan iki müfettişin adı veriliyor: İzzet Sezgin Şenel ve Ahmet Nihat Dündar. Ahmet Şık eğer bir muhabir veya gazeteci refleksiyle hareket etseydi, bu noktada Saygı Öztürk'ün kitabından copy-paste yapmayı bırakır, bu iki müfettişi arayıp bulmaya, onlarla konuşmaya çalışırdı. Eğer hayatta değilseler bile en azından aileleriyle görüşebilirdi, çünkü böyle bir soruşturmanın arkasından gadre uğrayıp emekli olmak zorunda kalan müfettişler eşlerine, çocuklarına mutlaka birşeyler anlatmışlar, her ne kadar yasak olsa da ellerinde bazı belge ve bilgileri, notları tutmuşlardır. Maalesef kitapta böyle araştırmacı-gazetecilik örneklerine hiç rastlayamıyoruz. Ahmet Şık önüne üç-beş kitabı almış, bunlara bir de emniyet içindeki kaynaklarının kendisine verdiği çok özel bilgileri eklemiş ve ortaya bu taslak metin çıkmış. Yine dediğim gibi, tutuklanmasaydı belki Ahmet Şık çalışmasının geri kalan bölümünde bu boşlukları dolduracaktı, ama eldeki metinde bu yönde bir emare, bir ışık görünmüyor.

Kitabın son 100 sayfası ise, Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın aslında ne kadar kahraman ve dürüst polisler oldukları ama cemaatin gadrine uğradıklarını uzun uzun, zaman zaman insanı sıkacak ayrıntılarla anlatıyor. Kitabın son 100 sayfasını Sabri Uzun yazmış olsa, bu anlaşılabilir, denir ki adam şu anda rüşvet ve kaçakçılık iddialarıyla yargılanıyor, bu şekilde kendini aklamaya çalışıyor. Ama eğer kitabın yazarı Ahmet Şık'sa ve konu "imamın ordusu"ysa, ciddi bir içerik planlaması sorunu var demektir metinde. Şöyle söyleyeyim, 1993-95 yıllarında Hakkari Dağ Komando Tugayı'nın komutanı olan Osman Pamukoğlu'nun sanki güneydoğuda o dönemde PKK'nın aktif olduğu başka bölgeler yokmuş ve sanki 93 öncesi ve 95 sonrasında PKK diye bir şey yokmuş gibi, kendi komutanlığı dönemindeki olayları "PKK'yla ben mücadele ettim" diye sunması gibi bir şey...

Hatta, Alaattin Çakıcı-Korkmaz Yiğit görüşmesinin ses kaydının önce Fikri Sağlar'a sızdırılması ardından basına yansımasının ardından patlayan Türkbank ihalesi skandalı sayfalar boyunca uzun uzun anlatılıyor. Kitabın bu bölümlerini okurken insanın kafası "Yahu kim iyi polisti, kim kötü polisti" diye epey bir karışıyor. Bu bölümü 2-3 kez okudum. Benim anladığım, Çakıcı-Yiğit ses kaydını Sağlar'a veren, Fethullahçı bir komisermiş. Ama aslında operasyonun başında Sabri Uzun varmış. Daha sonra Fethullahçı polisler, Sabri Uzun'un Türkbank ihalesine fesat karıştırıldığını bildiğini, ama bunu hükümete kasten haber vermediğini ileri sürüp Uzun'a komplo kurmuşlar, ama işin aslı öyle değilmiş... Tamam, Sabri Uzun çok iyi polismiş de, memlekette albay ve üstü rütbedeki her subayın, şube müdürü ve üstü rütbedeki her emniyetçinin başından geçmiş bir gadre uğrama hikayesi vardır...

Sonuç olarak, Hanefi Avcı'nın kitabını okuduysanız, bu kitap onun ikinci bölümüne çok benziyor. Mesela 174-184. sayfalar arasında, Elazığ'da 2002 yılında yaşanan bir olay, tamamen Hanefi Avcı'nın kitabından aktarma suretiyle anlatılıyor.

Kitabın 249-274. sayfaları arasında ise tamamen Devrimci Karargah örgütü konu ediliyor. Bu örgütün uydurma bir örgüt olduğu, hakkında düzenlenen iddianamenin hiçbir delile dayanmadığı vs ileri sürülüyor. Hatırlayacak olursanız bu örgüt davasında Hanefi Avcı, örgüt yöneticisi olduğu ileri sürülen Necdet Kılıç'a yardım ettiği, onun teknik takipten kurtulmasına yardımcı olduğu iddiasıyla sanık olarak yargılanıyor.

Peki, Ahmet Şık'ın kitabı nasıl düzeltilebilir, veya bu konuda nasıl derli-toplu bir kitap yazılabilir? Öncelikle, kitabın temel tezini veya ana argümanını hatırlayalım. Ahmet Şık diyor ki:
1. Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme var.
2. Bu örgütlenme, öncelikle kendi elemanlarını koruyor, kayırıyor, kritik noktaları ele geçirmeye çalışıyor.
3. Sonra kendisinden olmayanlara karşı iftira kampanyaları açarak onları gözden düşürüyor. "Dokunan yanar" (Bu sözü Ahmet Şık söyleyince popüler oldu, ama aslında Ağustos 2010'da, Hanefi Avcı'nın kitabının yayınlanmasından sonra, 2001'de Emniyet'teki Fethullahçı yapılanma üstüne kitap yazan Zübeyir Kındıra'nın BirGün gazetesine verdiği röportajda söylediği bir söz)
4. Son yıllarda bu yapılanma, başta Ergenekon olmak üzere Hrant Dink, Zirve Kitabevi, Şemdinli, Balyoz, hatta 1999 öncesindeki Türkbank ihalesi davası gibi Türkiye'de gündemi belirleyen pek çok davada hukukun dışına çıkmıştır.

Burada diğer iddiaların da dayandığı temel iddia, Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme olduğu. Bunu ispatlamak için, "şu şu şu isimler Fethullahçıdır" demek gerek. Kitapta, bu şekilde isim verilerek suçlanan isimler var, ama bu isimleri Adil Serdar Saçan, Hanefi Avcı vs uzun süredir itham etmekteydi. Mesela en açık suçlanan isim, Hrant Dink davasında ihmali bulunduğu ileri sürülen Ramazan Akyürek. O zaman Ahmet Şık'ın yapması gereken, kitabının her bir bölümünde tek tek bu Fethullahçı polisleri alacak, kariyerlerinin başından itibaren ne yapmışlar, ne etmişler inceleyecek. Ama mesela Ramazan Akyürek'le ilgili olarak böyle bir bölüm yazacak olsa, şu anda Adil Serdar Saçan'ın ifadesi, ki kendisi de bir polis ve şu anda Ergenekon sanığı, 1989'da Adil Serdar Saçan'la Ankara Kocatepe Camii'ndeki Bediüzzaman Said Nursi mevlidinin izleme raporu hakkındaki anlaşmazlığı ve Hrant Dink olayında ihmali olduğu dışında şu ana kadar topladığı bir veri göremiyorum.

Akyürek gibi ismi açıkça zikredilen birkaç kişinin dışında, Fethullahçı olduğu ileri sürülen veya ima edilen, isimlerinin baş harfleri verilmiş bir sürü kişi var: N.M. (s.50), İ.K. (s.56), A.Ş, İ.T, R. F, C.Y, A.T, A.K, İ.B, M.K, R.K, B,C, H.İ.O, Emniyet Müdürü A.Ö ve A.E, akademide öğretim üyelerinden İ.Y.T A.Ş, R.F, B.C, A.K, H.İ.O, R K ve C.Y (s.59), H.B.E., M.T., S.T., C.M., M.E., İ.K.... (s.61)... diye devam edebiliriz. Ama kitapta böyle kodlu olarak verilen isimlerin çoğu kitapta sadece bir yerde zikrediliyor. Bu polisler daha sonra ne yapmışlar, ne etmişler, hiçbir bilgimiz yok. Ahmet Şık kitabını bu şekilde, tek tek isimler üstünden giderek tasarlamış olsa, şu anda daha kitap yazım işinin çook başında olduğunu görürüz.

Sözkonusu kişiler yazar-çizer takımından olsa, yazdıklarından bir sürü karine çıkarabilir insan, ama bir Emniyetçi hakkında, işi cadı avına dönüştürmeden insan nasıl bilgi toplayabilir ki? İşte burada ciddi bir metodolojik sorunla karşı karşıyayız. Ahmet Şık'ın iddiaları o kadar büyük iddialar ki, bu iddiaları ancak bir savcılık soruşturması paklar. Nitekim Ramazan Akyürek'le ilgili olarak Hrant Dink davası soruşturmasının derinleştirilmesiyle, tam da bunun yapılacağı görülüyor. Aksi takdirde, yapılan iş bir cadı avından farksız bir hal alacaktır, nitekim kitabın büyük bölümü bir cadı avı şeklinde kurgulanmış.

Mesela s.75'te uzunca alıntılanan bir rapordan bir cümle: "Emniyet Müdürü K. İ., Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmaktadır." Şimdi, Ahmet Şık'ın kitabını okuyan biri, bu emniyet müdürü K.İ.'nin Fethullahçı olduğunu düşünebilir ve eğer emniyetteki Fethullahçı yapılanmadan endişe duyuyorsa, K.İ.'ye karşı hınçlanabilir. Fakat rapordan yapılan alıntının başını okuduğumuzda, Ahmet Şık'ın bu raporu "1998 yılında İstihbarat birimlerince hazırlanarak Başbakanlık Takip Kurulu’na (BTK) gönderilen raporlarda irticai faaliyetlerin polisten gördüğü destek anlatılıyordu." diye açıkladığını görüyoruz. "Hangi istihbarat birimiymiş yahu?" diye kendi kendimize sorarken, bir dipnot görüyor ve dipnotu okumaya başlıyoruz. Karşımıza Batı Çalışma Grubu adlı heyula çıkıyor!

Bu noktada konu, temel hak ve hürriyetlerin korunması ve hukukun üstünlüğüne saygıya gelip dayanıyor. Ahmet Şık'ın gözaltına alınması ve tutuklanması, ardından kitap taslağının İthaki Yayınevi'nden, Radikal gazetesinden alınmasına "düşünce özgürlüğüne vurulan darbe", "sansür", "sivil dikta" gibi tepki gösterenleri anlıyorum. Ama, kimse kusura bakmasın, Batı Çalışma Grubu'nun ve onun sivil görünümlü uzantısı BTK'nın 28 Şubat sürecinde bugün Ergenekon davası sürecindeki hukuksuzluklarla karşılaştırılamayacak çaptaki faaliyetleri sırasında toplanmış yalanlarını istihbarat notu diye yutturmaya çalışan Ahmet Şık'ın yaptığını bir gazetecilik başarısı veya bir demokrasi kahramanlığı olarak göremem.

"Velev ki Ahmet Şık bu kitabı Ergenekon terör örgütünün emriyle yazmış olsun. Velev ki Nedim Şener ve Soner Yalçın'la aralarında inkar ettiği bir bağlantı olmuş olsun. Bir kitaba, hem de yayınlanmamış bir kitaba yönelik operasyon fikir özgürlüğüne indirilmiş darbedir" diyenlere, Ahmet Şık'ın kitabında, bulabildiği tek "suç"u "Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmak" olan K.İ.'yi, 28 Şubat döneminin hukuk katili BÇG-BTK raporlarına dayanarak suçladığını hatırlatmak istiyorum. Ahmet Şık'ınki can da, K.İ.'ninki patlıcan mı?

Peki bundan sonra ne olur? Mevcut haliyle kitap taslağında Fethullahçı polis olduğu ileri sürülen isimlerin büyük çoğunluğu hakkında sadece "Fethullahçıdır" diye bir suçlama olduğunu, haklarında başka herhangi bir bilgi ortaya konmadığını (veya konamadığını) özellikle vurgulamak istiyorum. Kitabın muhtemel etkilerini üç başlıkta inceleyebiliriz. Öncelikle, kitapta ileri sürülen iddiaların öncelikle muhatabı savcılar. Bir savcının kitabı suç duyurusu olarak kabul edip soruşturma açması gerek. Ama kitap içinde ele alan konular zaten soruşturma ve yargılamaların konusu olmuşken, hatta Fethullah Gülen hakkındaki yargılamanın sonunda verilen beraat kararı Yargıtay'ca onanmışken, hele Ahmet Şık'ın, kitabında BÇG-BTK raporları gibi mesnetsiz kaynaklara yer vermesi nedeniyle inandırıcılığı büyük ölçüde zedelenmişken hukuki yoldan hiçbir şey çıkmayacağını söyleyebilirim.

Kitabın diğer bir etkisi, devletin her kademesindeki unsurların ve özellikle de Ak Parti'nin, Emniyet teşkilatındaki Fethullahçı yapılanmanın artık kontrol altına alınması gerektiği yönünde daha bir kararlı hareket etmesini sağlamak olabilir. Ancak, kitapta yazılanlar, sorumlu mevkileri işgal edenlerin zaten bildikleri şeyler. Kitabın etkisi, bu konuların kamuoyunda önceki kitaplara göre çok daha fazla tartışılması ve bunun sonucunda özellikle Ak Parti'nin, artık bundan böyle Ergenekon soruşturmasında olup bitenlerden "bu iş yargının işidir" diyerek sıyrılamayacağını anlaması olabilir.

Üçüncü bir değerlendirme, bu kitabın asıl amacının Türkiye'de cemaate ve Ak Parti'ye karşı yoğun bir tepkiyi körüklemek ve 12 Haziran seçimlerinde Ak Parti iktidarını düşürmek olduğudur. Benim düşünceme göre bu kitaptan bir şey çıkmaz. Çünkü kitap, bir şey çıkması amaçlanarak yazılmış bir kitap değil. Hanefi Avcı'nın kitabı da referandumda Hayır çıkmasına yönelik bir hamleydi. Bu kitabın da benzer şekilde asıl amacına ulaşamayacağını düşünüyorum.