Türkiye'de 1960 darbesinden sonra çıkarılan TSK İç Hizmet Kanunu'nun meşhur 35. maddesi uzun yıllar darbelerin yasal dayanağı sayıldı. Bu madde birkaç ay önce değiştirildi değiştirilmesine ama, bu değişiklik, bu madde yürürlükteyken darbe yapmak yasaldı da, değişiklikten sonra suç oldu anlamına gelmiyor. Ben bu yazıda, hukuki çerçeveden bakarak, 35. maddenin yürürlükte olduğu dönemde bile darbe yapmayı hiçbir şekilde meşru gösteremeyeceğini açıklamaya çalışacağım. Bu yazı aynı zamanda, "Darbe nedir?" sorusuna da bir cevap teşkil edecek. Sonunda göreceğiz ki darbe, hukuk düzeninin temelinden dinamitlenmesi, yok edilmesi anlamına gelir. Hukuk düzenini kökten kaldıran bir eylemin elbette ki hukuk düzeninin bir parçası olan bir kanunun bir maddesine uygunluğu iddia edilemez.
Önce, anayasadaki şu iki temel hukuk normunu zikrederek başlayayım. Anayasanın egemenlikle ilgili 6. maddesinin son cümlesi, "Hiçbir kimse ve organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz." diyor. Bir kere, daha bu maddeden başlayarak, sadece bir kanun maddesine dayandırılan darbe yapma hakkının anayasal dayanağı olmadığını söyleyebiliriz. Dahası, darbenin dayanağı olarak gösterilen 35. maddede "cumhuriyeti koruma ve kollama" görevinin Türk Silahlı Kuvvetleri'ne verildiği ileri sürülüyorken, anayasanın 5. maddesinde "cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak", "devletin temel amaç ve görevleri" arasında sayılmış, yani koruma görevi TSK'ya değil, TSK'nın da bir parçası olduğu devlete, yasaması yürütmesi ve yargısıyla devletin tamamına verilmiş. Bir kanun hükmü anayasayla çeliştiği takdirde elbette ki anayasa hükmü geçerli olacaktır. Dolayısıyla 35. maddeye dayanılarak TSK'nın "cumhuriyeti koruma" görevi olduğu iddia edilemez. Ama asıl argümanım bu değil. O yüzden devam ediyorum. Ayrıca her vatandaş, her kurum ve kuruluş, herkes bütün eylemlerini anayasa ve yasalara uygun şekilde yapmak zorundadır. Aksi halde suç işlenmiş olur. Aşağıda göreceğimiz üzere darbe yapmak, sayısız anayasa ve yasa maddesini çiğnemek anlamına geliyor. Bu nedenle de kanuni olduğu iddia edilemez.
Vurgulamak istediğim ikinci temel hukuk normu, anayasanın 125. maddesinde yer alıyor: "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır." TSK, devlet erklerinden yürütmenin yani idarenin bir parçası olduğuna göre, TSK'nın her türlü eylem ve işlemi de, darbe dahil, yargı yoluna açık olmalıdır. Bunu da not ediyor ve sizleri şu senaryo üstünde düşünmeye davet ediyorum. Bir gece sabaha karşı, içlerinde genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının da bulunduğu bir grup silahlı askerin yönetime el koyduğu haberi duyulur. Bunun üzerinde, devletin anayasada belirtilen erklerini kullanan yetkili ve sorumlu kişilerin ve vatandaşların ne yapacağına bakalım ve, darbenin kanuni olup olmadığını anlamaya çalışalım.
Öncelikle darbe, yürütmenin fiilen başı konumundaki başbakana yapılmış olacağı için, başbakanın bu darbe haberini alır almaz ne yapacağına bakalım. Tabii ki başbakan, ülkedeki anayasal düzeni korumak ve milli iradenin yegane tecelligahı olan TBMM'nin, başkanlığını yaptığı Bakanlar Kurulu'na verdiği güvenoyunun gereği olarak bu darbeyi engellemek zorundadır. Başbakanın görevinin nasıl sona ereceği anayasa ve yasalarda açıkça belirlidir. Bunların arasında, "Eğer asker darbe yaparsa başbakanın görevi sona erer" diye bir madde olmadığına göre, başbakan görevini yasadışı şekilde sona erdirmeyi hedefleyen her türlü askeri darbeye karşı mücadele etmelidir. Bu, siyasetin bir gereği olduğu kadar hukukun da bir gereğidir. "Askeri darbe kanuna uygundur" diyenlerin başlarını her adımda toslayacakları sayısız hukuksuzluklarla böylece karşılaşmaya başlıyoruz.
Bir askeri darbe karşısında başbakan ne yapabilir? Öncelikle başbakan, içişleri bakanı üzerinden emri altında bulunan güvenlik güçlerine, bu darbeci askerlerin bir an önce tutuklanması ve ekarte edilmesi emrini vermelidir. Diyelim darbeciler başbakanın güvenlik güçleriyle irtibatını kestiler. Darbecilerin bunu yapmaya kanunen hakları var mıdır? Yoktur. Seçimle işbaşına gelmiş bir başbakanın görevini yapmasını zorla engellemek suçtur. O zaman başbakan acilen halka seslenmeli, ülkedeki anayasal düzenin tehdit altında olduğunu, halktan Ankara'da TBMM önünde, diğer illerde ise valiliklerde toplanarak bu tehdide karşı koymasını istemelidir. Diyelim darbeciler sabah ilk iş olarak TRT ve diğer medya kuruluşlarını ele geçirdiler ve başbakanın bu şekilde halka seslenmesini engellediler. Haberleşme hakkı anayasada ve uluslararası sözleşmelerde temel insan haklarından birisi olarak zikredilmiştir. Ama görüyoruz ki, darbenin başarıya ulaşmasının ilk şartı, haberleşme araçlarına el koymak, haberleşme hürriyetini engellemektir. Darbecilerin bunu yapmaya kanunen hakları var mıdır? Yoktur. Başbakan bir de şunu yapabilir. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının görevden alınması için, bir Bakanlar Kurulu kararı çıkarıp cumhurbaşkanına götürebilir. Diyelim darbeciler buna da engel oldular ve nihayet, başbakanı tutukladılar. Gözaltı ve tutuklamanın nasıl yapılacağı bellidir. Darbeci askerlerin, dokunulmazlığı olan başbakanı bırakın, herhangi bir vatandaşı ne gözaltına almaya ne de tutuklamaya yetkileri var. Darbecilerin bunu yapmaya kanunen hakları var mıdır? Yoktur! O zaman, darbecilerin başbakanı "tutuklama"sından söz edemeyiz. Tutuklama hukuki bir eylemdir ve ancak bir hakim tutuklama kararı verebilir. Dolayısıyla darbecilerin başbakanı tutuklamasından değil, başbakanı esir almaları, kaçırmaları veya zorla alıkoymalarından söz edebiliriz.
Görüldüğü üzere, darbecilerin başbakana karşı giriştikleri eylemler baştan aşağı hukuksuzlukla dolu. Devam edelim ve başbakanla haberleşme imkanı olmayan diğer bakanların neler yapabileceğine bakalım. İçişleri bakanından başlayalım. İçişleri bakanının darbe sabahı başbakandan bir türlü haber alamadığını düşünelim. Bu durumdaki içişleri bakanı, derhal emniyet genel müdürü, jandarma genel komutanı, illerde valiler ve emniyet müdürleri, ilçelerde kaymakamlar olmak üzere tüm mülki erkanı, ülkedeki hukuk düzenini yıkmaya yönelik bir kalkışmayla karşı karşıya olunduğu konusunda uyarmalı ve bu kalkışmaya karışan tüm silahlı şahısların derhal tutuklanması emrini vermelidir. Diyelim darbeciler, aynı şekilde içişleri bakanını da zorla alıkoydular. İşte ayrı bir hukuksuzluk, ayrı bir suç.
Darbeden haberdar olan ve ne başbakanla ne diğer bakanlarla görüşebilen dışişleri bakanı, Türkiye'nin dış temsilciliklerine, hükümetin görevi başında olduğunu, sadece kendisinden gelecek talimatları yerine getirmelerini bildirecek, Türkiye'nin üyesi olduğu uluslararası kuruluşlara, ülkedeki demokratik hukuk düzenini desteklemeleri çağrısında bulunacaktır. Diyelim darbeciler onun da görevini yapmasına engel oldular ve onu da zorla alıkoydular. Maliye bakanına bakalım. O da Silahlı Kuvvetler içinde, komutanları darbeye katılan tüm birliklerin maliye ödeneklerini kesmek, hükümete karşı silahlı bir ayaklanmaya karışan tüm askeri personelin maaş ve ödeneklerini dondurmak gibi bir tedbir alabilir. Tabii ki darbeciler onun da görevini yapmasını engelleyecek ve onu da zorla alıkoyacaklardır. Ulaştırma bakanı, askeri birliklerin otoyol ve köprüleri, demiryollarını ve havayollarını kullanmalarını engellemek isteyecek, darbecilere karşı ülkedeki haberleşme ağlarını, internet bağlantısını açık tutmaya çalışacak, ama yine görevini yapması engellenecek ve nihayet zorla alıkonacaklardır. Darbecilerin gözaltına aldıkları binlerce, onbinlerce kişiyi tutmak için stadları ve spor salonlarını kullanmak istemelerine karşı çıkan gençlik ve spor bakanı da aynı akıbete uğrayacaktır.
Bu şekilde devam edip gidecek olursak, diyelim bir ildeki vali, emniyet müdürü, ilçedeki kaymakam, hatta herhangi bir karakoldaki polis memuru, seçimle işbaşına gelmiş hükümete ve anayasal düzene karşı yapılmış olan bu silahlı kalkışma karşısında üzerlerine düşen görevi yerine getirmeye çalıştıklarında engellenecektir. Sonuç olarak askeri darbe demek, Türkiye Devleti'ndeki bütün kamu görevlilerin görevlerini yapmalarının engellenmesi, yetki ve sorumluluklarının gaspedilmesi ve hatta özgürlüklerinin ellerinden alınması demektir.
Yürütmede durum böyle iken geçelim yasamaya. TBMM TSK içindeki bir cuntanın darbe girişiminde bulunduğu haberini alır almaz acilen toplanmak ve darbeye karşı çıkmak isteyecektir. Çünkü darbe, yürütmeye karşı olduğu kadar yasamaya da karşı olarak yapılmıştır. Başbakanın ve Bakanlar Kurulu'nun meşruiyeti, TBMM'den güvenoyu almalarıyla sağlanmıştır. Hükümete karşı yapılan bir darbe elbette hükümete meşruiyet veren TBMM'ye karşı da yapılmış olacaktır. Böyle bir durumda TBMM, milli iradenin tecelligahı olarak acilen toplanmak ve hükümete bir kez daha güvenoyu vermek isteyecektir. Nitekim 12 Mart 1971'de Silahlı Kuvvetler hükümete muhtıra verdiğinde bu muhtıra metni mecliste okunmuştu. O zaman milletvekili olan Hasan Korkmazcan, "Eğer hükümet meclisten güvenoyu isteseydi, meclis hükümete güvenoyu verecekti. Bu da askerlerin müdahalesini bitirecekti" demektedir. O zaman darbecilerin TBMM'nin toplanmasına engel olacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Milli Mücadele sırasında, Polatlı'daki top sesleri Ankara'dan duyulurken bile sürekli toplantı halinde faaliyetlerine devam eden, hiçbir zaman kapanmayan Yüce Meclis'i kapatacak bir darbe girişiminin kanuna uygun olduğu kadar saçma bir iddia az bulunur.
TBMM, Türk Milleti adına yasama yetkisini kullanan ve bu yetkisini hiç kimseyle, hiçbir güçle paylaşmayan bir yüce meclistir. Milli iradenin tecelligahıdır. TBMM yasama organı olarak hiçbir güçten izin almadan toplanır ve dilediği her türlü yasal ve anayasal düzenlemeyi yapabilir. Bir zamanlar Menderes'in, meclisin gücünü vurgulamak için milletvekillerine "Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz" dediği söylenir. Bu anlayış, siyaset teorisinde erkler arasında "parlamentonun üstünlüğü" olarak zikredilir. Bir darbeyle karşı karşıya iken, TBMM hilafeti geri getirmek değil de Türk Silahlı Kuvvetleri'ni külliyen lağvedecek bir kanun çıkarabilir. Böyle bir kanunu çıkarmaya elbette yetkisi vardır. Bu kanunun öyle tekellüflü bir kanun olmasına gerek yok, aşağıdaki beş madde yeterli olacaktır:
Madde 1: Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) lağvedilmiştir.
Madde 2: Milli İradeye Saygılı Türk Silahlı Kuvvetleri (MİSTSK) kurulmuştur.
Madde 3: Lağvedilmiş olan TSK personelinden illerde vali, Ankara'da Milli Savunma Bakanlığı müsteşarı karşısında anayasal düzene bağlılık yemini edenlerin hepsi, mülga TSK'daki rütbe ve görevleri ve her türlü özlük haklarıyla MİSTSK'da devam edeceklerdir.
Madde 4: Bu kanunun yürürlüğe girmesinden sonra 48 saat içinde MİSTSK'ya katılmayan mülga TSK personeli hakkında TCK 302, 309, 310, 311 ve 312. maddesi hükümleri uygulanır.
Madde 5: Bu kanun Resmi Gazetede yayınlandığı anda yürürlüğe girer. Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür.
Elbette ki darbeciler, kendilerini bir çapulcu veya isyancı konumuna düşürecek böyle bir kanunun meclisten geçirilmesine izin vermeyecekler ve nihayet Meclis'i kapatacak, dokunulmazlıkları olan milletvekillerini zorla alıkoyacaklardır. Meclisi kapatmak ise, Devleti kapatmak demektir. Çünkü bu devletin hiçbir şeyi yokken, payitahtı işgal altındayken, ordusu bile yokken, sadece Milletin Meclisi vardı. Milli Mücadele dönemi belgelerine bakın, Türk Silahlı Kuvvetleri yoktur. TBMM Orduları vardır. Ordu bile Meclisin ordusudur. Türkiye Devletini TBMM kurmuş, Cumhuriyeti Meclis ilan etmiştir. Bütün kanunları çıkaran Meclisi kapatan bir askeri darbe nasıl kanuni olabilir? Akıl almıyor.
Yasama ve yürütmeden sonra Milli Egemenliğin üçüncü erki yargıdır. Elbette ki kanunsuz, hukuksuz bir askeri darbe karşısında savcılar ve hakimler de üstlerine düşeni yapacaktır. Öncelikle bir askeri darbe, Türk Ceza Kanununun 309-316. maddelerinde gösterilen "Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar"ın hepsinin birden işlendiği anlamına gelir. Bu maddelerin ortak özelliği, "cebir ve şiddet kullanarak" girişilecek "teşebbüsler"in ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası gerektiren suçlar olmasıdır. Bu teşebbüsler, 309. maddede "Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önleme", 311. maddede "Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya Türkiye Büyük Millet Meclisinin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engelleme", 312. maddede "Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engelleme" olarak tarif edilmiştir. İşte, "Darbe nedir?" sorusunun cevabını kısaca TCK 309, 311 ve 312. maddelerde tarif edilen eylem teşebbüsleridir diye verebiliriz. Şimdi, bırakın bir askeri darbenin gerçekleşmekte olduğunu, böyle bir darbe teşebbüsünde bulunulacağını, bunun için planlar yapıldığını haber alan bir cumhuriyet savcısının bile derhal bir soruşturma başlatması, şüphelileri tutuklanmak üzere mahkemeye sevketmesi, hakimlerin de bu kişilerin hepsini tutuklaması gerekir. Diyelim savcı ve hakimlerin gücü TCK'da açıkça belirtilen bu suçlarla ilgili yargı sürecini yürütmeye yetmedi. Bunların dışında darbe demek daha bir sürü suçun işlenmesi demektir. Başbakanın, bakanların, milletvekillerinin kaçırılması ve özgürlüklerinin sınırlanması, valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin, polislerin ve tüm kamu görevlilerinin görevlerini yapmalarının engellenmesi her biri ayrı ayrı suçtur. Savcılar ve hakimlerin bu suçlarla ilgili üzerlerine düşen görevleri yerine getirmelerini engellemek ayrıca suçtur.
Bunun haricinde, en başa dönecek, bir askeri darbeyle karşı karşıya kalan bir başbakanın durumunu düşünelim. Darbeye karşı yürütmenin başı olarak her yolu deneyen ancak başarılı olamayan bir başbakanın, darbeyi bir "idari faaliyet" olarak görerek "yürütmenin durdurulması" istemiyle yargıya başvurduğunu düşünelim. Öyle ya, anayasanın 125. maddesi "idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır" demiyor mu? Darbe yapan askerler de idarenin bir parçası değiller mi? E o zaman, darbe de bu askerlerin bir eylemi olduğuna göre idarenin bir türlü tasarrufu olarak görülmek gerekir ve anayasaya göre, darbeye karşı da yargı yolu açık olmalıdır. Ama hepimiz biliyoruz ki, baştan aşağı suç olan bu darbe eylemine karışan askerlerin başbakanın, veya herhangi bir vatandaşın böylesi bir "yürütmeyi durdurma" talebiyle dava açmasına izin vermesi düşünülemez. Alın size bir başka suç! Başbakan veya herhangi bir vatandaş, "darbe yürütmesini durdurma" talebiyle dava açamadığı gibi, darbeciler hakkında cumhuriyet savcılarına suç duyurusunda bile bulunamayacaktır. Alın size bir suç daha! Hangi birini sayayım artık ben de şaşırdım.
TSK'nın darbe yapması nasıl kanuni olabilirdi? Bir darbenin kanuni olabilmesi için öncelikle anayasada, "TSK, İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde gösterilen hallerde müdahale edebilir ve yönetime el koyabilir" diye bir madde olması gerekirdi, çünkü anayasanın 6. maddesi, ""Hiçbir kimse ve organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz." diyor. Ayrıca, yukarıda belirttiğim gibi, anayasanın 5. maddesinde sayılan "devletin temel amaç ve görevleri" arasında yer alan "cumhuriyet ve demokrasiyi koruma" görevinin bu maddede özel olarak TSK'ya verilmesi gerekir. Anayasada bu hükümler olmadığı müddetçe her türlü askeri darbe suçtur. Diyelim anayasanın 5 ve 6. maddeleri bu şekilde değişti. Bu da yeterli değil. TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddenin, "cumhuriyeti koruma ve kollama" görevini yerine getirmek üzere darbenin nasıl gerçekleştirileceğini ilişkin, aşağıdakine benzer ayrıntılı hükümler içermesi gerekir. Bu hükümler, darbe durumunda yasama, yürütme ve yargının nasıl çalışacağını açıklamalıdır. Bu hükümler olmadan darbenin kanuna uygunluğundan söz edemeyiz:
"Türk Silahlı Kuvvetleri, cumhuriyeti koruma ve kollama adına aşağıda açıklandığı şekillerde devlet erklerine müdahale edebilir.
a. Hükümetin ülkede huzur ve asayişi sağlama ve cumhuriyeti korumada yetersiz kalması durumunda, genelkurmay başkanı re'sen veya genelkurmay başkanı haricinde iki kuvvet komutanı veya beş orgeneral/oramiralin teklifiyle Türk Silahlı Kuvvetleri'nde general rütbesindeki subayların oluşturduğu Generaller Kurulu toplantıya çağrılır. Generaller Kurulu'nun salt çoğunlukla alacağı muhtıra, genelkurmay başkanı tarafından hükümete verilir. Bakanlar Kurulu, bu muhtırayı 48 saat içinde görüşmek zorundadır. Bu muhtıraya karşı Bakanlar Kurulu, 7 gün içinde Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edebilir. Anayasa Mahkemesi Bakanlar Kurulu'nun itirazını yerinde bulursa muhtıra iptal edilir ve orgeneral/oramiral rütbesindeki tüm subaylar emekli edilmiş sayılır ve Yüksek Askeri Şura korgeneral/koramiral rütbesindeki subaylarla olağanüstü toplanarak atamaları yapar. Bir muhtıra iptal edildikten sonra 1 yıl içinde tekrar muhtıra verilemez. Muhtıraya yapılacak itiraz AYM tarafından kabul edilmezse, Bakanlar Kurulu üç ay içinde muhtırada belirtilen hususların gereğini yapar. Üç ay sonra kendiliğinden toplanan Generaller Kurulu, üyelerinin üçte ikisinin çoğunluğuyla muhtıranın gereğinin yapılmadığına karar verecek olursa, Bakanlar Kurulu feshedilir. Genelkurmay Başkanı'nın başkanlığında, kor ve orgeneral/amirallerden oluşan bir Bakanlar Kurulu toplanır. Bu kurul, bir dahaki genel seçimlere kadar görev yapar.
b. TBMM'nin ülkede huzur ve asayişi sağlama ve cumhuriyeti korumada yetersiz kalması durumunda, yukarıdaki fıkrada belirtilen şekilde Generaller Kurulu toplanır. Generaller Kurulu, TBMM seçimlerinin yenilenmesi için gizli oylama yapar. Bu oylamada oybirliği sağlanamazsa, Generaller Kurulu'nun tüm üyeleri emekliye sevkedilir."
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin herhangi bir müdahalesinin kanuni olabilmesi, ancak anayasa ve TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddede bu ve benzeri düzenlemeler yapılırsa sözkonusu olabilir. Bunun haricinde, sadece 35. maddedeki "cumhuriyeti koruma ve kollama" ifadesine dayanılarak yapılacak her türlü askeri darbe suçtur, kanuna aykırıdır.
Peki, sınırlı dahi olsa, bu yazıda anlatmaya çalıştığım sonuçları bütünüyle gözardı dahi edilse, TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesi, tek başına bir askeri darbeye meşruiyet getirir mi? Hayır, hiçbir şekilde getirmez. Salt 35. maddeye dayanılarak yapılacak bir askeri darbe, fuzuli bir tasarruf olacaktır. Bu, Orman Genel Müdürlüğü'nün, Orman Kanunu 6. maddesinde yer alan "Devlet ormanlarına ve Devlet ormanı sayılan yerlere ait her çeşit işler Orman Genel Müdürlüğünce yapılır ve yaptırılır" hükmüne dayanarak, "1000 yıl önce buraları hep ormandı" diyerek Ankara'da Kızılay, Kavaklıdere, GOP, Balgat, Çayyolu... semtlerini orman olarak ilan etmesi ve bir gece sabaha karşı dozerlerle, patlayıcılarla, binlerce binayı yıkmaya kalkması kadar fuzuli, hukuksuz ve dahi saçma bir argümandır. Hukuk düzeni içinde, TSK 35. maddeye dayanılarak darbe yapılmasını savunmak imkansızdır.
Yasama, yürütme ve yargı olarak devletin erklerini saydım, ama daha bunun bir de milleti var. Askeri darbe haberi alındıktan sonra, gerek başbakanın çağrısıyla, gerekse kendiliklerinden, vatandaşların meydanlarda veya TBMM'nin önünde toplanarak anayasal düzene desteklerini bildirmeleri en doğal haklarıdır, çünkü anayasal düzenin ortadan kalkması demek, orman kanunlarının hakim olması demektir. Darbe meşru olmadığına, darbe yapmak TCK'da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası gerektiren bir suç olduğuna göre, halkın böylesi bir suça rıza göstermesi düşünülemez. Bu durumda darbeciler ne yapacaktır? Sokağa çıkma yasağı ilan edecek, her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşünü yasaklayacaklardır. Bu ise, anayasa ve uluslararası sözleşmelerde güvence altına alınan temel insan haklarından olan haberleşme, ulaşım ve barışçıl gösteri haklarının büyük bir ihlali anlamına gelir. Gezi olaylarında polisin orantısız şiddetinden, barışçıl gösteri hakkının ihlal edildiğinden çokça şikayet edilmişti. Askeri darbe demek, barışçıl gösteri hakkının basitçe ihlali değil, bütünüyle ortadan kaldırılması demektir ve elbette ki suçtur. Diyelim vatandaşlar, darbecilerin koyduğu yasakları dinlemediler ve onbinlerce kişi, aralarında polisler de olduğu halde başbakanın çağrısına uyarak Ankara'da TBMM önünde İstanbul'da Taksim Meydanı'nda toplandı. Bu durumda darbeciler ne yapacaktır? Gezi olaylarında hükümetin arkasında, serbest seçimlerle işbaşına gelmiş olmanın getirdiği bir meşruiyet vardı, ancak darbecilerin öyle bir meşruiyetleri yoktur. Eğer darbecilere karşı protesto gösterileri devam ederse bu darbenin başarısızlıkla sonuçlanmasına ve darbecilerin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmalarına yol açabilir. O zaman darbeciler, her ne pahasına olursa olsun bu gösterileri bastırmak zorundadır. Bu amaçla darbeciler, onbinlerce kişinin toplandığı meydanları tanklar ve zırhlı araçlarla kuşatacak, halkı dağıtmak için gerekirse Mısır'da Rabia Meydanı'nda veya Çin'de Tiananmen Meydanı'nda olduğu gibi binlerce kişiyi öldürmekten çekinmeyecektir. Temel insan haklarını ortadan kaldır, binlerce kişiyi öldür, yüzbinlerce kişiyi gözaltına al, onbinlerce kişiyi işkenceden geçir... İşte baştan aşağı suç manzumesi olan darbe!
Bu yazının başından beri "darbe teşebbüsünde bulunan bir grup silahlı asker" gibi tabirler kullandım. Peki şöyle denemez mi? Türk Silahlı Kuvvetleri, özellikle 12 Eylül 1980'de emir-komuta zinciri içinde hareket etti. O darbeye TSK'nın tüm mensupları katıldı. Bu da 12 Eylül'ü bir cunta darbesi olmaktan çıkarır, ona bir meşruiyet kazandırır. Hayır, öyle denemez. Bir kere, yazı boyunca vurgulamaya çalıştığım nokta, darbenin hukuksuz bir eylem olduğu, dolayısıyla en başından itibaren en sert bir şekilde darbeye karşı çıkılması gerektiği. Darbe sabahı erken saatlerde, darbenin emir-komuta zinciri içinde mi yapıldığını yoksa bir cunta işi mi olduğunu bilemezsiniz. Başbakanın kapısına dayanıp teslim olmasını isteyenler, bir grup Harbiyeli de olabilir. Elbette onlar da, emir-komuta zinciri içinde hareket ettiklerini, genelkurmay başkanının emriyle başbakanı götürmeye geldiklerini söyleyecekler. Ya da Anadolunun ücra bir ilçesinde, gece içip içip sarhoş olan, sonra da kaymakamın kapısına dayanıp "TSK yönetime el koydu, şimdi tabancamın namlusunu öp ulan!" diyen bir jandarma karakol komutanı başçavuş karşısında kaymakam, "Elbette komutanım, darbeniz hayırlı olsun!" mu diyecek, veya demeli?! 27 Mayıs 1960 darbesinin, TSK içindeki bir cunta tarafından yapıldığını, Milli Birlik Komitesi adına yapılan ilk açıklamaların bu cuntanın açıklamaları olduğunu ve darbenin komutanının kim olduğunun özellikle belirtilmediğini hatırlayalım. Ancak neden sonra Cemal Gürsel darbecilere katılmaya ikna edilmiş ve MBK'nın beşinci bildirisinde genelkurmay başkanı olarak adı geçmiştir. 1963te 22 Şubat ve 21 Mayıs darbe girişimleri, Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir'in işiydi ve ilk teşebbüsünden sonra nasihatle uslanmayan Aydemir ikinci teşebbüsünden sonra asılmak zorunda kalınmıştı. 1960lar, 70ler boyunca TSK içinde sayısız cuntanın darbe girişiminde bulunduğunu ve bu yıllarda genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının en büyük endişesinin emir-komutaları altındaki subayların kurduğu bir cuntanın kendilerinden habersiz darbe yapmaları olduğunu bugün artık biliyoruz.
Nihayet, 12 Eylül 1980'deki gibi en tepedeki komutanların içinde olduğu bir askeri darbe bile bir cuntadır. Dar bir çekirdek kadronun hazırladığı Bayrak harekat planı, TSK personeli onbinlerce subay ve astsubayın bilgisi olmadan yürürlüğe konulmuş ve darbe yapılmıştır. Aksi de düşünülemezdi zaten. Türkiyedeki hukuk düzeni içinde TSK'nın konumu şüphesiz bir ucubedir, genelkurmay başkanının milli savunma bakanına bağlanması gereklidir vs, ama mevcut haliyle bile hukuk düzenimiz içinde TSK'nın emir-komuta zinciri içinde darbe yapmasına imkan yoktur. Daha doğrusu, TSK'nın kurumsal bir bütünlük içinde darbe yapabileceği bir mekanizma tasarlanmış değildir. O zaman, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları dahi içinde olsa, yapılacak her türlü darbe, bir cunta darbesi, bir silahlı isyan ve ayaklanma olmaya mahkumdur.
Diyelim genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının da işin içinde oldukları bir askeri darbe girişimi başladı. İstanbul'daki 1. Ordu Komutanı, "Bu darbe anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmektir" diyerek katılmazsa ve hükümete bağlılığını bildirirse ne olacak? 1. Ordu Komutanı şüphesiz bu şekilde davranarak hukuka bağlılığını ve milli iradeye saygısını göstermiş olur. Böyle bir durumda, bir tarafta hükümete bağlı 1. Ordu, diğer tarafta isyancı birlikler, Türkiye'de iç savaş mı çıkacaktır? Darbe, işte bu nedenle, hukuku ortadan kaldırdığı ve geriye bir iç savaş tehlikesi, bir anarşi ortamı bıraktığı için, olabilecek en büyük suçtur, ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Darbe demek, ülkedeki anayasal düzenin, yasaması yürütmesi yargısı, temel hak ve özgürlükleri, külliyen ortadan kaldırılması demektir. Böyle bir ortamda ne polis güvenliği sağlayabilir, ne askerin işlediği suçlar soruşturulup yargılanabilir. Darbe döneminde, bir ildeki jandarma alay komutanı, hazine arasinden onlarca dönümü tapuda kendi üzerine geçirse, kim buna karşı çıkabilir? Bir jandarma karakol komutanı başçavuş, gençliğinde sevdiği kızı ona vermeyen kız babasını silahını çekip vursa kim ondan hesap sorabilir? Darbe döneminde bir orgeneral, bir kamu bankasının genel müdürlüğüne girip bir kamyon dolusu nakit götürse, kim böyle bir yolsuzluğu engelleyebilir? Sorun, burada zikrettiğim hayali senaryoların gerçek olup olmaması değildir. Sorun, böylesi hayali senaryolar karşısında bir hukuk düzeninde hak arama yolları mevcutken, askeri darbe düzeninde hak arama yollarının kapalı olmasıdır. Daha doğrusu, hak arama yollarının tanımlanmamış, kanuna kurala bağlanmamış olmasıdır.
Darbe ne kanuni, ne hukuki olabilir. Darbe, orman kanunu demektir. Darbe anarşi demektir. Darbe hukuksuzluğun daniskasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder