27 Mayıs 2018 Pazar

Türkiye Kudüs'ü İsrail'in değil Filistin'in başkenti olarak tanır (2005'ten bir yazı)

Aşağıdaki yazıyı 3 Ocak 2005'te, o tarihte Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül'ün bir İsrail seyahati öncesinde yazmışım. "One minute"ten, 2007 e-muhtırasından, Ergenekon-Balyoz davalarından, FETÖ'nün FETÖ olmasından çok önce yazılmış bu yazı, o tarihte Ak Parti tabanındaki bir kişinin Kudüs hassasiyeti olarak okunmalı.

-------

Dışişleri Bakanı Gül'ün İsrail ziyareti

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, İsrail'e gidiyor. Daha doğrusu Gül, İsrail,
Filistin ve Ürdün'ü kapsayan bir geziye çıkıyor. Dışişleri bakanının bu
ziyarette İsrail başbakanı Ariel Sharon ile de görüşeceği anlaşılıyor. Ak
Parti hükümetinin İsrail ile ilişkileri olabilecek en soğuk duzeye çektiği,
nitekim İsraillilerin uzun süredir bu ziyaretin gerçekleşmesi için baskı
yaptıkları, Gül'ün ancak buraya kadar direnebildiği söyleniyor.

Sonuç itibariyle Türkiye, 1948'de kurulduğu zaman İsrail'i ilk tanıyan
ülkelerden birisidir ve iki ülke arasında 1990ların sonunda çeşitli
nedenlerle oldukça yakın ilişkiler kurulmuştur. Ayrıca İsrail'i Türkiye'de
destekleyen güçlü kesimlerin olduğu biliniyor. Bu durumda hükümet için
İsrail'le ilişkiler, en azından "katlanılması gereken" bir durumdur.

Ancak diplomasi, kaba fırça darbelerinin yanında, hassas ve ince çizgileri
belirleme sanatıdır. Bu gezide Abdullah Gül'ün, İsrail ile Filistin
arasında, bir zamanlar ABD'nin Türkiye ile Yunanistan arasında gözettiğine
benzer, tam bir denge kurduğumuzu açıkça göstermesi gereklidir. Yani Gül,
İsrail ziyaretinde ne yaptıysa aynısını, eksiksiz bir biçimde, gezisinin
Filistin ayağında da yapmalıdır. Ariel Sharon ile kaç dakika görüştüyse,
Mahmud Abbas ile görüşmesini de tam olarak aynı dakika kadar yapmalıdır.
İçeride Abbas ile oturup televizyon mu seyrederler, tavla mı oynarlar, orası
önemli değil.

Dışişleri bakanı, bu gezisinde özellikle Türkiye'nin Kudüs'ü İsrail'in
başkenti olarak tanımadığını gösteren davranışlar sergilemelidir. Nitekim
bizim İsrail elçiliğimiz Kudüs'te değil Tel-Aviv'dedir. Sharon ve diğer
İsrailli yetkililerle bütün görüşmelerini Tel Aviv'de yapmalıdır. Kudüs'teki
İsrail Parlamentosu Knesset'e kesinlikle adım atmamalıdır. Özellikle Doğu
Kudüs'teki hiçbir İsrail resmi makamıyla temas etmemelidir. Doğu Kudüs'te
bir zamanlar FKÖ'nün gayriresmi temsilciliği olan "Orient House"i ziyaret
etmeye çalışmalıdır.

İsraillerin Gül'ün programına, Kudüs'teki Holocaust anma müzesi Yad Vashem'i
ziyareti koyacakları kesin gibidir. Buna karşılık Gül de mutlaka
Filistinlilerin bir mezarlığını ziyaret etmeli, çocukları İsrail tarafından
öldürülmüş bir Filistinli aileyi ziyaret etmeye çalışmalıdır. Gül'ün
programında, bölgenin Osmanlı geçmişini hatırlatacak unsurlar mutlaka yer
almalıdır. Mesela Kudüs'teki Özbek tekkesi ziyaret edilebilir.

Eğer şimdiye kadar Türk dışişleri bakanları veya Türk yetkililer
yapmadılarsa, Kudüs ziyaretlerinde ilgili makamlara Osmanlı arşivlerinden
uygun belgelerin suretleri hediye edilebilir. Church of the Holy
Sepulchüre'daki Hristiyan gruplar ayrı ayrı, kendi aralarındaki hiyerarşiden
önce Osmanlı döneminde tanınmış hakları gözetilerek ziyaret edilmeli,
kendilerine hediyeler verilmelidir. Burasının hemen yani basındaki Hz. Ömer
mescidi mutlaka ziyaret edilmeli, burada medeniyetler çatışmasına karşı
İslam'ın barış mesajını içeren demeçler verilmelidir. Mescid-i Aksa vakıf
idaresi ve Kudüs Müftüsü mutlaka ziyaret edilmelidir.

Diplomaside semboller önemlidir. Diplomaside davalar, küçük ayrıntılarda
uzun yıllar boyu ısrar edilmesi sonucu inşa edilir. Büyük devlet olmanın
gereği, bu ayrıntılara dikkat etmekten ve konuların tarihi boyutlarındansa
haberdar olmaktan geçer. Polonya'nın Rusya ve Prusya tarafından ortadan
kaldırılması, Osmanlılar tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiş, 19.
yüzyılda ne zaman İstanbul'daki sefirlerin bir resmi kabulü yapılsa,
teşrifatçıların yüksek sesle "Lehistan sefiri nerede?" diye sormaları adet
olmuş. Bu şekilde Osmanlı Devleti, Lehistan'ın yıkılmasını hiçbir zaman
kabul etmediğini göstermiş. Polonyalılarda Türkiye'ye karşı hala süregelen
sempatinin köklerinde bu yatmaktadır. Şimdi Türkiye'nin Filistin davasına
vereceği en büyük destek, uluslararası hukuk ve diplomasinin kadim
kurallarına atıfta bulunmak, İsraillilere bir oldu-bittinin kabul
edilemeyeceği mesajını sürekli vermektir.

Tabii, içinde muhterem Ahmet Davudoğlu'nun bulunduğu bir dış politika ekibi,
bu hususların hepsini, çok daha incelikli bir şekilde düşünmüştür, benimki
sadece kendi kafamdan geçenleri yazıya dökmek.

27 Ekim 2016 Perşembe

Seçim sonucuna saygı göstermek demokrasinin temelidir

ABD'de başkanlık seçimine artık sadece 2 hafta kaldı. Geçen hafta, başkan adayları Donald Trump ve Hillary Clinton üçüncü ve son kez TV'de karşı karşıya geldiler. Bu tartışma sırasında Trump, "Seçimi kaybetmeniz halinde seçim sonucunu tanıyacak mısınız?" sorusuna, seçimde hile yapıldığı iddiasıyla "Evet" cevabını vermekten kaçındı. ABD'deki pekçok gözlemci, Trump'ın seçime hiçbir delil göstermeden seçimde hile yapıldığı/yapılacağını iddia etmesini ve seçim sonucunu kabul etmeyeceğini söylemesini şiddetle eleştiriyor. Trump'ın bu davranışıyla Amerikan demokrasisini dinamitlediğini, ateşle oynadığını ve seçim sonuçlarını tanımayacağını söyleyen bir adayın seçimi kazanma şansının da olmadığını söylüyorlar.
Jacob Heilbrunn: "Seçim sonuçlarını tanımayacağını ilan ederek Trump saygınlığından geriye kalmış kırıntıları da tamamen kaybetti."
Nicole Hammer: "Seçim sonuçlarını tanıyıp tanımayacağı sorulduğunda Trump omzunu silkti. ... Bu [Seçim sonuçlarını kabullenmek] temsili demokrasimizin temelidir. Amerikalılar seçim gecesi Trump'ın bu konudaki kararını beklemek durumunda değiller; Trump o gece bizim kararımızı beklemek durumunda."
Theodore R. Johnson: "Trump akla hayale gelmeyen bir şeyi yaptı ve seçime bir şekilde hile karıştırıldığını söyledi ve dolayısıyla sonuçları tanıyıp tanımayacağından emin olmadığını söyledi. Bu, seçim hakkındaki değerlendirmeleri sadece yakın gelecekte değil, siyasi tarihte sonsuza kadar belirleyecektir."
Drew Westen: "Trump seçim sonuçlarını kabul etmeyeceğini söylediği için diskalifiye edilmeli. Böyle bir ifade bir demokraside zehirli bir etki yapar, hatta ihanet olduğu bile söylenebilir."
Rick Wilson: "Trump seçim sonuçlarını tanımama konusundaki sözleriyle seçim gecesinde taraftarlarını çok çirkin şeyler yapmaları konusunda yönlendirmiş oldu."
Siyasetin kuralları ABD'de de Türkiye'de de değişmiyor. Hiçbir mantıklı delil göstermeden "Seçime hile karıştırılıyor" iddiasını ortaya atanların sandıktan çıkma şansları yok.

21 Ağustos 2016 Pazar

Kutsal davaları uğruna BİLE BİLE günah işleyenler nasıl sapıttı?

Fethullah Gülen'in 1990ların başında, intihar etmekten söz ettiği konuşmasında dikkat çekici pek çok nokta var.
https://www.youtube.com/watch?v=D7wG9Q2yhPY
Önce, Gülen'in konuşma kaydının çözümlemesini tekrar dikkatinize sunuyorum. Önemli ifadeleri büyük harfle yazarak vurguladım:
"Eğer Hizmet'e benim yüzümden zarar gelecekse, burada içinizde vardır bir iki arkadaş, ben şuna kadar razıyım, bakın, Allah indinde küfürden sonra en büyük günah, insanın intiharıdır. Ben çok defa bunu bile DÜŞÜNDÜM. O sıkı takip edildiğim dönemde, "Allahım, bu adamlar beni kafalarına taktılar. Eğer benimle hizmete zarar gelecekse, ve benim KENDİ KENDİMİ YOK ETMEM, bu iş için, benim müesseselerime zarar gelmemesi için bir yolsa, ben buna da RAZIYIM. Küfürden sonra EN BİRİNCİ günahtır, EN BÜYÜK GÜNAHTIR bu ama, ben BUNA BİLE KATLANMAYA RAZIYIM. İşte bunun daha berisinde, ne türlü İFNALARA RAZI OLACAĞIMI siz tahmin edebilirsiniz. Afrika çöllerinde bir yere gidip namımı nişanımı kaybettirmeyi o kadar çok düşünmüşümdür ki... Ve içinizde vardır arkadaşlarım, konuşmuşumdur, demişlerdir ki, "bir iki öyle düşünen var ise de, fakat on tane yirmi tane de arkadaş vardır ki, BİR GÖLGE bile olsa, onlar da mevcudiyetinizin lüzumna belli bir ölçüde inanmaktadırlar. ... Bunu da sormuşumdur ben. Yani çıkıp da bir binanın köşesinden KENDİMİ AŞAĞIYA ATAYIM. Milletin selameti adına buna evet diyebilir misiniz? Ben başımı alıp çekip gideyim. Arabistan'a gideyim. Afrika çöllerine gideyim. Tek Hizmet'e zarar gelmesin. Mürekkep balığının yüzdüğü yeri BULANDIRIP, köpek balıklarından korunması için, bu bir tabiyedir, yeni bir mevzidir bu. Bu HİZMET İÇİN HERŞEYE KATLANMAYA RAZIYIZ, Allahın inayet ve keremiyle. Siz bunları kafanızdan silin, atın. İntihar etmenin ne büyük bir günah olduğunu ben Allahımdan peygamberinden öğrenmiş insanım. Ama muhalfarz, eğer böyle bir şey düşünülecekse, düşünülürse, BU HİZMET'E KARŞI VE SİZİN KORUNMANIZA KARŞI YAPILIR. Eğer yapılacaksa böyle bir FEDAİLİK, ÇARPARIZ KENDİMİZİ ATEŞE VE YOKOLURUZ!"
Burada, "ifna" kelimesine dikkat çekmek istiyorum. Fena ile aynı kökten geliyor. "Fena fillah" ibaresinde "kendi varlığını Allah'ın varlığında eritmek, yok etmek" gibi bir anlamı var. Sözlükte, "yok etme, çok zarar etme, tüketme" gibi anlamlar verilmiş.
Burada, (1) intihar fiili, (2) büyük günah olduğunu bile bile bir eylemi işleme diye konuyu ikiye ayıracak olursak, önce burada anlatılan intiharın, intihar eylemleri veya saldırılarından farklı olduğunu görüyoruz.
İslam Dünyasında yakın tarihte intihar eylemlerinin uzun bir geçmişi var. 1983te bir Hizbullah militanı, Beyrut'taki Amerikan Deniz piyadelerinin üssüne, bir kamyon dolusu patlayıcıyla daldığı zaman, yüzlerce Amerikan askerinin ölümüne neden olmuştu. Tabii bu saldırıda kendisinin de hayatını kaybedeceği muhakkaktı. Nitekim öyle de oldu. 90ların başlarında, İslamist gruplar üstüne Batıda yapılan çalışmalarda, o tarihe kadarki intihar saldırılarının büyük ölçüde Şiiler tarafından gerçekleştirildiği, dolayısıyla intihar saldırılarının Şiiliğin batıni öğretileriyle meşru görülen bir tarafı olduğu vurgulanıyordu. Şiiler deyince, özellikle Lübnanda Hizbullahın eylemleri ve İran-Irak Savaşı'nda, Batı'nın silah desteğine sahip Irak karşısında, askerlerini savaş alanında cömertçe harcamaktan çekinmeyen İran adına yapılan bazı saldırılar akla geliyordu.
Ben, bundan 20 yıl kadar önce Mısır ve İsrail'e bir seyahat yaptım. O tarihte İsrail, önce Filistinlilerle bir barış sürecine girmiş, ardından Ürdün'le barış antlaşması imzalamıştı. Suriye ile görüşmeler devam ediyordu ve her ne kadar şüpheciler olsa da, ufukta gerçekten bir Arap-İsrail barışının göründüğünü düşünenlerin sayısı hiç de az değildi. İsrail'de, Kudüs'te elbette eski şehirdeki mekanları ziyaret etmiştik ama bunun yanısıra, Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı Batı Kudüs'te de dolaşmıştık. Biz seyahatimizi tamamladık, Türkiye'ye döndük. Birkaç hafta sonra Filistinli gruplar, Kudüs'te sivillerin yoğun olarak kullandığı belediye otobüslerine, kafelere vs toplu mekanlara intihar saldırıları düzenlemeye başladılar. Hatta bu saldırılardan biri, birkaç hafta önce bizim de gittiğimiz kalabalık bir caddede gerçekleştirilmişti. "Orada hayatını kaybedenler arasında ben de olabilirdim." diye düşündüğümü iyi hatırlıyorum.
Filistinde Sünni Arapların intihar saldırılarını yoğun bir eylem şekli olarak kullanmalarıyla, İslamcı gruplar üzerine çalışan Batılıların ortaya attığı, "İntihar saldırıları Şiilere özgüdür." tezi de çökmüş oldu. Yine bu dönemde Arapçada, intihar saldırıları için "ameliyye istişhadiyye" terimi kullanılmaya başlandı, yani şehitlik operasyonu.
90lı yıllarda intihar saldırıları İslam Dünyasında çokça tartışıldı. Hatta Yusuf El-Kardavi bu konuda bir fetva bile verdi. Kardavi sonradan fetvasını, "İntihar saldırılarını ancak Filistinlilerin yapması caizdir, çünkü İsrail işgali, onlara kendi vatanlarını onurlu bir şekilde savunma imkanı bile sunmuyor." gibi tahdit etti (veya başlangıçta fetva bu şekilde miydi, şimdi tam hatırlamıyorum).
Bu tartışmada iki kritik nokta vardı. Birincisi, bir insanın bile bile ölüme gitmesi, savaş dahi olsa caiz midir? Bu noktada, hemen aklımıza, Gülen'in Mavi Marmara şehitleri için söylediği ileri sürülen "Onlar şehit değildir, çünkü öleceklerini biliyorlardı, bile bile ölüme gittiler." sözü aklımıza geliyor. Ben 17-25 Aralık öncesinde, henüz Gülen grubu mensuplarına laf anlatabileceğimi düşündüğüm aşamalarda, bu konuyu çok sordum. Ortada, Gülen'le görüşmüş olan Cüneyt Özdemir'in, birinci elden tanıklığı var. Özdemir bu sözleri bizzat Gülen'den duyduğunu yazdı. Ama Özdemir'e herhangi bir yalanlama gelmedi. Neyse, birinci önemli nokta bu. Tabii eski devirdeki silah teknolojileri ve savaşlarla modern zamanlardaki durumun arasındaki ciddi farkı burada hesaba katmamız lazım. Kılıçla, okla, baltayla saldıran üstün düşman güçleri karşısında yalınkılıç tek başına bile karşı koysan, %100 öldürüleceğin garanti değil. Ama 19. yüzyılda Sudan'da makinalı tüfeğe sahip İngiliz ordusuna elinde kılıçla saldıran süvarileri olan Mehdi ordusunun Omdurman savaşında başına gelenler gösterdi ki, tüfenk icat olundu mertlik bozuldu. İngilizlerin toplam 500ün altında ölü ve yaralısı varken Mehdi ordusunun derviş adlı askerleri 10 bine yakın ölü ve 12 bin civarında yaralı verdi. Yani arada 1e 40lık bir dengesizlik oluşmuştu. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kimyasal silah kullanılmasının savaş hukukuna aykırı olduğuna karar verilmesinde de benzer bir düşünce yatıyor. Düşmanın makinalı tüfek veya top ateşinden sipere girer korunursun, ama bir zehirli gaz saldırısı, siperdeki askerleri bile yakalar, fare gibi öldürür. Bu insani bir şey değil.
İntihar eylemleriyle ilgili ikinci kritik nokta, bu eylemlerde askerlerin yanısıra, ayrım gözetmeksizin kadınların, çocukların, daha doğrusu sivillerin, başka bir ifade ile "non-combatant"ların hedef alınması. 11 Eylül saldırıları bunun en bariz örneğiydi. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "bir gemide 99 cani 1 masum olsa, o masumun hatrına o gemi batırılmaz."
Neyse, sonuçta bu konular uzun uzun tartışıldı. "Ilımlı İslamcı"ların genel pozisyonu, sivillere yönelik intihar eylemlerinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceği. Ancak intihar eylemi bir askeri üsse veya karakola düzenleniyorsa ve açık bir şekilde düşman askeri hedef alınıyorsa, bu nokta tartışılabilir.
Ancak bizim konumuz için önemli olan nokta, intihar eylemlerinin bir istişhad eylemi olup olmadığı veya intihar eylemi düzenleyenlerin cehennemlik olup olmadığı değil. Bu eylemleri düzenleyenler, şehit olacaklarına inanmışlar ve bu inanç içinde bile bile ölmeye gidiyorlar.
Şimdi, Gülen'in ifadesine dönecek olursam, Gülen, "Hizmet adına intihar etmek, büyük sevaptır" veya "Hizmet adına intihar eden, şehittir" demiyor. Tersine, bunun büyük bir günah olduğunu ısrarla vurguluyor. Bu günahı işlemenin, insanın ebedi hayatını ateşe atacağının da farkında. Yukarıda vurguladığım "ifna" terimi, tam da bu anlamları ifade ediyor. İnsanın bütün sermayesini, hayatı boyunca işlediği bütün hayırları ateşe atması, tüketmesinden söz ediyoruz. Bile bile lades deniyor. Şimdi bu, intihar saldırılarından farklı bir şey.
Bu konuda benim aklıma gelen ilk örnek, Sabetay Sevi'nin 1666'da iyice ortalığı alevlendirmesinin ardından Osmanlı devlet adamlarının dikkatini çekmesi ve sonunda Edirne'de IV. Mehmet'in huzuruna çıkarılarak, ya idam edileceğinin ya da müslüman olması halinde canının bağışlanacağının kendisine bildirilmesi üzerine, onun Mehdi olduğuna inanmış pek çok taraftarını büyük bir hayal kırıklığına uğratarak müslüman olmayı seçmesi. O dönemde, Sevi'nin Mehdi olduğuna inanan çok sayıda Yahudi (ve hatta bazı Hristiyanlar) mallarını mülklerini satıp Avrupa'nın uzak köşelerinden Sevi'nin yanına kalkıp gelmişler. Öyle ya, kıyametin kopması yakınsa ve Mehdi zuhur ettiyse, malın mülkün paranın pulun ne önemi var? Hepsi feda olsun!
İşte Sevi'nin müslüman olmasının üzerine, topladığı büyük taraftar kitlesi önemli ölçüde dağılıyor. Ancak bir kısım sadık, "hardcore" taraftarları, Sevi'nin Yahudiler için sapkın bir inanç olan, hakla hakikatle alakası olmayan İslam'ı seçmesinde bile bir keramet, bir hikmet arıyorlar. Ve literatürde "redemption through sin" (günah yoluyla arınmak) veya "the holiness of sin" (günahın kutsallığı) gibi kavramları geliştiriyorlar. Bu konuda özellikle Gershom Scholem'in bu başlıkları taşıyan makalesi önemli bir başlangıç noktası:
Kısaca ifade edecek olursam, Sevi'nin izinden, müslüman olduktan sonra bile ayrılmayan taraftarlarının bu garip duruma getirdikleri bazı açıklamalar var. Bunlardan biri, Yahudi kaynaklarında Esther'in, Ahasuerus'un tecavüzü karşısında direnmemesini anlatan hikaye. Talmud'da Esther için "sanki yerdeki toprak gibiydi" ifadesi kullanılıyor. Yani Esther, Ahasuerus'a kendini bilerek isteyerek teslim etmiyor. Karşı gelse öldürüleceğini bildiği için tecavüze razı oluyor. Ama pasif bir tavır sergiliyor. İşte Sevi'nin taraftarları da Sevi'nin müslüman olmasını, nihayetinde taraftarlarının başına kötü işler açılmasını önlediği için büyük bir fedakarlık olarak görüyorlar ve onun gerçekten müslüman olmadığını, içten içe Yahudiliğini devam ettirdiğini söylüyorlar.
Abraham Cardoso gibi bazıları ise daha da ileri gidiyorlar ve klasik Yahudi şeriatının Mesih'in geleceği zamanlarda artık geçerli olmadığını, sıradan insanların Mesih'in davranışlarını anlayamayacağını, insanlara mantıksız veya şeriate aykırı gelse bile Mesih'in "bir bildiği vardır" diye düşünmenin gerektiğini ileri sürüyorlar. Hatta, Mesih'in görevini tamamlayabilmesi için, önce günah işlemesi ve kirlenmesi gerektiğini bile söylüyorlar.
Scholem'den okuyalım:
"the King Messiah was to give "a new Torah" and that the commandments of the Law (mitzvot) were to be abrogated in messianic times."
Bu durumda, Sevi'nin Yahudiliği terkederek Müslüman olması, baskı altında alınmış talihsiz bir karar olmaktan çıkıyor, insanlığın kurtuluşu için bir zorunluluk veya gereklilik haline dönüşüyor. Bu Avrupa'da, önceki yıllarda Hristiyan olmak zorunda kalmış ama gizliden gizliye kripto Yahudi olarak inançlarını devam ettiren Abraham Cardoso gibilere çok cazip gelen bir teori. Hatta diyorlar ki, Yahudiliği terketmek yani dinden çıkmak, sadece Sevi (yani Mesih) için bir zorunluluk değildir. Ebedi saadeti elde etmek isteyen BÜTÜN YAHUDİLER, Sevi'yi takip etmeli, Yahudiliği terketmeli ve görünüşte müslüman olmalıdır.
Bütün Yahudilerin Sevi'nin izinden giderek görünüşte müslüman olması gerektiğini iddia eden Sevi taraftarları, "hakiki iman"ın açık edilmemesi gereken bir büyük sır olduğunu ve her zaman gizlenmesi gerektiğini söylüyorlar. Bu durumda takiyye, bir taktik olmaktan çıkıyor, bütünüyle benimsenmesi gereken bir yaşam biçimine dönüşüyor:
"The "true faith" cannot be a faith which men publicly profess. On the contrary, the "true faith" must always be concealed. In fact, it is one's duty to deny it qutwardly, for it is like a seed that has been planted in the bed of the soul and it cannot grow unless it is first covered over. For this reason every Jew is obliged to become a Marrano."
Burada Sevi'nin (Yahudilikten) irtidadı için getirilen bir başka argüman, nasıl Musa kendi döneminin süper gücü olan Mısır'da Firavunun yanında yıllarca yaşadıysa, Mesih (Sevi) de dönemin süper gücü olan "Türk"ün yanında yaşamak zorunda. Mesih ancak bu şekilde, İsrail'in günahlarının bağışlanması kapısını açabilir. Yine Scholem'den okuyalım:
"In the same vein, the familiar aggadic saying that "the last Redeemer will be as the first" was taken to mean that just as Moses lived for many years
at the court of Pharaoh, so the Messiah must live with "the Turk," for as the exile draws to a close the Messiah himself must be exiled to atone for Israel's sins."
Yahudi tarihinde 19. yüzyıla, hatta 20. yüzyıl başlarına kadar Sabetay Sevi bir şarlatan, bir "impostor" olarak görülüyor. Ancak, Siyonizm hareketinin ortaya çıkmasından sonra, Sevi'ye yaklaşımlarda da bazı değişimler gözleniyor. Gershom Scholem'in çalışmaları bu noktada önemlidir. Ancak, 2. Dünya Savaşı'ndaki büyük Yahudi soykırımı, yani Holokost, Yahudilerin Sevi'ye bakışlarını temelden değiştiriyor diyebiliriz. Pek çok Yahudi, Holokost gibi büyük bir vahşeti, Yahudilerin kollektif olarak ödemek zorunda kaldıkları bir bedel olarak görüyorlar. Onlara göre Yahudilere karşı işlenen bu büyük günah, son tahlilde Yahudilere "redemption" yani kurtuluş kapısını açmıştır. Bu kurtuluş ise İsrail'in kurulması, 2000 yıldan sonra Yahudilerin Kutsal Topraklara dönmeleridir.
Bu noktada, Hristiyanlığın temel öğretisi olan "original sin" kavramına geliyoruz. Hristiyanlığa göre, Adem ile Havva'nın cennette şeytana uyarak yasak ağacın meyvesinden yemeleri, sadece Adem ile Havva'yı değil bütün insanları günahkar yapmıştır. Yani günah, insanın fıtratında, doğuştan getirdiği bir durumdur (İslamiyetteki gibi insanın günah işleme özgürlüğünün olmasından değil, zaten ve her halükarda günahkar olmasından söz ediyoruz). Ama insanlık, tanrının oğlu (veya bizzat tanrının kendisi) olan İsa Mesih'in şahsında büyük bir şans elde etmiştir. Burada, Yeni Ahit'in en önemli ayeti olarak nitelenen Yuhanna (John) 3.16'ya geliyoruz:
"Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu’nu verdi. Öyle ki, O’na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun."
Bu ayetteki "mahvolmasın" kelimesiyle Gülen'in konuşmasındaki "ifna" kelimesinin birebir örtüştüğünü vurgulayayım. Tanrının oğlunu vermesi, yani İsa'nın çarmıhta canını vermesi, insanlık adına yapılmış en büyük fedakarlıktır. O kadar büyük bir fedakarlıktır ki, bütün insanlığın ebedi hayatını kurtarmaya yeter. Yeter ki insan, İsa'nın bu fedakarlığını takdir etsin.
Hristiyanlığın temeli işte budur. İnsan, ta Adem aleyhisselamdan tevarüs ettiği "ilk günah"ın kirinden, ANCAK İsa Mesih'in yaptığı büyük FEDAKARLIĞI tanıyarak kurtulabilir.
İsterseniz bu noktadan, "Ebedi cehennem ateşinden kurtulmak için La ilahe illallah demek kafidir." sözüne devam edebilirsiniz, ama ben "that's beyond the scope of my argument here" diyerek geçiyorum.
Scholem'in "Redemption through Sin" makalesindeki şu pasaj, Sevi'nin (Yahudilikten) irtidadı ile İsa Mesih'in sonu arasındaki paralelliği gösteriyor:
"What now took place in Sabbatianism was similar to what happened in Christianity at the time of the apostles, the chief difference being the shifting of the tragic moment in the Messiah's destiny from his crucifixion to his apostasy, a change which rendered the paradox in question even more severe."
Son olarak şunu belirteyim. Ben burada "Gülen dönmedir, Sabetayisttir veya Pakradunidir." gibi bir iddiayı gizli gizli ileri sürüyor değilim. Sadece, bir inanç sisteminin mantığı içinde açıklanamayan, "o mantıkla taban tabana ters" görüşlerin, farklı inanç sistemlerinde benzer yollar izleyerek kendince bir mantık geliştirebileceğine dair gözlemlerde bulunuyorum. Scholem meramımı benden iyi anlatıyor (vurgular bana ait):
"In the history of religion, whenever we come across the doctrine of the holiness of sin it is always in conjunction with one or another spiritualistic sect. The type of the pneumatic, which I have previously discussed, is particularly susceptible to such a teaching and it is hardly necessary to point out the connections that exist between the theories of nihilism and those of the more extravagant forms of spiritualism. To the pneumatic, the spiritual universe which he inhabits is of an entirely different order from the world of ordinary flesh and blood, whose opinion of the new laws he has chosen to live by is therefore irrelevant; insofar as he is above sin (an idea, common to many sectarian groups, which occasionally occurs in the literature of Hasidism as well) he may do as the spirit dictates without needing to take into account the moral standards of the society around him."

23 Temmuz 2016 Cumartesi

15 Temmuz: Yabancı medya ve analistlerin 5-6 ay öncesinden işaretini verdikleri darbe

2016 başından itibaren, çoğu Türkiye aleyhtarı olarak tanınan/bilinen analistler, "Türkiye'de bir askeri darbe olabilir mi?" sorusunu sormaya başlamışlardı. Sırayla örneklere bakalım.

1. MICHAEL RUBIN

American Enterprise Institute'da Türkiye düşmanlığıyla temayüz etmiş neocon Michael Rubin, 21 Mart 2016 tarihli yazısında "Türkiye'de darbe olabilir mi?" diye sormuştu. Tabii Michael Rubin'in sorusunu, "KEŞKE Türkiye'de bir darbe olsa da Erdoğan devrilse!" diye okumak daha doğru olacaktır.

Michael Rubin potansiyel darbecileri, "Merak etmeyin, Mısır'daki Sisi gibi, darbe yaparsanız Batı buna ses çıkarmaz" diyerek cesaretlendiriyordu.

2. Eski ABD Büyükelçileri Edelman ve Abramowitz'in tehditleri

Yine Mart ayında ABD'nin Ankara'da görev yapmış iki eski büyükelçisi, Erdoğan'ı açıkça tehdit ettiler. "Erdoğan ya hizaya gelecek, ya da onu hizaya getirmesini biliriz" anlamına gelen yazıları, darbenin yaklaştığını haber veriyordu.

3. Foreign Policy, "Erdoğan gibi bir problemi nasıl çözersiniz?"

15 Temmuz'dan tam bir ay önce, 15 Haziran'da Amerikan Foreign Policy dergisinde "Erdoğan gibi bir problemi nasıl çözersiniz?" başlıklı bir yazı çıktı. Yazıda Erdoğan "bir başarısızlık" olarak niteleniyor, "ABD çıkarlarını giderek tehdit ettiği" belirtiliyordu. Sorun belliyse çözüm neydi? Şu satırlara dikkat:

Özetle, Erdoğan'ı demokratik yollarla devirmenin imkansıza yakın olduğu belirtildikten sonra "Peki ne yapılabilir?" diye soruluyor. "Kabul etmek gerekir ki, çok küçük ihtimali olan "kara kuğu" tabir edilecek nadir olaylar Erdoğan'ı devirebilir. 2013'teki Gezi protestoları gibi uzun süre milyonların sokaklarda Erdoğan'ı protesto etmesi onu durdurabilir. Gözardı edilmemesi gereken diğer bir ihtimal de, özellikle Erdoğan'ın yükselen despotizmi ve anayasayı hiçe saymasına karşı kitlesel muhalefetle birleştiğinde BİR ÇEŞİT ASKERİ MÜDAHALEDİR. Eğer Türkiye'de durum giderek kötüleşirse, ordunun ÜLKEYİ KURTARMAK ADINA Erdoğan'a sırt çevirebileceği düşünülebilir."

17/25 Aralık darbe girişimiyle 15 Temmuz darbesinin aynı kaynaktan besleniyor olması tesadüf değil. Foreign Policy makalesindeki senaryo tam olarak bu.

"There are a handful of other developments — admittedly, low-probability events, true black swans, really — that could throw a wrench into Erdogan’s works were they to emerge. The eruption of another mass protest movement, like the one that rocked Erdogan’s government in 2013 in Gezi Park, involving millions of citizens taking to the streets in peaceful protest for an extended period of time, could in theory give pause to his headlong rush for the imperial presidency.

Some kind of military intervention also can’t be dismissed entirely — especially if coupled with widespread popular opposition to Erdogan’s rising despotism and disregard for Turkey’s existing constitution. Though conventional wisdom maintains that Erdogan’s trumped-up court cases against the Turkish officer corps early in his tenure successfully neutered the military of any residual instinct to ever again play a role in the country’s politics, a few analysts have recently raised doubts about that assessment. The suggestion is that starting in 2014, and especially since his resumption of all-out war against the PKK, Erdogan has increasingly come to rely on a tactical alliance with the military to confront some of their common domestic opponents, thereby inevitably resurrecting the military’s power, its standing, and perhaps its ambitions. Should Turkey’s situation continue to deteriorate, the theory goes — increased terrorism, political strife, and worsening relations with traditional Western partners, for example — it’s not unthinkable that the military would turn on Erdogan in order to “save” Turkey from his road to Islamist dictatorship and state failure."

4. Gönül Tol, Foreign Affairs, "Türkiye'nin bir sonraki darbesi"

30 Mayıs 2016'da Amerikan Foreign Affairs dergisinde Gönül Tol imzasıyla "Türkiye'nin bir sonraki darbesi" başlıklı yazısı yayınlandı.

Yazıda ilk dikkati çeken nokta, daha ilk cümlelerde Türkiye'nin bir yıldır yürüttüğü terörle mücadelenin "Kürtlere karşı" bir savaş olduğunun nitelenmesiydi. Ama asıl önemlisi Foreign Affairs'deki bu yazı, açık bir şekilde "Nasıl yaparsak Türkiye'de bir darbeyi başarıya ulaştırırız?" sorusuna cevap arıyor olmasıydı.

Yazının can alıcı paragrafı, yaklaşmakta olan darbenin başarıya ulaşması için GEREKLİ ŞARTLARI şöyle sıralıyordu:

"Eğer PKK ile çatışmalar kontrolden çıkarsa, eğer Batı vilayetlerindeki kitlesel şiddet bir güvenlik açığına yol açarsa, ekonomi duraklamaya girerse ve bunlar hükümeti giderek daha otoriter yaparsa, bu durum kitlesel protesto gösterilerine yol açabilir. Eğer Erdoğan aşırı bir polis şiddetiyle karşılık verir ve daha fazla kan dökülürse, generallerin harekete geçmesi yönünde bir toplumsal baskı oluşabilir. Yine de ordu, doğrudan yönetime el koymak yerine, Erdoğan'ı istifaya zorlamayı tercih edecektir. Türkiye bir askeri cuntayla yönetilecek devirleri çoktan geride bıraktı."

Bir yönüyle yazı "Türkiyenin bir sonraki darbesi" dedikten 45 gün sonra haklı çıkmış oluyor. Ama diğer yönüyle, darbecilerin, Foreign Affairs'in nasihatlerini pek kaale almadıkları görülüyor :) Eh, o kadar kusur her Amerikan uşağında bulunabilir :))

5. Peter Korzun, "Erdoğan başta kaldığı sürece Türkiye'ye huzur yok"

Michael Rubin'in Türkiye'de darbe çağrısı yapması üzerine heyecanlanan pek çok analistten biri de belli ki Peter Korzun. "Türkiye: Darbenin kenarında mı?" diye sorduğu yazısı 19 Mayıs 2016 tarihli.

Korzun askeri darbenin kapıda olduğunu ima ettiği yazısını, şu mealde sözlerle bitiriyor: "Türk halkının önünde çok basit bir tercih var: Ya barış ve refaha giden yolda çılgınlığın yerine erdem ve zekayı [siz ABD uşaklığı diye anlayabilirsiniz] ikame edecek. Ya da iç savaş ve yıkım yolunda giderek daha da alçalacak. Erdoğan iktidarda olduğu müddetçe ülkenin bir geleceği yok gibi görünüyor."

"Ya hizaya gelirsiniz, ya da "bizim çocuklar" sizi hizaya getirir" demiş yani.


"Turkish people have a very simple choice: either to replace insanity with intelligence and wisdom on the way to peace and prosperity, or continue on the present downward course under the smoldering ashes of civil war and destruction. With Mr Erdogan in power the country seems to have no future."

6. Rus görüşü: "Erdoğan Türkiye'de bir darbeyi nasıl engelleyebilir?"
Sadece Amerikalılar darbe çağrısı yapacak değil ya, bir karşı atak da Ruslardan geliyor. 26 Mayıs'ta Sputnik Haber sitesinde "Erdoğan'ın açmazı: Türkiye'de bir askeri darbeyi ne tetikleyebilir?" başlıklı bir yazı yayınlanıyor (Sputnik Türkiye'de engelli olduğu için başka bir siteden kaynak veriyorum). Bu yazı, Pavel Shlykov adlı bir Rus analistin bir raporuna dayanıyor. Shlykov analizini lşöyle tamamlıyor:

"Dünya şu anda Moskova ile Ankara arasında derin bir çatışmaya tanıklık ediyor. Bu çatışma, çatışmanın asli unsurlarının SAHNEYİ TERKETMESİ HALİNDE sona erebilir."

Çok ilginç. 15 Temmuz darbesinin, Türkiye-Rusya ilişkilerinin iyileşmesinin hemen ardından gelmesi, Rus uçağını düşüren Türk pilotun darbeciler arasında yer almasıyla birlikte düşünüldüğünde, 15 Temmuz darbesinin bir "karşı darbe" olduğu söylenebilir.

"The world is now witnessing a deep conflict between Moscow and Ankara, which could ease with its main participants leaving the stage."

7. Wall Street Journal, "Asker darbe yapmaya hazırlanıyor"

Gönül Tol'un Foreign Affairs yazısı dahil olmak üzere son 6 ayda Batı'da Türkiye'de bir askeri darbe ihtimalini gören (veya kaşıyan) yazılardaki önemli bir vurgu, Temmuz 2015te başlayan terörle mücadele döneminde Erdoğan'ın askere açık çek verdiği, bunun da generalleri darbe yapmak için cesaretlendirdiği idi.

Bu vurgunun tipik bir örneğini Amerikan Wall Street Journal gazetesinde, darbeden 2 ay önce, 15 Mayıs'ta yayınlanan şu yazıda görüyoruz. "Türk ordusunun etkisi yeniden artıyor" başlıklı yazı özetle "Erdoğan Kürtlere karşı savaşında orduya açık çek verdi, ama generaller Ergenekon-Balyoz davalarını unutmadılar. Darbe yapmaya hazırlanıyorlar" diyor.


8. Washington Times, "Türkiye'de darbe ANCAK ABD desteklerse başarıya ulaşır"


Bir de sağ gösterip sol vuranlar var:) Amerikan Washington Times gazetesinde 7 Nisan'da çıkan bir yazıda "Erdoğan askeri darbe tehdidini kullanarak gücünü arttırıyor, muhalefeti sindiriyor" deniyor. Yazıda, eski CHP milletvekili ve halihazırda ABD'de neoconlara ait düşünce kuruluşu görünümlü psikolojik harekat merkezinde çalışan Aykan Erdemir'le mülakat yapılmış.

Yazıda dikkat çeken bir başka bölüm, anonim bir Türk kaynağa dayandırdıkları değerlendirmeler:

"bir askeri darbenin gerçekleşmesinin tek yolu, ABDden gerçekten açık bir destek olmasıdır. Washington, DARBE BAŞARIYA ULAŞMADIKÇA, o desteği verdiğini kabul etmeyecektir. ... Demek istediğim, evet ABD eğer aniden bir darbe olursa Erdoğan'ın görevine dönmesi için parmağını kımıldatmaz, ama ABD'nin gerçekten bir darbeyi gizlice destekleyeceğini düşünmek bir fantezidir."

"... the only way a military coup could happen would be if there was really clear support from the U.S. Washington would never admit to giving that support unless a coup was a success ... My point is that sure, the U.S. might not lift a finger to put Erdogan back in power if a coup suddenly happened, but it’s a fantasy to think the U.S. would actually covertly back a coup to begin with.”

Bu yazıda, Mart-Mayıs 2016 arasında yabancı medya ve analistlerin Türkiye'de darbe ihtimalini gündeme getirdikleri 8 makale ve yazıya atıfta bulundum. Bunların önemli kısmını o günlerde gördük ve "Erdoğan'ı deviremeyen Batılılar çıldırdı" diyerek, doğrusu pek de önemsemedik. Ama hepsi bıraraya gelince, bence şöyle bir tablo ortaya çıkıyor. ABD'de, özellikle Pentagon'da bir grubun şiddetli bir şekilde Türkiye aleyhtarı olduğunu biliyoruz. Bu çevreler Mart-Mayıs aylarında bir darbe balonunu havalandırdılar, tabiri caizse bir ihale açtılar. Zaten yıllardır Türkiye düşmanı her faaliyete canı gönülden destek veren FETÖ de memnuniyetle bu ihaleyi aldı.

Allah azizdir, intikam sahibidir.





17 Temmuz 2016 Pazar

Gülen, Kuran ayetlerini yanlış anladığını itiraf etmişti

Atlantic dergisi Ağustos 2013'te Gülen'le röportaj yapmış. Röportajda Gülen'e, geçmişte vaazlarında antisemitik ifadeler kullanması soruluyor:

http://www.theatlantic.com/international/archive/2013/08/a-rare-meeting-with-reclusive-turkish-spiritual-leader-fethullah-gulen/278662/
SORU: "Some statements concerning Jews or Israel in your early sermons have been perceived as anti-Semitic. How do you respond to this?"
GÜLEN: "I sincerely admit that I might have misunderstood some verses and prophetic sayings. I realized and then stated that the critiques and condemnations that are found in the Koran or prophetic tradition are not targeted against people who belong to a religious group, but at characteristics that can be found in any person."
"Samimi olarak KABUL EDİYORUM ki bazı AYETLERİ ve hadisleri YANLIŞ ANLAMIŞ olabilirim. [Bu hatamı] FARKETTİM ve sonrasında, Kuranda ve hadiste [Yahudiler aleyhinde] yer alan eleştiriler ve kınamalar belli bir dini gruba [YAHUDİLERE] yönelik değildir, HER İNSANDA bulunabilecek kişilik özellikleri hakkındadır."
Fetullah Gülen'e tabi olan herkesin sorması gereken ilk soru şu: Eğer Gülen kendi ağzından, Kuranın bazı ayetlerini YANLIŞ ANLADIĞINI itiraf ediyorsa, DAHA BAŞKA hangi ayetlerini yanlış anlamış olabilir?
Sormaları gereken ikinci soru da şu: "Madem Kur'anda Yahudiler hakkındaki ayetler, Yahudileri değil, o kişilik özelliklerini taşıyan herkesi kastediyor olabilir, acaba Maide Suresi 77-80. ayetlerde lanetlenenler arasında BİZ de var mıyız?"
"De ki: "Ey Kitap ehli! Hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, bir çoklarını da saptırmış ve dümdüz yoldan da şaşmış bir milletin arzu ve keyiflerine uymayın." İsrailoğullarından inkar edenler, Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü! Onlardan birçoğunun inkar edenleri dost edindiklerini görürsün. Andolsun ki kendileri için önceden (ahirete) gönderdikleri şey; Allah'ın onlara gazap etmesi ne kötüdür! Onlar azap içinde ebedi kalıcıdırlar."

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Darbecilerin idam edilmesi hukuki midir?

Hukukçu değilim, ama siyaset teorisinin hukukla kesişimi üstünde epeyce çalıştım. Her ne kadar 2004'te ceza kanunumuzdan AB uyumu çerçevesinde idam cezası kaldırıldıysa da, darbeci düşman unsurların idam edilmesi için 2 yolun siyaset bilimciler ve hukukçular tarafından araştırılması gerektiğini düşünüyorum.

Birincisi, düşman güçlerinin devletin resmi televizyonunu ele geçirmeyi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin Genelkurmay Başkanını rehin almayı başararak, ülkede anayasal düzeni ilgaya kısmen muvaffak oldukları gerçeğidir. Bu durumda, dün gece Türkiye'de anayasal hukuk düzeninin ve dolayısıyla bu düzenin sağladığı temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı kabul edilebilir. Darbe suçu işlendiği anda ceza kanunu hükümlerinin uygulama imkanı olmadığından ötürü, sözkonusu suç kurulacak olağanüstü bir mahkemede (İstiklal Mahkemesi) yargılanıp idam cezası verilebilir.

Peki böyle bir mahkemede hangi kanuna göre ceza vereceksiniz? Burada, özellikle ABD'de 11 Eylül sonrasında yoğun bir biçimde tartışılan, El Kaide ve DEAŞ gibi örgütlere katılan ABD ve diğer Batılı ülke vatandaşlarının, sahip oldukları vatandaşlıktan kaynaklanan haklardan faydalanıp faydalanamayacakları konusu gündeme geliyor. Bu literatür incelenebilir. Burada "enemy combatant" (düşman milis) kavramı önemli.

Darbecilerin düşman silahlı unsurları oldukları kabul edilirse, Türkiye'de anayasal düzeni değiştirmek için harekete geçtikleri andan itibaren, TC vatandaşlığını terkettikleri, düşman silahlı unsuru (enemy combatant) haline geldikleri değerlendirilebilir. O zaman da mevcut Ceza Kanunu'na göre değil, uluslararası savaş hukukuna göre yargılanabilirler. Sivillere ateş açmaları, insanlığa karşı işlenen bir savaş suçudur. Bu suçun da cezası idamdır.

13 Ağustos 2015 Perşembe

7 Haziran seçimlerinde marjinal sandalyeler

7 Haziran seçimindeki marjinal sandalyeleri hesapladım. Marjinal sandalyeler, partilerin bir seçimde oylarını çok az bir miktar arttırmaları halinde kazanabilecekleri, başka bir deyişle az bir oy farkıyla kazanamadıkları sandalyeler anlamına geliyor. Bir örnekle açıklayayım.
Amasya'da 3 milletvekili Ak Parti 2, MHP 1 olarak paylaşıldı. Partilerin yurtdışı oyları dahil Amasya'daki oyları şöyleydi:
Ak Parti: 98.331
CHP: 55767
MHP: 48485
HDP: 3447
D'Hondt sistemine göre partilerin oyları 1e ve 2ye bölününce:
Ak Parti: 98331, 49.166
CHP: 55.767
MHP: 48.485
HDP: 3.447
Buradaki en büyük sayılar 98331 (Ak Parti 1), 55.767 (CHP 1) ve 49.166 (Ak Parti 2) olduğu için milletvekillikleri bu şekilde dağıldı. Burada, Ak Parti'nin oyunu 2ye bölünce ortaya çıkan sayı 49.166 ile MHP'nin oyu 48.485 arasında sadece 681 oy fark var. Yani MHP 48.485 yerine 681den 1 fazla oy, yani 682 fazla oy, yani 49167 oy almış olsaydı, Amasya'nın 3. milletvekilliğini Ak Parti değil MHP almış olacaktı. İşte Amasya'nın 3. milletvekilliği marjinal sandalye oluyor.
Buradaki durum şu şekilde daha da dramatize edilebilir. Amasya'da Ak Parti'ye oy veren 98.331 seçmenden 455'i, Ak Parti yerine MHP'ye oy verseydi, Ak Parti'nin oy sayısı 97876'ya düşecek, onun yarısı da 48938 yapacaktı. Bu 455 seçmenle birlikte MHP'nin oyu 48940 yapacak ve böylece 3. milletvekilini MHP kazanmış olacaktı. Tabii gerçekte böyle olmaz. Bir partiden eksilen oylar topyekün diğer partinin hanesine yazılmaz. Başka partilere de dağılır.
Marjinal sandalyeleri incelediğimizde, oylarında ufak bir artışla milletvekili sayısını en çok arttıracak partinin Ak Parti olduğunu, onu MHP'nin takip ettiğini görüyoruz. CHP ve HDP'nin oyları öyle bir denge noktasına gelmiş ki, oyları biraz artmakla milletvekili sayıları fazla etkilenmiyor. Yaklaşık 18,9 milyon oy almış olan Ak Parti, 18 seçim çevresinde çok iyi denk gelecek şekilde 164 bin oy fazla alsaydı, 18 milletvekili fazla çıkarabilirdi. MHP de aynı şekilde 64 bin oyla 12 milletvekili kaçırmış denebilir. Ama dediğim gibi, gerçek hayatta oylar bu kadar dengeli dağılmaz. Bu 18 seçim çevresinde 164 bin oy fazla almak için Ak Parti'nin ülke genelinde oylarını 900 bin kadar arttırması gerekiyor.
Son olarak, marjinal sandalyelerde en büyük geçişkenliğin Ak Parti ile MHP arasında yaşandığını, dolayısıyla muhtemel bir erken seçimde en çok bu iki partinin milletvekili sayılarının değişeceğini söyleyebiliriz.

Ak Parti Marjinal Sandalyeler
İl
Fark
Partinin ildeki oyunda gerekli artış %
Farkın ildeki geçerli oylara oranı (%)
Milletvekilini kaybedecek parti
Ağrı
6302
15,61%
2,60%
HDP
Ankara 1
23572
3,50%
1,28%
CHP
Aydın
2237
1,12%
0,33%
CHP
Balıkesir
7255
2,31%
0,90%
MHP
Bayburt
1378
4,96%
2,98%
MHP
Burdur
4642
6,32%
2,73%
MHP
Diyarbakır
6107
5,00%
0,74%
HDP
Erzincan
1920
2,93%
1,44%
CHP
Eskişehir
13901
7,08%
2,56%
CHP
Giresun
3898
2,73%
1,46%
MHP
Gümüşhane
3838
9,03%
5,12%
MHP
İstanbul 2
41478
3,87%
1,66%
CHP
İstanbul 3
3525
0,31%
0,12%
MHP
Kayseri
19451
4,65%
2,43%
MHP
Karabük
9243
13,36%
6,41%
MHP
Samsun
985
0,24%
0,13%
MHP
Sivas
9319
4,29%
2,47%
CHP
Van
4799
4,74%
0,95%
HDP
TOPLAM FARK
163850
CHP
6
MHP
9
HDP
3

MHP Marjinal
İl
Fark
Partinin ildeki oyunda gerekli artış %
Farkın ildeki geçerli oylara oranı (%)
Milletvekilini kaybedecek parti
Amasya
681
1,40%
0,32%
Ak Parti
Ankara-1
16607
5,00%
0,90%
CHP
Ankara-2
4176
1,66%
0,29%
Ak Parti
Bilecik
5070
14,78%
3,76%
CHP
Çankırı
1585
5,08%
1,43%
Ak Parti
Çorum
1550
2,59%
0,46%
Ak Parti
Iğdır
1242
4,79%
1,28%
HDP
Kırklareli
6082
12,17%
2,57%
Ak Parti
Kocaeli
1245
0,76%
0,12%
HDP
Konya
18610
9,17%
1,49%
Ak Parti
Malatya
1485
2,91%
0,33%
Ak Parti
Ordu
5477
9,99%
1,28%
CHP
63810
Ak Parti
7
CHP
3
HDP
2
CHP
İl
Fark
İl oyunda gereken artış %
Farkın ildeki geçerli oylara oranı (%)
Milletvekilini kaybedecek parti
Ardahan
2690
21,14%
4,67%
Ak Parti
Bursa
28918
5,83%
1,61%
Ak Parti
Hatay
18360
6,04%
2,17%
Ak Parti
İstanbul 3
20539
2,56%
0,12%
MHP
İzmir 1
9600
1,66%
0,73%
MHP
İzmir 2
20430
3,22%
1,47%
Ak Parti
K.Maraş
6852
13,33%
1,16%
MHP
Niğde
5171
12,47%
2,67%
Ak Parti
112560
Ak Parti
5
MHP
3
HDP
0

HDP
İl
Fark
İl oyunda gereken artış %
Farkın ildeki geçerli oylara oranı (%)
Milletvekilini kaybedecek parti
İstanbul 1
22860
6,82%
0,74%
CHP
İstanbul 2
30089
9,62%
1,20%
CHP
İzmir 1
13946
9,07%
1,06%
MHP
Şanlıurfa
15723
5,29%
2,01%
Ak Parti
82618
Ak Parti
1
CHP
2
MHP
1