15 Ağustos 2013 Perşembe
Bugün Rabiatül Adeviyye'de öldürülen 26 yaşındaki Habibe Abdülaziz'in annesiyle son mesajlaşmaları
Bugün Rabiatül Adeviyye'de öldürülen 26 yaşındaki Habibe Abdülaziz'in annesiyle son mesajlaşmaları:
06:19
Anne: Habibe, orada neler oluyor? 1:30'da uyumaya gittim, sizin saatinizle 11:30. Saldırıdan ne haber? Söyle bana.
Habibe: Asker ve polis gerçekten de kapılara doğru ilerliyor. Medya Merkezi hastaneye çevrildi ve meydanda herkes tetikte.
Anne: Nerdesin?
Habibe: Binada sadece gazetecilerin kalmasına izin verildi. Benim de çatışma başlarsa anıttan haber geçmem lazım.
Anne: Anıt Rabiadan biraz uzakta.
Habibe: Her kapıda alan güvenliği var. Ben medya merkezindeyim. Anıt o kadar da uzak değil, kapımız büyük ve kolayca kırılacak bir kapı değil.
Anne: Çok fazla asker ve polis var mı?
Habibe: Evet, ama onların hareketleri bir "sinir harbi" taktiği de olabilir.
Anne: Anıta nasıl ulaşacaksın?
Habibe: Herkes gibi yürürüm, ya da koşarım. Duruma göre.
07:33
Anne: Yeni haber var mı?
Habibe: Yabancı muhabirler merkeze şimdi geldi.
Anne: Yani kalabalıklarla ilgili yeni bir haber? Sen ne yapıyorsun?
Habibe: Üç ilaç içtim. Burası çok soğuk ve ben de titriyorum. Kalabalıklar çok büyük ve herkes tetikte bekliyor. Bizim için dua et anne.
Anne: Yarabbi, bizi istikametten ayırma ve bize güç ver. Yarabbi, onlara karşı bize güç ver. Allaha emanet ol.
Habibe: Birazdan platforma gideceğim. Orada tanklar var.
Anne: Allahım bizi istikametten ayırma, bize zafer ver. Facebook sayfama şunu yazdım: Allahım, Rabia ve Nahda'daki ve tüm Mısır'daki protestolara katılan kardeşlerimi, oğullarımı ve kızlarımı sana emanet ediyorum. Allahım, kocam Ahmed ve kızım Habibe'yi sana emanet ediyorum. Hiçbirini bizden ayırma. Allahım onlara güç ver, destek ver ve şu günde onları istikametten ayırma.
12:46
Anne: Habibe, lütfen bana haber ver. Binlerce kez aradım. Lütfen yavrum, çok endişeliyim. Bana nasıl olduğundan haber ver.
...Habibe'den cevap gelmez.
http://www.thenational.ae/news/uae-news/mother-of-uae-reporter-killed-in-egypt-publishes-their-last-sms-exchange
27 Mart 2013 Çarşamba
İsrail'in varlığı Filistin'in yokluğuna bağlıdır!
İsrail diye bir devlet neden var? Jeffrey Goldberg'in Obama'nın İsrail seyahatiyle ilgili yazısında bu sorunun birbiriyle çelişme potansiyeline sahip iki cevabından söz ediliyor. Çok önemli bir nokta. Avrupa ve Amerika'daki Yahudi olmayan kamuoyunun perspektifinden bakınca İsrail Devleti, yüzlerce yıldır Batı'da sürüp gelen anti-semitizmin II. Dünya Savaşı'nda Holokost ile zirveye çıkmasının keffaretidir. Batı bir taraftan Yahudilere Filistin topraklarını vererek kendini affettirmeye çalışmış diğer taraftan Yahudileri Filistin'e göndererek kendi topraklarından uzaklaştırmış oluyordu. Siyonizm ve Yahudiler açısından bakıldığında ise bu bakış açısı onları edilgenleştirmektedir, dolayısıyla kabul edilemez. Siyonistler için Filistin toprakları zaten binlerce yıldır Yahudi yurdudur.
Goldberg, Obama'nın 2009'da başkan seçildikten hemen sonra Kahire'de İsla DÜnyası'na hitaben yaptığı konuşmada Holokost'un İsrail'in varlığını açıkladığını ve haklı kıldığını söylediğini belirtiyor. Evet, bu ifade İsrail'i destekleyen bir ifade, ama İsrailliler açısından yeterli değil. ONlara göre, Holokost olmasaydı bile zaten Filistin toprakları onların hakkıydı. Goldberg, Obama'nın İsrail ziyaretinde yaptığı konuşmada, 2009'daki ifadesini düzelttiğini söylüyor. Obama "İsrail Devleti Holokost nedeniyle var olan bir devlet değildir. Ancak güçlü bir Yahudi devleti, bir daha Holokost yaşanmamasının garantisidir" demiş.
Yahudilerin Filistin topraklarında yaşama ve var olma hakları kabul edilebilir. Ama Siyonizm bu değildir. Siyonizm, Filistin topraklarında SADECE Yahudilerin yaşama hakkı olduğunu ve başka kimsenin yaşama hakkı olmadığını iddia eder. Bu nedenle ırkçı ve ayrımcı bir ideolojidir. Halen İsrail Devleti sınırları içinde bulunan topraklardan sürülmüş Filistinlilerin vatanlarına dönme hakları yani "right of return", vazgeçilemez, devredilemez (inalienable) bir haktır.
Goldberg, Obama'nın 2009'da başkan seçildikten hemen sonra Kahire'de İsla DÜnyası'na hitaben yaptığı konuşmada Holokost'un İsrail'in varlığını açıkladığını ve haklı kıldığını söylediğini belirtiyor. Evet, bu ifade İsrail'i destekleyen bir ifade, ama İsrailliler açısından yeterli değil. ONlara göre, Holokost olmasaydı bile zaten Filistin toprakları onların hakkıydı. Goldberg, Obama'nın İsrail ziyaretinde yaptığı konuşmada, 2009'daki ifadesini düzelttiğini söylüyor. Obama "İsrail Devleti Holokost nedeniyle var olan bir devlet değildir. Ancak güçlü bir Yahudi devleti, bir daha Holokost yaşanmamasının garantisidir" demiş.
Yahudilerin Filistin topraklarında yaşama ve var olma hakları kabul edilebilir. Ama Siyonizm bu değildir. Siyonizm, Filistin topraklarında SADECE Yahudilerin yaşama hakkı olduğunu ve başka kimsenin yaşama hakkı olmadığını iddia eder. Bu nedenle ırkçı ve ayrımcı bir ideolojidir. Halen İsrail Devleti sınırları içinde bulunan topraklardan sürülmüş Filistinlilerin vatanlarına dönme hakları yani "right of return", vazgeçilemez, devredilemez (inalienable) bir haktır.
1 Ağustos 2012 Çarşamba
Davutoğlu Kamışlı'nın yerini gayet güzel biliyor, peki Emre Uslu ne yapmaya çalışıyor?
Emre Uslu'nun 1 Ağustos 2012 tarihli Taraf gazetesinde "PKK Devleti Nasıl Kuruldu? (2)" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Uslu, yazısının biraz daha geniş bir şeklini blogunda yayınladı. Uslu, bu sabah erken saatlerden itibaren twitter hesabından, "Suriye'de her şeyden haberdarız diyen daha Davutoğlu Kamışlı'nın yerini bilmiyor. Bu nasıl ”haberdar olmak” :))" şeklinde anonslarla, yazısının reklamını yapmaya başladı.
Yazıdaki "bomba" iddia, "köy köy Suriye'yi biliyoruz, gelişmeleri harita üstünden takip ediyoruz" diyen Davutoğlu'nun, Kamışlı'nın Nusaybin'in hemen karşısında yer aldığını bilmediği. Uslu bu iddiasına, Davutoğlu'nun gazetecilere yaptığı açıklamalarda geçen "Kamışlı’dan başlayalım, Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var." cümlesine dayandırıyor. Bu cümleyi mesela Fikret Bila'nın Milliyet'teki yazısında görebilirsiniz. Öte yandan Uslu, yazısının blogunda yer alan geniş halinde, Davutoğlu'nun Kanal 7'deki "Başkent Kulisi" programındaki açıklamalarına atıfta bulunuyor ve bu programda Davutoğlu'nun Kamışlı'yı "Suriye'nin en doğusu" olarak nitelemesini bir bilgi yanlışı olarak sunuyor.
Bu yazıda, Emre Uslu'nun yazısında Davutoğlu'nu Kamışlı'nın yerini bilmemekle itham etmesinin tamamen yersiz olduğunu ispatlayacağım. Bunu yapmak çok basit. Davutoğlu, gazetelerde yer alan ifadelerinde bizleri alıyor, Suriye sınırının en doğusundan en batısına kadar bir tura çıkarıyor. Sınır boyunca etnik yapıyı tarif ediyor. Davutoğlu, Kanal 7'deki programda, Uslu'nun yazısında atıfta bulunduğu bölümde de aynı şeyi yapıyor. Emre Uslu, eğer Davutoğlu'nun Kanal 7'deki programda bu bölümde yaptığı sınır tarifine dikkat etseydi, gazetelerde yer alan ifadesinde aslında Kamışlı'nın Nusaybin'in karşısında yer aldığını söylediğini, ama gazetecilerin bunu doğru bir şekilde aktaramadıklarını rahatça anlayabilirdi.
Şimdi, Davutoğlu'nun, Fikret Bila'nın yazısında yer alan Suriye sınırı boyunca etnik yapı tarifine bakalım:
"Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var. Oradan Suruç’un karşısına kadar Araplar, Kobani’de Kürtler, sonra Araplar ve Türkmenler başlar. Afrin’de bir paket daha Kürt düşünün. Oradan güneye iniyorsunuz Hatay’a doğru sadece Sünni Araplar var. İdlib’in güney batısında biraz daha Kürt var. Sonra da Bayır Bucak Türkmenlerinin yeri başlar."
Burada Davutoğlu'nun belirlediği etnik "blok"lar şöyle:
1. Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var,
2. Oradan Suruç’un karşısına kadar Araplar,
3. Kobani'de Kürtler,
4. Sonra Araplar ve Türkmenler,
5. Afrin'de bir paket daha Kürt düşünün,
6. Oradan güneye iniyorsunuz Hatay'a doğru sadece Sünni Araplar,
7. Sonra da Bayır Bucak Türkmenlerinin yeri başlar.
Şimdi, Davutoğlu'nun Kanal 7'de Mehmet Acet'in sunduğu Başkent Kulisi programında yaptığı tarife bakalım (Benim çözümlemem):
Davutoğlu: "Kamışlı'dan, yani Suriye'nin en doğusundan başlayalım, Suriye'nin kuzeyi en doğusundan başlayarak, Haseke Kamışlı o bölgede, El Cezire bölgesi olarak bilinir, Kürt kardeşlerimiz meskundur. Oradan Kobani'ye kadar gelir, yani bizim Suruç'un karşısında, arada 150-200 km belki daha fazla şey var, o arası, daha az meskun, ama Arap ve Türkmen aşiretleridir,"
Acet: "Urfa'ya benziyor biraz,"
Davutoğlu: "tabii, tabii, yani bizim karşı.."
Acet: "burda ne varsa,"
Davutoğlu: "tabii karşıda, o bir sürekliliktir, bu sınırları biz dikte etmedik"
Acet: "Çok suni değil mi, öyle.."
Davutoğlu: "tabii bu sınırlar, bize dikte ettirilmiş sınırlar, yani, bir anlamda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Sykes-Picot'la ve birçok arkaplanı var, dolayısıyla akrabalar karşılıklı, hattın üstü, hattın altı denir, sonra Kobani bölgesi var, orada çok daha az sayıda, yani Kamışlı ve Haseki'ye göre, bir grup Kürt kardeşimiz daha yaşıyor. Sonra bir ara bölge var, Arap aşiretlerinin yaşadığı, Halep'in daha kuzeyi, Azzaz vesair, sonra orada da Afrin var, yine Kürt kardeşlerimizin yaşadığı, Arap kardeşlerimizle yan yana, iç içe, oradan alıyorsunuz, Afrin'den, İdlib'in, Hatay tarafı, bizim tarafı, İdlib'in bizim yakasını düşünün, İdlib de içinde olmak üzere, yoğun bir Kürt nüfus var, şey Arap nüfus var, bütünüyle Arap, sonra Cebel Kürt bölgesinde az bir Kürt kardeşimiz var, sonra da Yayladağı'nın hemen doğusundan denize kadar da, Bayır Bucak Türkmenleri var."
Şimdi, Davutoğlu'nun bu Suriye sınırı tarifine bakalım:
1. El Cezire olarak bilinen Haseke ve Kamışlı bölgesinde Kürtler,
2. Oradan (yani Kamışlı'dan) Kobani'ye kadar (Suruç'un karşısı), 150-200 kmlik bölge, az nüfusun yaşadığı Arap ve Türkmen aşiretleri,
3. Kobani'de, Haseki ve Kamışlı'ya göre daha az sayıda Kürtler,
4. Halep'in kuzeyinde Azzaz vs ara bölgede Arap aşiretleri,
5. Afrin'de Araplarla içiçe Kürtler,
6. Afrin-İdlib'in kuzeyi (İdlib dahil) bölgesi yoğun ve bütünüyle Arap
7. Cebel Kürt bölgesinde az bir Kürt
8. Yayladağı'nın hemen doğusundan denize kadar Bayır Bucak Türkmenleri
Davutoğlu'nun Kanal 7'deki sınır tarifinin, gazetelerdeki sınır tarifine göre daha ayrıntılı ve daha net bilgiler içerdiğini görüyoruz. Gazetelerdeki tarif, yer sınırlaması ve gazetecilerin çözümlemede çok da dikkatli olmamaları nedeniyle bazı eksikler içeriyor.
Emre Uslu, Davutoğlu'nun Kamışlı'nın Nusaybin'in karşısında olduğunu bilmediğini iddia ediyor. Oysa, Davutoğlu'nun sınır tarifinde, Suruç ve karşısındaki Kobani de yer alıyor. Uslu, neden "Davutoğlu Kobani'nin Suruç'un karşısında olduğunu bilmiyor!" diye ortaya atılmıyor? Nedeni basit, Davutoğlu Kobani'nin Suruç'un karşısında olduğunu gayet güzel biliyor, tıpkı Nusaybin'in Kamışlı'nın karşısında olduğunu bildiği gibi!
Asıl önemlisi, dikkatinizi şu noktaya çekmek istiyorum: Davutoğlu, konuşması boyunca bizi çıkardığı zihinsel Suriye sınırı turunda, Ayasofya veya Topkapı Sarayı'nı gezdiren bir tur rehberi gibi sürekli olarak biz dinleyicilere sınırı tarif etme, tüm canlılığıyla anlatma çabası içinde. Özellikle, Kobani'yi tarif ederken, "Suruç'un karşısı" demesi, sınırın her iki tarafında yer alan yerleşim yerleri arasında bir paralellik kurması, "hattın üstü, hattın altı" demesi dikkat çekici.
Açıkça görülüyor ki, Davutoğlu Suriye-Türkiye sınırını yapay bir sınır olarak görüyor ve bu yapay sınırın iki tarafına düşmüş yerleşim yerleri arasında hep paralellikler kuruyor. Bu zihin yapısında, Kamışlı Nusaybin'in karşısına, Kobani (Aynü'l-Arab) Suruç'un karşısına, Sere Kaniye (Re'sü'l-Ayn) Ceylanpınar'ın karşısına, Babü'l-Heva Cilvegözü'nün karşısına, Halep Antep'in karşısına düşüyor.
Artık gazetelerde neden Davutoğlu'na atfen "Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölge" ifadesinin yer aldığını açıklayabiliriz. Belli ki, Davutoğlu gazetecileri uzun Suriye sınırı turuna çıkarırken şöyle dedi:
"Kamışlı'dan başlayalım, yani Nusaybin'in karşısı, o bölgede Kürt kardeşlerimiz meskundur."
Emre Uslu, Davutoğlu'nun Kanal 7'deki konuşmasını, Davutoğlu'nda hata-kusur bulacağım diye önyargılı olarak değil, "Acaba sayın dışişleri bakanımız ne diyor?" diyerek dinleseydi, bunu hemen farkedecekti. Ama görüldüğü gibi, Emre Uslu Davutoğlu'nu cahil ilan edeyim derken, kendisi komik duruma düşmüştür!
Yazık!
Hamiş: Uslu, Davutoğlu'nun Suriye sınırımızı doğuda Kamışlı'dan başlatmasını "bilgi yanlışı" olarak lanse etmeye çalışıyor. Evet, Türkiye-Suriye-Irak sınırlarının kesiştiği nokta, Kamışlı'nın 100 km doğusunda yer alır ve orada Malikiye adlı bir yerleşim yeri var, ama Malikiye'nin nüfusu 26 bin iken Kamışlı'nın 184 bin. Her iki yerleşim yeri de, Suriye'nin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetine (muhafaza) bağlı. Kamışlı, Türkiye ile sınır kapısı da olan önemli bir şehir. Şimdi, "Türkiye'nin Irak sınırı doğuda Hakkari'den başlar" diyen birine, "Hayır efendim, Hakkari'nin doğusunda Şemdinli var, Yüksekova var" denemeyeceği gibi, Davutoğlu'na da "sen Malikiye'yi bilmiyorsun" denemez. Davutoğlu Kanal 7'deki konuşmasında Haseke vilayetine atıfta bulunmuş, Malikiye de Haseke vilayetinde yer alan bir yerleşim yeri olduğuna göre, ortada tartışacak bir konu göremiyorum!
Yazıdaki "bomba" iddia, "köy köy Suriye'yi biliyoruz, gelişmeleri harita üstünden takip ediyoruz" diyen Davutoğlu'nun, Kamışlı'nın Nusaybin'in hemen karşısında yer aldığını bilmediği. Uslu bu iddiasına, Davutoğlu'nun gazetecilere yaptığı açıklamalarda geçen "Kamışlı’dan başlayalım, Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var." cümlesine dayandırıyor. Bu cümleyi mesela Fikret Bila'nın Milliyet'teki yazısında görebilirsiniz. Öte yandan Uslu, yazısının blogunda yer alan geniş halinde, Davutoğlu'nun Kanal 7'deki "Başkent Kulisi" programındaki açıklamalarına atıfta bulunuyor ve bu programda Davutoğlu'nun Kamışlı'yı "Suriye'nin en doğusu" olarak nitelemesini bir bilgi yanlışı olarak sunuyor.
Bu yazıda, Emre Uslu'nun yazısında Davutoğlu'nu Kamışlı'nın yerini bilmemekle itham etmesinin tamamen yersiz olduğunu ispatlayacağım. Bunu yapmak çok basit. Davutoğlu, gazetelerde yer alan ifadelerinde bizleri alıyor, Suriye sınırının en doğusundan en batısına kadar bir tura çıkarıyor. Sınır boyunca etnik yapıyı tarif ediyor. Davutoğlu, Kanal 7'deki programda, Uslu'nun yazısında atıfta bulunduğu bölümde de aynı şeyi yapıyor. Emre Uslu, eğer Davutoğlu'nun Kanal 7'deki programda bu bölümde yaptığı sınır tarifine dikkat etseydi, gazetelerde yer alan ifadesinde aslında Kamışlı'nın Nusaybin'in karşısında yer aldığını söylediğini, ama gazetecilerin bunu doğru bir şekilde aktaramadıklarını rahatça anlayabilirdi.
Şimdi, Davutoğlu'nun, Fikret Bila'nın yazısında yer alan Suriye sınırı boyunca etnik yapı tarifine bakalım:
"Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var. Oradan Suruç’un karşısına kadar Araplar, Kobani’de Kürtler, sonra Araplar ve Türkmenler başlar. Afrin’de bir paket daha Kürt düşünün. Oradan güneye iniyorsunuz Hatay’a doğru sadece Sünni Araplar var. İdlib’in güney batısında biraz daha Kürt var. Sonra da Bayır Bucak Türkmenlerinin yeri başlar."
Burada Davutoğlu'nun belirlediği etnik "blok"lar şöyle:
1. Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölgede Kürt nüfusu var,
2. Oradan Suruç’un karşısına kadar Araplar,
3. Kobani'de Kürtler,
4. Sonra Araplar ve Türkmenler,
5. Afrin'de bir paket daha Kürt düşünün,
6. Oradan güneye iniyorsunuz Hatay'a doğru sadece Sünni Araplar,
7. Sonra da Bayır Bucak Türkmenlerinin yeri başlar.
Şimdi, Davutoğlu'nun Kanal 7'de Mehmet Acet'in sunduğu Başkent Kulisi programında yaptığı tarife bakalım (Benim çözümlemem):
Davutoğlu: "Kamışlı'dan, yani Suriye'nin en doğusundan başlayalım, Suriye'nin kuzeyi en doğusundan başlayarak, Haseke Kamışlı o bölgede, El Cezire bölgesi olarak bilinir, Kürt kardeşlerimiz meskundur. Oradan Kobani'ye kadar gelir, yani bizim Suruç'un karşısında, arada 150-200 km belki daha fazla şey var, o arası, daha az meskun, ama Arap ve Türkmen aşiretleridir,"
Acet: "Urfa'ya benziyor biraz,"
Davutoğlu: "tabii, tabii, yani bizim karşı.."
Acet: "burda ne varsa,"
Davutoğlu: "tabii karşıda, o bir sürekliliktir, bu sınırları biz dikte etmedik"
Acet: "Çok suni değil mi, öyle.."
Davutoğlu: "tabii bu sınırlar, bize dikte ettirilmiş sınırlar, yani, bir anlamda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Sykes-Picot'la ve birçok arkaplanı var, dolayısıyla akrabalar karşılıklı, hattın üstü, hattın altı denir, sonra Kobani bölgesi var, orada çok daha az sayıda, yani Kamışlı ve Haseki'ye göre, bir grup Kürt kardeşimiz daha yaşıyor. Sonra bir ara bölge var, Arap aşiretlerinin yaşadığı, Halep'in daha kuzeyi, Azzaz vesair, sonra orada da Afrin var, yine Kürt kardeşlerimizin yaşadığı, Arap kardeşlerimizle yan yana, iç içe, oradan alıyorsunuz, Afrin'den, İdlib'in, Hatay tarafı, bizim tarafı, İdlib'in bizim yakasını düşünün, İdlib de içinde olmak üzere, yoğun bir Kürt nüfus var, şey Arap nüfus var, bütünüyle Arap, sonra Cebel Kürt bölgesinde az bir Kürt kardeşimiz var, sonra da Yayladağı'nın hemen doğusundan denize kadar da, Bayır Bucak Türkmenleri var."
Şimdi, Davutoğlu'nun bu Suriye sınırı tarifine bakalım:
1. El Cezire olarak bilinen Haseke ve Kamışlı bölgesinde Kürtler,
2. Oradan (yani Kamışlı'dan) Kobani'ye kadar (Suruç'un karşısı), 150-200 kmlik bölge, az nüfusun yaşadığı Arap ve Türkmen aşiretleri,
3. Kobani'de, Haseki ve Kamışlı'ya göre daha az sayıda Kürtler,
4. Halep'in kuzeyinde Azzaz vs ara bölgede Arap aşiretleri,
5. Afrin'de Araplarla içiçe Kürtler,
6. Afrin-İdlib'in kuzeyi (İdlib dahil) bölgesi yoğun ve bütünüyle Arap
7. Cebel Kürt bölgesinde az bir Kürt
8. Yayladağı'nın hemen doğusundan denize kadar Bayır Bucak Türkmenleri
Davutoğlu'nun Kanal 7'deki sınır tarifinin, gazetelerdeki sınır tarifine göre daha ayrıntılı ve daha net bilgiler içerdiğini görüyoruz. Gazetelerdeki tarif, yer sınırlaması ve gazetecilerin çözümlemede çok da dikkatli olmamaları nedeniyle bazı eksikler içeriyor.
Emre Uslu, Davutoğlu'nun Kamışlı'nın Nusaybin'in karşısında olduğunu bilmediğini iddia ediyor. Oysa, Davutoğlu'nun sınır tarifinde, Suruç ve karşısındaki Kobani de yer alıyor. Uslu, neden "Davutoğlu Kobani'nin Suruç'un karşısında olduğunu bilmiyor!" diye ortaya atılmıyor? Nedeni basit, Davutoğlu Kobani'nin Suruç'un karşısında olduğunu gayet güzel biliyor, tıpkı Nusaybin'in Kamışlı'nın karşısında olduğunu bildiği gibi!
Asıl önemlisi, dikkatinizi şu noktaya çekmek istiyorum: Davutoğlu, konuşması boyunca bizi çıkardığı zihinsel Suriye sınırı turunda, Ayasofya veya Topkapı Sarayı'nı gezdiren bir tur rehberi gibi sürekli olarak biz dinleyicilere sınırı tarif etme, tüm canlılığıyla anlatma çabası içinde. Özellikle, Kobani'yi tarif ederken, "Suruç'un karşısı" demesi, sınırın her iki tarafında yer alan yerleşim yerleri arasında bir paralellik kurması, "hattın üstü, hattın altı" demesi dikkat çekici.
Açıkça görülüyor ki, Davutoğlu Suriye-Türkiye sınırını yapay bir sınır olarak görüyor ve bu yapay sınırın iki tarafına düşmüş yerleşim yerleri arasında hep paralellikler kuruyor. Bu zihin yapısında, Kamışlı Nusaybin'in karşısına, Kobani (Aynü'l-Arab) Suruç'un karşısına, Sere Kaniye (Re'sü'l-Ayn) Ceylanpınar'ın karşısına, Babü'l-Heva Cilvegözü'nün karşısına, Halep Antep'in karşısına düşüyor.
Artık gazetelerde neden Davutoğlu'na atfen "Kamışlı’dan başlayalım Nusaybin’in karşısına kadar gelen bölge" ifadesinin yer aldığını açıklayabiliriz. Belli ki, Davutoğlu gazetecileri uzun Suriye sınırı turuna çıkarırken şöyle dedi:
"Kamışlı'dan başlayalım, yani Nusaybin'in karşısı, o bölgede Kürt kardeşlerimiz meskundur."
Emre Uslu, Davutoğlu'nun Kanal 7'deki konuşmasını, Davutoğlu'nda hata-kusur bulacağım diye önyargılı olarak değil, "Acaba sayın dışişleri bakanımız ne diyor?" diyerek dinleseydi, bunu hemen farkedecekti. Ama görüldüğü gibi, Emre Uslu Davutoğlu'nu cahil ilan edeyim derken, kendisi komik duruma düşmüştür!
Yazık!
Hamiş: Uslu, Davutoğlu'nun Suriye sınırımızı doğuda Kamışlı'dan başlatmasını "bilgi yanlışı" olarak lanse etmeye çalışıyor. Evet, Türkiye-Suriye-Irak sınırlarının kesiştiği nokta, Kamışlı'nın 100 km doğusunda yer alır ve orada Malikiye adlı bir yerleşim yeri var, ama Malikiye'nin nüfusu 26 bin iken Kamışlı'nın 184 bin. Her iki yerleşim yeri de, Suriye'nin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetine (muhafaza) bağlı. Kamışlı, Türkiye ile sınır kapısı da olan önemli bir şehir. Şimdi, "Türkiye'nin Irak sınırı doğuda Hakkari'den başlar" diyen birine, "Hayır efendim, Hakkari'nin doğusunda Şemdinli var, Yüksekova var" denemeyeceği gibi, Davutoğlu'na da "sen Malikiye'yi bilmiyorsun" denemez. Davutoğlu Kanal 7'deki konuşmasında Haseke vilayetine atıfta bulunmuş, Malikiye de Haseke vilayetinde yer alan bir yerleşim yeri olduğuna göre, ortada tartışacak bir konu göremiyorum!
28 Nisan 2011 Perşembe
Yargı "yerindelik" veya "performans" denetimi yapmalı mı?
Pazartesi günü Taraf'ta Neşe Düzel'in "Kamu Harcamalarını İzleme Platformu Sözcüsü ve Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi olan iktisat profesörü" Nurhan Yentürk'le yaptığı bir röportaj yayınlandı. Röportajda çeşitli konulara değinilmesine rağmen en çok ses getiren, Yentürk'ün SHÇEK'de çocuk başına ayda 4 bin lira harcama yapıldığı ve Sayıştay Kanunu'nda yapılan son değişikliklerden sonra bu harcamanın hesabının sorulamadığı, çünkü bu değişikliğin artık Sayıştay'ın "performans denetimi" yapmasına izin verilmediği iddiasıydı. Yentürk'ün sözlerinden ilgili bölüm:
"Biz platform olarak bazı verileri inceledik, oturduk hesap ettik... Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk başına ayda 4 bin lira harcadığını bulduk." "Siz çocuğunuza ayda 4 bin lira harcıyor musunuz? Eğer bir çocuğa ayda dört bin lira harcanmışsa, bunun hesabını soracak bir kurumun olması gerekir. Mesela Darüşşafaka, Aziz Nesin Vakfı gibi sivil kurumlar var. Aziz Nesin Vakfı bir çocuğa ayda bin 500 lira harcıyor. Üstelik bu parayla çocuğa ‘bale de yaptırıyorum, yazın Avrupa’ya götürüyorum’ diyor. Çocuk Esirgeme çocuk başına ayda 4 bin lira harcıyor. Onu denetleyemiyorsunuz işte! Çünkü 5018 sayılı kanun 2003’te çıkarıldığında performans denetimi vardı ve sorumlusu soruşturulabiliyordu. Fakat aralık ayında Meclis’te yapılan son Sayıştay Kanunu’nda, bu denetim Sayıştay’a verilmedi. Anlayacağınız, paralar harcanıyor ve bu paralar etkin mi harcanıyor bilinmiyor. Böylece üç kuruşluk bir iş yüz kuruşa yapılabiliyor. Kamu, büyük paralara, çok küçük hizmetler yaptırabiliyor."
SHÇEK'da ne olup bittiği konusunda bilgi sahibi değilim, ama Yentürk'ün şikayetçi olduğu, Sayıştay'ın "performans" denetimi yapamaması konusu, SHÇEK örneğinin ötesinde, yargı-yürütme ilişkilerinin nasıl kurgulanması gerektiğine dair derin bir siyasi ve hukuki tartışmaya işaret ediyor. Yentürk'ün Sayıştay'ın sadece "uygunluk" denetimi yapması konusunda da ciddi eleştirileri var:
"Sayıştay tarafından sadece “uygunluk denetimi” yapılıyor. Mesela bir harcama yapılmış. Sayıştay, bu harcama, usulüne, kanunlara uygun yapılmış mı, ihale gerektiği gibi açılmış mı, fatura alınmış mı denetliyor. Harcama usulüne uygun yapılmamışsa, belgedeki imzaya bakıyor ve o kişi hakkında soruşturma açıyor. Oysa önemli olan bu harcama etkin yapılmış mı, bunun denetlenmesidir. Sayıştay bunu denetlemiyor. Mesela bir koltuk alımına yüz bin lira harcanmış. Bir koltuğa nasıl yüz bin lira harcarsın diye denetleyemiyorsun, bunun sorumlusunu bulmuyorsun. Yani “performans denetimi yapmıyorsun” ama o koltuk alımın usulüne uygun yapılıp yapılmadığını denetliyorsun. Kısacası sadece “uygunluk denetimi” yapıyorsun."
Başbakan Erdoğan'ın yürütme-yargı ilişkileri konusunda en fazla vurguladığı nokta, yargının "yerindelik" denetimi yapmasının yürütmeye açık bir müdahale olduğudur. Bu noktada başbakana katılıyorum. Onun özellikle şikayetçi olduğu, Danıştay'ın aldığı iptal kararları. Konu mülakattaki cevaptaki gibi "bir koltuğa nasıl yüz bin lira harcarsın?" diye formüle edilince tabii ki ortada büyük bir yolsuzluk var ve buna kimse dur diyemiyor gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ben de o zaman işi öbür taraftaki aşırı uca çeker, sorarım, "hükümet bir koltuk aldığında yargı "vay sen nasıl koltuk alırsın? tabure neyine yetmiyor?!" veya "nasıl olur da kırmızı renkli koltuk alırsın? Koltuk dediğin siyah renkli olur?" diye hesap sorarsa bu hükümeti seçim zamanı geldiğinde yapıp yapamadıklarından dolayı nasıl sorgulayabilirsin?" Peki yürütme gerçekten bir koltuğa yüz bin lira harcadıysa, yargı da bu konuda yerindelik denetimi yapamıyorsa, bu yolsuzluk nasıl giderilir? Cevabı siyasetten geçiyor. Seçim vakti geldiğinde muhalefet partileri konuyu gündeme getirir, iktidarı devirirler. Sonra kendileri iktidar olunca, bir koltuğa yüz bin lira değil, doksan bin lira harcarlar, böylece on bin lira tasarruf edilmiş olur:) Bir ildeki milli eğitim müdürü değiştiriliyor mesela. Eski müdür idare mahkemesine başvuruyor, görevine geri dönüyor. İdare mahkemesinin yaptığı bir "yerindelik" denetimi. Eski müdür başka bir ile sürgün olarak tayin edilse, veya memurluktan atılsa, tamam anlarım, kendisine bir haksızlık yapılmıştır, ama sonuçta bakan onun müdürlüğe devam etmesini "uygun bulmamış" yerine başka birini atamış. Mahkemenin bununla ne ilgisi var? Son tahlilde, bir hükümetin icraatlarının "yerinde" olup olmadığına seçmenler seçimde oylarıyla karar vermeyecekler mi? Ya da hükümet, köprü ve otoyol geçişlerine zam yapıyor, mahkeme zammı iptal ediyor. Hükümetin zammına karşı tüketici dernekleri, vatandaşlar, şöförler, nakliye firmaları vs ayaklanır, protesto gösterileri yaparlar, muhalefet partileri durumdan istifade "Bakın gördünüz mü? Biz iktidara gelince onlar köprü ve otoyol ücretlerini kaç lira yapmışsa 5 lira düşüreceğiz" derler, hükümet geri adım atmak zorunda kalır. İşte "yerindelik" denetimi. Veya hükümet zamda ısrar eder, köprü ve otoyolları kullanan araç sayısı azalır, zamlı tarife bile olsa gelirler düşer, bedava yollardaki trafik artar, bu da yakıt tüketimini ve ülkenin petrol ithalatı faturasını kabartır, bu da cari açığı tetikler, bu gelişmelerin sonucunda bir ekonomik kriz patlak verir, hükümet istifa eder, yeni gelen hükümet, ekonomiyi canlandırmak için köprü ve otoyol geçişlerinde %50 indirime gider. Bu da bir başka yerindelik denetimi.
Etiketler:
Sayıştay,
uygunluk denetimi,
yargı,
yargı-yürütme ilişkileri,
yerindelik denetimi
21 Nisan 2011 Perşembe
YSK'nın bağımsız adayları vetosu, yasama yetkisinin gaspıdır aynı zamanda!
YSK'nın son kararı üzerine birkaç gündür televizyonlarda söyleniyor, gazetelerde yazılıp çiziliyordu, ama kendi gözlerimle okumadan, bu kadar büyük bir skandala imza atmış olabileceklerine gerçekten ihtimal vermemiştim. Meğer, Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı, "411 el kaosa kalktı" haberine konu olan anayasa değişikliğini iptal etmesi kadar derin bir anayasal kriz içindeymişiz de haberimiz yokmuş...
YSK, 14 Mart 2011 tarihinde, 12 Haziran'daki milletvekili seçimlerine katılacak milletvekili adaylarının seçilme yeterliliği hakkında bir karar almış. Karar metnini siz de okuyun ve durumun vahametini kendiniz görün:
http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/Kararlar/2011Pdf/2011-197.pdf
Kararı okumaya başlıyoruz, birinci sayfanın sonlarına doğru, kimlerin milletvekili olamayacağına dair yasal düzenlemeler sıralanırken, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11. maddesine yer veriliyor. Maddenin f bendi, "Affa uğramış olsalar bile" diye başlıyor, sonra ikinci sayfada 4 başlık altında kimlerin aday olamayacağını sıralıyor. Bu maddelerden 4. maddeyi okuyoruz, "Türk Ceza Kanununun 536 ncı maddesinin ..." diye başlayarak devam ediyor.
Başbakanlık web sitesinin Türkiye'deki kanun, yönetmelik vb mevzuatın resmi metinlerini veren mevzuat.basbakanlik.gov.tr sitesine gidiyor, "Türk Ceza Kanunu" diye taratıyoruz. 2004 yılında kabul edilen, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun metnine ulaşıyoruz:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.5237&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=
Aaa, o da ne?! Kanunda hepi topu 345 madde var! O halde, YSK kararında atıfta bulunulan 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nda sözü edilen Türk Ceza Kanunu nedir? 2839 sayılı kanuna bakınca, bunun 1983'te Milli Güvenlik Konseyi tarafından çıkarılan kanun olduğunu görüyoruz:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.2839&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=
O tarihte henüz 2004'teki TCK çıkmadığına göre, 2839 sayılı kanunun sözünü ettiği TCK, 1926'da kabul edilen TCK olmalı. Adalet Bakanlığı web sitesinden eski TCK metnine bakınca, gerçekten de 536ncı maddesinin olduğunu görüyoruz:
http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/mevzuat/765.htm
Yalnız, kanun metninin başında, kırmızı harflerle, bu kanunun 1 Haziran 2005 tarihi itibarıyle "tüm ek ve değişiklikleriyle birlikte" yürürlükten kaldırıldığını okuyoruz. Yani 765 sayılı kanun diye bir kanunumuz yok artık, hükümsüz. İlker Başbuğ'un deyimiyle, bu kanunun yazılı olduğu kağıtlar artık sadece bir "kağıt parçası"ndan ibaret!
Ceza kanunları, medeni kanun, borçlar kanunu ve ticaret kanunuyla birlikte, hukuk sistemlerinin temel metinlerindendir. 2004'te çıkarılan TCK da öyle olduğu için, eski kanundan yenisine nasıl geçiş yapılacağı hususunu düzenlemek üzere, "Türk Ceza Kanunun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun" diye, 5252 sayılı ayrı bir kanun çıkarılmış:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.5252&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=
Bu kanunun 12. maddesi, "Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla, ... 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu bütün ek ve değişiklikleri ile birlikte, Yürürlükten kaldırılmıştır." diyor. Kanun 1 Haziran 2005'te yürürlüğe girdiği için, bu tarihten sonra 765 sayılı (eski) TCK artık yürürlükte değil. Tarih olmuş.
YSK kararını okumaya devam ediyoruz, "Adli sicil kaydında sabıkası olan adayların ayrıca" yapmaları gerekenleri sıralarken, 765 sayılı kanunun 95, 121, 122, 123 ve 124. maddelerine tekrar, açıkça atıfta bulunuyor. İyi ama böyle bir kanun artık yok ki?!!
YSK bu kararıyla, kendisini kanun koyucu yerine koymuş, anayasanın 7. maddesinde tek yasama organı olarak gösterilen TBMM'nin erkine açıkça tecavüz etmiştir. TBMM'nin yürürlükten kaldırdığı bir kanunu tekrar yürürlüğe sokmuştur. Bu ciddi bir anayasal krizdir.
Ak Parti'nin, 2004'te çıkardığı yeni TCK'dan sonra, 12 Eylül askeri rejiminin eseri olan Seçim Kanunu'nda eski TCK'ya atıfta bulunan maddeleri değiştirmemesini büyük bir gaflet olarak niteleyebiliriz. Şu son bir yıl içinde çeşitli nedenlerle, Ak Parti hükümeti döneminde çıkan 5651 sayılı İnternet yasası, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu metinlerini inceledim. Hepsinde, bırakın yapılan düzenlemelerin içeriğiyle ilgili eksikleri, kanun yapma tekniği, madde yazımı, tanımlarda tutarlılık ve hükümlerin mevcut mevzuatla uyumu konularında çok ciddi problemler var.
Ama Ak Parti'nin "gafleti", "siyasi oportünizmi" veya "tembelliği", YSK'nın kararının vahametini ortadan kaldırmaz. YSK, normal bir mahkeme değil ki. Kararları kesin, itiraz mercii bulunmayan, karar verirken tarafları dinleme, savunma alma mecburiyeti olmayan bir düzenleyici organ, bir komiserlik adeta. YSK rahatlıkla, Seçim Kanunu'na bakar, eski TCK'ya atıfta bulunan hükümleri "yok" sayabilirdi. Çünkü eski TCK artık yok. Hukukçu değilim, hukuk eğitimi almadım, ama bir okur-yazar olarak, yılların tecrübesiyle YSK üyesi olmuş hakimlerin böyle büyük bir yanlışı nasıl işleyebildiklerini aklım, havsalam almıyor.
Türkiye'deki hukuk sistemi, deposunda yakıtı bitmek üzere olan, bir lastiği patlamış stepneyle değiştirilmiş, diğer lastiği yamayla idareten duran bir arabanın, kar ve tipi altında Bolu Dağı'nı geçmeye çalışması gibi, her an duvara toslamaya hazır bir görüntü çiziyor maalesef. Başbakan seçimden sonra yeni anayasa sözü verdi, ama bilmiyorum bu patlak rejimin takati o zamana kadar yeter mi?
YSK, 14 Mart 2011 tarihinde, 12 Haziran'daki milletvekili seçimlerine katılacak milletvekili adaylarının seçilme yeterliliği hakkında bir karar almış. Karar metnini siz de okuyun ve durumun vahametini kendiniz görün:
http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/Kararlar/2011Pdf/2011-197.pdf
Kararı okumaya başlıyoruz, birinci sayfanın sonlarına doğru, kimlerin milletvekili olamayacağına dair yasal düzenlemeler sıralanırken, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11. maddesine yer veriliyor. Maddenin f bendi, "Affa uğramış olsalar bile" diye başlıyor, sonra ikinci sayfada 4 başlık altında kimlerin aday olamayacağını sıralıyor. Bu maddelerden 4. maddeyi okuyoruz, "Türk Ceza Kanununun 536 ncı maddesinin ..." diye başlayarak devam ediyor.
Başbakanlık web sitesinin Türkiye'deki kanun, yönetmelik vb mevzuatın resmi metinlerini veren mevzuat.basbakanlik.gov.tr sitesine gidiyor, "Türk Ceza Kanunu" diye taratıyoruz. 2004 yılında kabul edilen, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun metnine ulaşıyoruz:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.5237&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=
Aaa, o da ne?! Kanunda hepi topu 345 madde var! O halde, YSK kararında atıfta bulunulan 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nda sözü edilen Türk Ceza Kanunu nedir? 2839 sayılı kanuna bakınca, bunun 1983'te Milli Güvenlik Konseyi tarafından çıkarılan kanun olduğunu görüyoruz:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.2839&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=
O tarihte henüz 2004'teki TCK çıkmadığına göre, 2839 sayılı kanunun sözünü ettiği TCK, 1926'da kabul edilen TCK olmalı. Adalet Bakanlığı web sitesinden eski TCK metnine bakınca, gerçekten de 536ncı maddesinin olduğunu görüyoruz:
http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/mevzuat/765.htm
Yalnız, kanun metninin başında, kırmızı harflerle, bu kanunun 1 Haziran 2005 tarihi itibarıyle "tüm ek ve değişiklikleriyle birlikte" yürürlükten kaldırıldığını okuyoruz. Yani 765 sayılı kanun diye bir kanunumuz yok artık, hükümsüz. İlker Başbuğ'un deyimiyle, bu kanunun yazılı olduğu kağıtlar artık sadece bir "kağıt parçası"ndan ibaret!
Ceza kanunları, medeni kanun, borçlar kanunu ve ticaret kanunuyla birlikte, hukuk sistemlerinin temel metinlerindendir. 2004'te çıkarılan TCK da öyle olduğu için, eski kanundan yenisine nasıl geçiş yapılacağı hususunu düzenlemek üzere, "Türk Ceza Kanunun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun" diye, 5252 sayılı ayrı bir kanun çıkarılmış:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.5252&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=
Bu kanunun 12. maddesi, "Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla, ... 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu bütün ek ve değişiklikleri ile birlikte, Yürürlükten kaldırılmıştır." diyor. Kanun 1 Haziran 2005'te yürürlüğe girdiği için, bu tarihten sonra 765 sayılı (eski) TCK artık yürürlükte değil. Tarih olmuş.
YSK kararını okumaya devam ediyoruz, "Adli sicil kaydında sabıkası olan adayların ayrıca" yapmaları gerekenleri sıralarken, 765 sayılı kanunun 95, 121, 122, 123 ve 124. maddelerine tekrar, açıkça atıfta bulunuyor. İyi ama böyle bir kanun artık yok ki?!!
YSK bu kararıyla, kendisini kanun koyucu yerine koymuş, anayasanın 7. maddesinde tek yasama organı olarak gösterilen TBMM'nin erkine açıkça tecavüz etmiştir. TBMM'nin yürürlükten kaldırdığı bir kanunu tekrar yürürlüğe sokmuştur. Bu ciddi bir anayasal krizdir.
Ak Parti'nin, 2004'te çıkardığı yeni TCK'dan sonra, 12 Eylül askeri rejiminin eseri olan Seçim Kanunu'nda eski TCK'ya atıfta bulunan maddeleri değiştirmemesini büyük bir gaflet olarak niteleyebiliriz. Şu son bir yıl içinde çeşitli nedenlerle, Ak Parti hükümeti döneminde çıkan 5651 sayılı İnternet yasası, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu metinlerini inceledim. Hepsinde, bırakın yapılan düzenlemelerin içeriğiyle ilgili eksikleri, kanun yapma tekniği, madde yazımı, tanımlarda tutarlılık ve hükümlerin mevcut mevzuatla uyumu konularında çok ciddi problemler var.
Ama Ak Parti'nin "gafleti", "siyasi oportünizmi" veya "tembelliği", YSK'nın kararının vahametini ortadan kaldırmaz. YSK, normal bir mahkeme değil ki. Kararları kesin, itiraz mercii bulunmayan, karar verirken tarafları dinleme, savunma alma mecburiyeti olmayan bir düzenleyici organ, bir komiserlik adeta. YSK rahatlıkla, Seçim Kanunu'na bakar, eski TCK'ya atıfta bulunan hükümleri "yok" sayabilirdi. Çünkü eski TCK artık yok. Hukukçu değilim, hukuk eğitimi almadım, ama bir okur-yazar olarak, yılların tecrübesiyle YSK üyesi olmuş hakimlerin böyle büyük bir yanlışı nasıl işleyebildiklerini aklım, havsalam almıyor.
Türkiye'deki hukuk sistemi, deposunda yakıtı bitmek üzere olan, bir lastiği patlamış stepneyle değiştirilmiş, diğer lastiği yamayla idareten duran bir arabanın, kar ve tipi altında Bolu Dağı'nı geçmeye çalışması gibi, her an duvara toslamaya hazır bir görüntü çiziyor maalesef. Başbakan seçimden sonra yeni anayasa sözü verdi, ama bilmiyorum bu patlak rejimin takati o zamana kadar yeter mi?
Etiketler:
kuvvetler ayrılığı,
TBMM,
YSK
5 Nisan 2011 Salı
"imamın ordusu" kitap taslağı üstüne düşüncelerim
Geçen hafta Perşembe günü öğleden sonra Ahmet Şık'ın yazmakta olduğu "İmamın Ordusu" adlı kitabın taslak metinleri internete sızdı. Önce, 289 sayfalık "dokunan yanar" adlı bir PDF belgesi yayınlandı, birkaç saat sonra, imaminordusu.com adlı kim tarafından kurulduğu belli olmayan bir web sitesi tarafından bir başka metin yayınlandı.
Ben ilk metni baştan sona hızlıca inceledim, ikinciye göz gezdirdim. İki metin arasındaki temel fark, ilkinde, 49 sayfalık polis raporunda uzun uzun anlatılan, kitabın bir ekip çalışması olduğunu ve Ahmet Şık'a talimatla yazdırıldığını gösterdiği ileri sürülen not ve yorumlara pek rastlanmıyor. Toplam 10-15 not-yorum ya var ya yok. İkincide ise bu not-yorumlardan bol miktarda var. Benim anladığıma göre bu not-yorumların bir kısmı Microsoft Word'un "comment" özelliği kullanılarak, bir kısmı ise metin içine doğrudan parantez içinde büyük harfle ve kırmızı-sarı renkle işaretlenerek yazılmış. İkinci metin, ilk metnin üstünde çalıştırılmış ve geliştirilmiş bir hali. Mesela ikinci metinde kitap, Adil Serdar Saçan'ın ifadesinden uzun bir alıntıyla başlıyor, ilk metinde bu alıntı yok. Aşağıdaki değerlendirmelerim kitabın 289 sayfalık bu ilk sızdırılan haline dayanıyor.
Öncelikle bu kitap, son 10 yılda aşina olduğumuz, Tuncay Özkan'ın "Bay Pipo"sundan Soner Yalçın'ın "Efendi"sine uzanan, gazeteciler tarafından yazılan kitap türünün bir örneği. Demek istediğim, bir sürü olay, bir sürü isim veriliyor, ama arada fazla bir analitik çözümleme yapılmıyor. Bu yönüyle Ergenekon iddianameleri külliyatına da benzediğini söyleyebilirim. Ama iddianame, hukuki bir belgedir, sanıkları mahkum ettirmeye çalışır (Bir argüman tarzı ve bir edebi metin olarak iddianameleri diğer analitik metin türleri, özellikle master-doktora tezleriyle karşılaştıran bir yazıyı yakında sizinle paylaşıcam). Bu kitapları da belli kişileri veya grupları kamuoyu önünde yargılayıp mahkum etmeyi amaçlayan kamusal iddianameler olarak görebiliriz.
Ahmet Şık'ın uzun yıllar muhabirlik yaptığını biliyoruz. Kitabın girişinde Fethullah Gülen cemaatinin tarihçesini Said Nursi'nin ölümünden sonra Nurcular arasındaki ayrılıklar ve gruplaşmalardan başlatarak anlatıyor, sonra 12 Eylül'den sonraki gelişmeleri özellikle ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlayarak açıklıyor. Bu bölümde Ahmet Şık'ın entellektüel birikiminin ve araştırmacılığının son derece zayıf olduğunu görüyoruz. Soner Yalçın'ın Efendi'sinde ne kadar bölük pörçük olursa olsun, sosyal ve ekonomik tarih araştırmalarına, dünyada yaşanan gelişmelere vs atıflar vardır, "büyük resim"i yakalamak için biraz gayret sarfettiğini görebilirsiniz. Ahmet Şık'ın kitabının bu giriş bölümünde bu tip gayretlerin hiçbiri yok. Benim düşüncem, ya bu kitap projesi o kadar aceleye getirildi ki, çalakalem sağdan soldan yapılan derlemelerden başka bir şey değil. Ya da Ahmet Şık gerçekten üstünde kitap yazdığı konu hakkında hiç bir araştırma yapmamış, kafasını ellerinin arasına alıp hiç düşünmemiş.
Kitapta Fethullah Gülen cemaatinin ortaya çıkışı anlatılırken, Ahmet Şık'ın "cemaat nedir?" "Bir insan niye cemaate girer? Cemaatte ne bulur?" "Fethullah Gülen cemaatinin mensupları nasıl düşünür? Nasıl konuşur? Dünyaya nasıl bakar?" gibi soruları hiç sormadığı, bu soruların aklına bile gelmediği açıkça görülüyor. Onları geçtim, Ahmet Şık'ın üniversitede, en azından birinci sınıfta bir sosyoloji dersi bile almadığı anlaşılıyor. Bu bölümdeki anlatımından önde gelen Nurcu abileri ve grupların isimlerini çıkarın, yerine 1980 öncesi Türk solunun öncü isimlerini ve fraksiyonları koyun, şablonun aynı olduğunu göreceksiniz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Ahmet Şık bu kitabı hazırlarken, Fethullah Gülen'in bir kitabını alıp da karıştırmamış, bir vaazını dinlememiş ve kendine "Fethullah Gülen'i diğer cemaat önderlerinden ve Türkiye'deki diğer hocalardan ayıran nedir? Yoksa ayıran bir şey yok mudur?" sorularını sormamış.
Kitapta 12 Eylül sonrasında özelde Fethullah Gülen cemaatinin, genelde Türkiye'deki İslami grupların yükselişinin ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlanması da bana son derece bayatlamış bir yorumun hiçbir analize tabi tutulmadan kullanıldığını gösteriyor. ABD'nin "yeşil kuşak" projesi külliyen yalandır demiyorum. İçinde doğruluk payı olabilir. Ama, 1980lerde Reagan döneminde ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarını, gizli yönleriyle de açıklayan bir sürü birinci el kaynak yayınlandı. Özellikle 11 Eylül'den sonra, bazıları o dönemde CIA'de, Amerikan Dışişleri'nde veya Reagan yönetiminde görev yapmış, son dönemde de neo-conları destekleyen isimler, ABD'nin Afganistan-Pakistan, İran, Mısır ve Arap ülkeleri ve nihayet Türkiye siyaseti üzerine, bugünkü Wikileaks belgeleri kadar önemli bir sürü ifşaatta bulundular. Ahmet Şık hiçbir şey yapmasa, sırf Fehmi Koru/Taha Kıvanç'ın yazılarında atıfta bulunduğu kitaplara baksa, yine bir sürü malzemeye ulaşırdı. Bunların hiçbirisi yok. Öyle olunca, ben de şu sonuca varmadan edemiyorum: Ahmet Şık'ın ya İngilizcesi yok, ya da böyle bir entellektüel birikimi.
Ahmet Şık'ın çalışmasının değerini gözümde iyice düşüren bir başka nokta, Nurettin Veren'in kitabında zikredilen "Işık Evlerinde uygulanan yemin metni"ni kitabına alması oldu. Bu yeminin uydurma olduğu her halinden belli. Fethullah Gülen'in bir iki makalesini okuyan, vaazını dinleyen biri, bu yemin metninin İslami literatüre yabancı biri tarafından uydurulduğunu rahatlıkla anlayabilir. Metin "Gücüm yettiği kadar Kur’an’ı (bu orijinal metinde Fethullah Gülen’e idi. Sonra tepki çeker, uygun olmaz görüşü ile Kur’an olarak değiştirildi) hayatıma gaye edineceğime" diye başlıyor. Böyle saçma bir ifade olur mu? Ne demek "Gücüm yettiği kadar?" Bu metni uyduran, herhalde takiyye söylemlerinden fazlaca etkilenmiş ki, "güçleri yetmediği yerde Kur'an'ı hayatlarına gaye edinmekten vazgeçebilirler" diye düşünmüş olmalı. Ama "Sizden biri bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle uyarsın. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu imanın en zayıf mertebesidir" hadisini, "Ameller niyetlere göredir" düsturunu hiç duymamış galiba. Bir müslüman bir kötülüğü defetmeye "gücü yetmediği" zaman kalbiyle buğzettiğinde de "Kur'an'ı hayatına gaye edinmeye" devam eder, ama uydurmacı bunun farkında değil!
Yemin metninin devamında " talebe arkadaşların izzet ve onurlarını izzetim ve onurum kadar yükseltmeye çalışacağıma" deniyor. Böyle Arapça kelimelerin birbirine ve ile bağlandığı ifadeler, birer deyim niteliğindedir, belli kalıplara uyar. "İzzet ve haysiyet" olur, "izzet ve şeref" olur, "izzet ve namus" olur, "izzet ve azamet" olur, ama Batı dillerindeki "honour"ün karşılığı olarak 1930larda uydurulmuş, hatta ilk başta Fransızca okunuşuna uyarak "onör" diye yazılmış "onur" kelimesi kullanılarak "izzet ve onur" dendiğinde olmaz! Hele Fethullah Gülen'in yazdığı iddia edilen bir yemin metninde hiç olmaz! Ahmet Şık ne yazık ki, bu yemin metninin uydurma olduğunu anlayamayacak kadar konuya yabancı...
Eldeki metin gerçekten daha üstünde çok çalışılması gereken bir taslak metin. Kitap haline getirildiğinde son üçte birlik bölümünün çok daha uzayacağını ve şu anda 290 sayfa olan metnin 400 sayfayı geçeceğini düşünüyorum. Sanıyorum bu nedenle, başka kaynaklara dayanılan ilk bölümleri metnin büyük bölümünü kaplıyor. Metnin ilk 200 sayfası büyük ölçüde, Nurettin Veren'in "Kuşatma: ABD'nin Truva Atı Fethullah Gülen"; Saygı Öztürk'ün "Okyanus Ötesindeki Vaiz"; Zübeyir Kındıra'nın "Fethullah'ın Copları"; Hanefi Avcı'nın "Haliç'te Yaşayan Simonlar" adlarıyla yayınlanmış kitapların bir özeti mahiyetinde. Mesela s.47-51 Kındıra, s.51-72 Öztürk'ün kitabından alınmış. Bu sayfalar arasında, bu kitaplarda verilen bilgilerin başka kaynaklar kullanılarak zenginleştirildiğini de göremiyoruz (ya da bu henüz bir taslak olduğu için henüz o zenginleştirme işlemini yapacak vakit olmamış).
Daha doğrusu yapılan alıntılar o kadar çok ve birbirleriyle o kadar insicamsız ki, bu metin bir kitap olmaktan çok bir "copy-paste" yığını olarak duruyor. Bu yönüyle de, "Google iddianamesi" olarak bilinen, Ak Parti'nın kapatılma davası iddianamesine benziyor. Ben üniversite birinci sınıf öğrencilerine verilen Medeniyet Tarihi derslerinde böyle üç-dört kaynaktan kes-yapıştır yoluyla hazırlanan ödev makaleleri çok okudum. Öğrenci önüne üç-dört kitabı açar, önce bir kitaptan iki-üç paragraf, ardından diğer kitaba geçer, oradan iki-üç paragraf, bu şekilde yazar geçer gider. Ahmet Şık'ın kitap taslağı işte bunlardan farksız.
Akademik bir gözle bakınca, Ahmet Şık'ın kitap taslağının yetersiz ve muhtemelen jüri tarafından baştan yazılması isteğiyle reddedileceği bir yüksek lisans tezine benzetebilirim. Bu taslaktan bir doktora tezi olması mümkün değil, çünkü taslakta "orjinal katkı" yok.
Kullanılan en önemli belgeler ise, Fethullah Gülen hakkında Ankara 2 nolu DGM'de 2001 yılında görülen dava evrakı, Ünal Erkan'ın Emniyet Genel Müdürü olduğu 1991 yılında Emniyet'te yapılan soruşturma, Adil Serdar Saçan'ın İstanbul KOM Şube Müdürü iken yürüttüğü soruşturma, Telekulak soruşturması gibi mahiyeti kamuoyunca bilinen, yıllardır üstünde yazılıp çizilen belgeler. Bu yönüyle kitapta orjinal malzeme yok denecek kadar az, olanlar da, son iki yıla ait, başrollerinde Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın olduğu emniyet içi çekişme ve karşılıklı suçlamalarla ilgili, kaynağı bu kişiler olan şeyler.
Size şimdi bu kitabı değerli kılabilecek bir fırsatı Ahmet Şık'ın nasıl kaçırdığını bir örnekle göstermek istiyorum. Kitabın 51-63. sayfaları arasında, Saygı Öztürk'ün kitabına dayanılarak, 1991-92'de Ünal Erkan döneminde emniyetteki kura çekimi skandalı üstüne yapılan soruşturma ve sonrasında bu soruşturmanın cemaat tarafından örtbas edilmesi uzun uzun anlatılıyor. O bölümde, bu soruşturmayı yürüten ve sonra haklarında soruşturmalar açılan, ardından kızağa alınan ve de sonunda emekli olan iki müfettişin adı veriliyor: İzzet Sezgin Şenel ve Ahmet Nihat Dündar. Ahmet Şık eğer bir muhabir veya gazeteci refleksiyle hareket etseydi, bu noktada Saygı Öztürk'ün kitabından copy-paste yapmayı bırakır, bu iki müfettişi arayıp bulmaya, onlarla konuşmaya çalışırdı. Eğer hayatta değilseler bile en azından aileleriyle görüşebilirdi, çünkü böyle bir soruşturmanın arkasından gadre uğrayıp emekli olmak zorunda kalan müfettişler eşlerine, çocuklarına mutlaka birşeyler anlatmışlar, her ne kadar yasak olsa da ellerinde bazı belge ve bilgileri, notları tutmuşlardır. Maalesef kitapta böyle araştırmacı-gazetecilik örneklerine hiç rastlayamıyoruz. Ahmet Şık önüne üç-beş kitabı almış, bunlara bir de emniyet içindeki kaynaklarının kendisine verdiği çok özel bilgileri eklemiş ve ortaya bu taslak metin çıkmış. Yine dediğim gibi, tutuklanmasaydı belki Ahmet Şık çalışmasının geri kalan bölümünde bu boşlukları dolduracaktı, ama eldeki metinde bu yönde bir emare, bir ışık görünmüyor.
Kitabın son 100 sayfası ise, Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın aslında ne kadar kahraman ve dürüst polisler oldukları ama cemaatin gadrine uğradıklarını uzun uzun, zaman zaman insanı sıkacak ayrıntılarla anlatıyor. Kitabın son 100 sayfasını Sabri Uzun yazmış olsa, bu anlaşılabilir, denir ki adam şu anda rüşvet ve kaçakçılık iddialarıyla yargılanıyor, bu şekilde kendini aklamaya çalışıyor. Ama eğer kitabın yazarı Ahmet Şık'sa ve konu "imamın ordusu"ysa, ciddi bir içerik planlaması sorunu var demektir metinde. Şöyle söyleyeyim, 1993-95 yıllarında Hakkari Dağ Komando Tugayı'nın komutanı olan Osman Pamukoğlu'nun sanki güneydoğuda o dönemde PKK'nın aktif olduğu başka bölgeler yokmuş ve sanki 93 öncesi ve 95 sonrasında PKK diye bir şey yokmuş gibi, kendi komutanlığı dönemindeki olayları "PKK'yla ben mücadele ettim" diye sunması gibi bir şey...
Hatta, Alaattin Çakıcı-Korkmaz Yiğit görüşmesinin ses kaydının önce Fikri Sağlar'a sızdırılması ardından basına yansımasının ardından patlayan Türkbank ihalesi skandalı sayfalar boyunca uzun uzun anlatılıyor. Kitabın bu bölümlerini okurken insanın kafası "Yahu kim iyi polisti, kim kötü polisti" diye epey bir karışıyor. Bu bölümü 2-3 kez okudum. Benim anladığım, Çakıcı-Yiğit ses kaydını Sağlar'a veren, Fethullahçı bir komisermiş. Ama aslında operasyonun başında Sabri Uzun varmış. Daha sonra Fethullahçı polisler, Sabri Uzun'un Türkbank ihalesine fesat karıştırıldığını bildiğini, ama bunu hükümete kasten haber vermediğini ileri sürüp Uzun'a komplo kurmuşlar, ama işin aslı öyle değilmiş... Tamam, Sabri Uzun çok iyi polismiş de, memlekette albay ve üstü rütbedeki her subayın, şube müdürü ve üstü rütbedeki her emniyetçinin başından geçmiş bir gadre uğrama hikayesi vardır...
Sonuç olarak, Hanefi Avcı'nın kitabını okuduysanız, bu kitap onun ikinci bölümüne çok benziyor. Mesela 174-184. sayfalar arasında, Elazığ'da 2002 yılında yaşanan bir olay, tamamen Hanefi Avcı'nın kitabından aktarma suretiyle anlatılıyor.
Kitabın 249-274. sayfaları arasında ise tamamen Devrimci Karargah örgütü konu ediliyor. Bu örgütün uydurma bir örgüt olduğu, hakkında düzenlenen iddianamenin hiçbir delile dayanmadığı vs ileri sürülüyor. Hatırlayacak olursanız bu örgüt davasında Hanefi Avcı, örgüt yöneticisi olduğu ileri sürülen Necdet Kılıç'a yardım ettiği, onun teknik takipten kurtulmasına yardımcı olduğu iddiasıyla sanık olarak yargılanıyor.
Peki, Ahmet Şık'ın kitabı nasıl düzeltilebilir, veya bu konuda nasıl derli-toplu bir kitap yazılabilir? Öncelikle, kitabın temel tezini veya ana argümanını hatırlayalım. Ahmet Şık diyor ki:
1. Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme var.
2. Bu örgütlenme, öncelikle kendi elemanlarını koruyor, kayırıyor, kritik noktaları ele geçirmeye çalışıyor.
3. Sonra kendisinden olmayanlara karşı iftira kampanyaları açarak onları gözden düşürüyor. "Dokunan yanar" (Bu sözü Ahmet Şık söyleyince popüler oldu, ama aslında Ağustos 2010'da, Hanefi Avcı'nın kitabının yayınlanmasından sonra, 2001'de Emniyet'teki Fethullahçı yapılanma üstüne kitap yazan Zübeyir Kındıra'nın BirGün gazetesine verdiği röportajda söylediği bir söz)
4. Son yıllarda bu yapılanma, başta Ergenekon olmak üzere Hrant Dink, Zirve Kitabevi, Şemdinli, Balyoz, hatta 1999 öncesindeki Türkbank ihalesi davası gibi Türkiye'de gündemi belirleyen pek çok davada hukukun dışına çıkmıştır.
Burada diğer iddiaların da dayandığı temel iddia, Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme olduğu. Bunu ispatlamak için, "şu şu şu isimler Fethullahçıdır" demek gerek. Kitapta, bu şekilde isim verilerek suçlanan isimler var, ama bu isimleri Adil Serdar Saçan, Hanefi Avcı vs uzun süredir itham etmekteydi. Mesela en açık suçlanan isim, Hrant Dink davasında ihmali bulunduğu ileri sürülen Ramazan Akyürek. O zaman Ahmet Şık'ın yapması gereken, kitabının her bir bölümünde tek tek bu Fethullahçı polisleri alacak, kariyerlerinin başından itibaren ne yapmışlar, ne etmişler inceleyecek. Ama mesela Ramazan Akyürek'le ilgili olarak böyle bir bölüm yazacak olsa, şu anda Adil Serdar Saçan'ın ifadesi, ki kendisi de bir polis ve şu anda Ergenekon sanığı, 1989'da Adil Serdar Saçan'la Ankara Kocatepe Camii'ndeki Bediüzzaman Said Nursi mevlidinin izleme raporu hakkındaki anlaşmazlığı ve Hrant Dink olayında ihmali olduğu dışında şu ana kadar topladığı bir veri göremiyorum.
Akyürek gibi ismi açıkça zikredilen birkaç kişinin dışında, Fethullahçı olduğu ileri sürülen veya ima edilen, isimlerinin baş harfleri verilmiş bir sürü kişi var: N.M. (s.50), İ.K. (s.56), A.Ş, İ.T, R. F, C.Y, A.T, A.K, İ.B, M.K, R.K, B,C, H.İ.O, Emniyet Müdürü A.Ö ve A.E, akademide öğretim üyelerinden İ.Y.T A.Ş, R.F, B.C, A.K, H.İ.O, R K ve C.Y (s.59), H.B.E., M.T., S.T., C.M., M.E., İ.K.... (s.61)... diye devam edebiliriz. Ama kitapta böyle kodlu olarak verilen isimlerin çoğu kitapta sadece bir yerde zikrediliyor. Bu polisler daha sonra ne yapmışlar, ne etmişler, hiçbir bilgimiz yok. Ahmet Şık kitabını bu şekilde, tek tek isimler üstünden giderek tasarlamış olsa, şu anda daha kitap yazım işinin çook başında olduğunu görürüz.
Sözkonusu kişiler yazar-çizer takımından olsa, yazdıklarından bir sürü karine çıkarabilir insan, ama bir Emniyetçi hakkında, işi cadı avına dönüştürmeden insan nasıl bilgi toplayabilir ki? İşte burada ciddi bir metodolojik sorunla karşı karşıyayız. Ahmet Şık'ın iddiaları o kadar büyük iddialar ki, bu iddiaları ancak bir savcılık soruşturması paklar. Nitekim Ramazan Akyürek'le ilgili olarak Hrant Dink davası soruşturmasının derinleştirilmesiyle, tam da bunun yapılacağı görülüyor. Aksi takdirde, yapılan iş bir cadı avından farksız bir hal alacaktır, nitekim kitabın büyük bölümü bir cadı avı şeklinde kurgulanmış.
Mesela s.75'te uzunca alıntılanan bir rapordan bir cümle: "Emniyet Müdürü K. İ., Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmaktadır." Şimdi, Ahmet Şık'ın kitabını okuyan biri, bu emniyet müdürü K.İ.'nin Fethullahçı olduğunu düşünebilir ve eğer emniyetteki Fethullahçı yapılanmadan endişe duyuyorsa, K.İ.'ye karşı hınçlanabilir. Fakat rapordan yapılan alıntının başını okuduğumuzda, Ahmet Şık'ın bu raporu "1998 yılında İstihbarat birimlerince hazırlanarak Başbakanlık Takip Kurulu’na (BTK) gönderilen raporlarda irticai faaliyetlerin polisten gördüğü destek anlatılıyordu." diye açıkladığını görüyoruz. "Hangi istihbarat birimiymiş yahu?" diye kendi kendimize sorarken, bir dipnot görüyor ve dipnotu okumaya başlıyoruz. Karşımıza Batı Çalışma Grubu adlı heyula çıkıyor!
Bu noktada konu, temel hak ve hürriyetlerin korunması ve hukukun üstünlüğüne saygıya gelip dayanıyor. Ahmet Şık'ın gözaltına alınması ve tutuklanması, ardından kitap taslağının İthaki Yayınevi'nden, Radikal gazetesinden alınmasına "düşünce özgürlüğüne vurulan darbe", "sansür", "sivil dikta" gibi tepki gösterenleri anlıyorum. Ama, kimse kusura bakmasın, Batı Çalışma Grubu'nun ve onun sivil görünümlü uzantısı BTK'nın 28 Şubat sürecinde bugün Ergenekon davası sürecindeki hukuksuzluklarla karşılaştırılamayacak çaptaki faaliyetleri sırasında toplanmış yalanlarını istihbarat notu diye yutturmaya çalışan Ahmet Şık'ın yaptığını bir gazetecilik başarısı veya bir demokrasi kahramanlığı olarak göremem.
"Velev ki Ahmet Şık bu kitabı Ergenekon terör örgütünün emriyle yazmış olsun. Velev ki Nedim Şener ve Soner Yalçın'la aralarında inkar ettiği bir bağlantı olmuş olsun. Bir kitaba, hem de yayınlanmamış bir kitaba yönelik operasyon fikir özgürlüğüne indirilmiş darbedir" diyenlere, Ahmet Şık'ın kitabında, bulabildiği tek "suç"u "Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmak" olan K.İ.'yi, 28 Şubat döneminin hukuk katili BÇG-BTK raporlarına dayanarak suçladığını hatırlatmak istiyorum. Ahmet Şık'ınki can da, K.İ.'ninki patlıcan mı?
Peki bundan sonra ne olur? Mevcut haliyle kitap taslağında Fethullahçı polis olduğu ileri sürülen isimlerin büyük çoğunluğu hakkında sadece "Fethullahçıdır" diye bir suçlama olduğunu, haklarında başka herhangi bir bilgi ortaya konmadığını (veya konamadığını) özellikle vurgulamak istiyorum. Kitabın muhtemel etkilerini üç başlıkta inceleyebiliriz. Öncelikle, kitapta ileri sürülen iddiaların öncelikle muhatabı savcılar. Bir savcının kitabı suç duyurusu olarak kabul edip soruşturma açması gerek. Ama kitap içinde ele alan konular zaten soruşturma ve yargılamaların konusu olmuşken, hatta Fethullah Gülen hakkındaki yargılamanın sonunda verilen beraat kararı Yargıtay'ca onanmışken, hele Ahmet Şık'ın, kitabında BÇG-BTK raporları gibi mesnetsiz kaynaklara yer vermesi nedeniyle inandırıcılığı büyük ölçüde zedelenmişken hukuki yoldan hiçbir şey çıkmayacağını söyleyebilirim.
Kitabın diğer bir etkisi, devletin her kademesindeki unsurların ve özellikle de Ak Parti'nin, Emniyet teşkilatındaki Fethullahçı yapılanmanın artık kontrol altına alınması gerektiği yönünde daha bir kararlı hareket etmesini sağlamak olabilir. Ancak, kitapta yazılanlar, sorumlu mevkileri işgal edenlerin zaten bildikleri şeyler. Kitabın etkisi, bu konuların kamuoyunda önceki kitaplara göre çok daha fazla tartışılması ve bunun sonucunda özellikle Ak Parti'nin, artık bundan böyle Ergenekon soruşturmasında olup bitenlerden "bu iş yargının işidir" diyerek sıyrılamayacağını anlaması olabilir.
Üçüncü bir değerlendirme, bu kitabın asıl amacının Türkiye'de cemaate ve Ak Parti'ye karşı yoğun bir tepkiyi körüklemek ve 12 Haziran seçimlerinde Ak Parti iktidarını düşürmek olduğudur. Benim düşünceme göre bu kitaptan bir şey çıkmaz. Çünkü kitap, bir şey çıkması amaçlanarak yazılmış bir kitap değil. Hanefi Avcı'nın kitabı da referandumda Hayır çıkmasına yönelik bir hamleydi. Bu kitabın da benzer şekilde asıl amacına ulaşamayacağını düşünüyorum.
Ben ilk metni baştan sona hızlıca inceledim, ikinciye göz gezdirdim. İki metin arasındaki temel fark, ilkinde, 49 sayfalık polis raporunda uzun uzun anlatılan, kitabın bir ekip çalışması olduğunu ve Ahmet Şık'a talimatla yazdırıldığını gösterdiği ileri sürülen not ve yorumlara pek rastlanmıyor. Toplam 10-15 not-yorum ya var ya yok. İkincide ise bu not-yorumlardan bol miktarda var. Benim anladığıma göre bu not-yorumların bir kısmı Microsoft Word'un "comment" özelliği kullanılarak, bir kısmı ise metin içine doğrudan parantez içinde büyük harfle ve kırmızı-sarı renkle işaretlenerek yazılmış. İkinci metin, ilk metnin üstünde çalıştırılmış ve geliştirilmiş bir hali. Mesela ikinci metinde kitap, Adil Serdar Saçan'ın ifadesinden uzun bir alıntıyla başlıyor, ilk metinde bu alıntı yok. Aşağıdaki değerlendirmelerim kitabın 289 sayfalık bu ilk sızdırılan haline dayanıyor.
Öncelikle bu kitap, son 10 yılda aşina olduğumuz, Tuncay Özkan'ın "Bay Pipo"sundan Soner Yalçın'ın "Efendi"sine uzanan, gazeteciler tarafından yazılan kitap türünün bir örneği. Demek istediğim, bir sürü olay, bir sürü isim veriliyor, ama arada fazla bir analitik çözümleme yapılmıyor. Bu yönüyle Ergenekon iddianameleri külliyatına da benzediğini söyleyebilirim. Ama iddianame, hukuki bir belgedir, sanıkları mahkum ettirmeye çalışır (Bir argüman tarzı ve bir edebi metin olarak iddianameleri diğer analitik metin türleri, özellikle master-doktora tezleriyle karşılaştıran bir yazıyı yakında sizinle paylaşıcam). Bu kitapları da belli kişileri veya grupları kamuoyu önünde yargılayıp mahkum etmeyi amaçlayan kamusal iddianameler olarak görebiliriz.
Ahmet Şık'ın uzun yıllar muhabirlik yaptığını biliyoruz. Kitabın girişinde Fethullah Gülen cemaatinin tarihçesini Said Nursi'nin ölümünden sonra Nurcular arasındaki ayrılıklar ve gruplaşmalardan başlatarak anlatıyor, sonra 12 Eylül'den sonraki gelişmeleri özellikle ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlayarak açıklıyor. Bu bölümde Ahmet Şık'ın entellektüel birikiminin ve araştırmacılığının son derece zayıf olduğunu görüyoruz. Soner Yalçın'ın Efendi'sinde ne kadar bölük pörçük olursa olsun, sosyal ve ekonomik tarih araştırmalarına, dünyada yaşanan gelişmelere vs atıflar vardır, "büyük resim"i yakalamak için biraz gayret sarfettiğini görebilirsiniz. Ahmet Şık'ın kitabının bu giriş bölümünde bu tip gayretlerin hiçbiri yok. Benim düşüncem, ya bu kitap projesi o kadar aceleye getirildi ki, çalakalem sağdan soldan yapılan derlemelerden başka bir şey değil. Ya da Ahmet Şık gerçekten üstünde kitap yazdığı konu hakkında hiç bir araştırma yapmamış, kafasını ellerinin arasına alıp hiç düşünmemiş.
Kitapta Fethullah Gülen cemaatinin ortaya çıkışı anlatılırken, Ahmet Şık'ın "cemaat nedir?" "Bir insan niye cemaate girer? Cemaatte ne bulur?" "Fethullah Gülen cemaatinin mensupları nasıl düşünür? Nasıl konuşur? Dünyaya nasıl bakar?" gibi soruları hiç sormadığı, bu soruların aklına bile gelmediği açıkça görülüyor. Onları geçtim, Ahmet Şık'ın üniversitede, en azından birinci sınıfta bir sosyoloji dersi bile almadığı anlaşılıyor. Bu bölümdeki anlatımından önde gelen Nurcu abileri ve grupların isimlerini çıkarın, yerine 1980 öncesi Türk solunun öncü isimlerini ve fraksiyonları koyun, şablonun aynı olduğunu göreceksiniz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Ahmet Şık bu kitabı hazırlarken, Fethullah Gülen'in bir kitabını alıp da karıştırmamış, bir vaazını dinlememiş ve kendine "Fethullah Gülen'i diğer cemaat önderlerinden ve Türkiye'deki diğer hocalardan ayıran nedir? Yoksa ayıran bir şey yok mudur?" sorularını sormamış.
Kitapta 12 Eylül sonrasında özelde Fethullah Gülen cemaatinin, genelde Türkiye'deki İslami grupların yükselişinin ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlanması da bana son derece bayatlamış bir yorumun hiçbir analize tabi tutulmadan kullanıldığını gösteriyor. ABD'nin "yeşil kuşak" projesi külliyen yalandır demiyorum. İçinde doğruluk payı olabilir. Ama, 1980lerde Reagan döneminde ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarını, gizli yönleriyle de açıklayan bir sürü birinci el kaynak yayınlandı. Özellikle 11 Eylül'den sonra, bazıları o dönemde CIA'de, Amerikan Dışişleri'nde veya Reagan yönetiminde görev yapmış, son dönemde de neo-conları destekleyen isimler, ABD'nin Afganistan-Pakistan, İran, Mısır ve Arap ülkeleri ve nihayet Türkiye siyaseti üzerine, bugünkü Wikileaks belgeleri kadar önemli bir sürü ifşaatta bulundular. Ahmet Şık hiçbir şey yapmasa, sırf Fehmi Koru/Taha Kıvanç'ın yazılarında atıfta bulunduğu kitaplara baksa, yine bir sürü malzemeye ulaşırdı. Bunların hiçbirisi yok. Öyle olunca, ben de şu sonuca varmadan edemiyorum: Ahmet Şık'ın ya İngilizcesi yok, ya da böyle bir entellektüel birikimi.
Ahmet Şık'ın çalışmasının değerini gözümde iyice düşüren bir başka nokta, Nurettin Veren'in kitabında zikredilen "Işık Evlerinde uygulanan yemin metni"ni kitabına alması oldu. Bu yeminin uydurma olduğu her halinden belli. Fethullah Gülen'in bir iki makalesini okuyan, vaazını dinleyen biri, bu yemin metninin İslami literatüre yabancı biri tarafından uydurulduğunu rahatlıkla anlayabilir. Metin "Gücüm yettiği kadar Kur’an’ı (bu orijinal metinde Fethullah Gülen’e idi. Sonra tepki çeker, uygun olmaz görüşü ile Kur’an olarak değiştirildi) hayatıma gaye edineceğime" diye başlıyor. Böyle saçma bir ifade olur mu? Ne demek "Gücüm yettiği kadar?" Bu metni uyduran, herhalde takiyye söylemlerinden fazlaca etkilenmiş ki, "güçleri yetmediği yerde Kur'an'ı hayatlarına gaye edinmekten vazgeçebilirler" diye düşünmüş olmalı. Ama "Sizden biri bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle uyarsın. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu imanın en zayıf mertebesidir" hadisini, "Ameller niyetlere göredir" düsturunu hiç duymamış galiba. Bir müslüman bir kötülüğü defetmeye "gücü yetmediği" zaman kalbiyle buğzettiğinde de "Kur'an'ı hayatına gaye edinmeye" devam eder, ama uydurmacı bunun farkında değil!
Yemin metninin devamında " talebe arkadaşların izzet ve onurlarını izzetim ve onurum kadar yükseltmeye çalışacağıma" deniyor. Böyle Arapça kelimelerin birbirine ve ile bağlandığı ifadeler, birer deyim niteliğindedir, belli kalıplara uyar. "İzzet ve haysiyet" olur, "izzet ve şeref" olur, "izzet ve namus" olur, "izzet ve azamet" olur, ama Batı dillerindeki "honour"ün karşılığı olarak 1930larda uydurulmuş, hatta ilk başta Fransızca okunuşuna uyarak "onör" diye yazılmış "onur" kelimesi kullanılarak "izzet ve onur" dendiğinde olmaz! Hele Fethullah Gülen'in yazdığı iddia edilen bir yemin metninde hiç olmaz! Ahmet Şık ne yazık ki, bu yemin metninin uydurma olduğunu anlayamayacak kadar konuya yabancı...
Eldeki metin gerçekten daha üstünde çok çalışılması gereken bir taslak metin. Kitap haline getirildiğinde son üçte birlik bölümünün çok daha uzayacağını ve şu anda 290 sayfa olan metnin 400 sayfayı geçeceğini düşünüyorum. Sanıyorum bu nedenle, başka kaynaklara dayanılan ilk bölümleri metnin büyük bölümünü kaplıyor. Metnin ilk 200 sayfası büyük ölçüde, Nurettin Veren'in "Kuşatma: ABD'nin Truva Atı Fethullah Gülen"; Saygı Öztürk'ün "Okyanus Ötesindeki Vaiz"; Zübeyir Kındıra'nın "Fethullah'ın Copları"; Hanefi Avcı'nın "Haliç'te Yaşayan Simonlar" adlarıyla yayınlanmış kitapların bir özeti mahiyetinde. Mesela s.47-51 Kındıra, s.51-72 Öztürk'ün kitabından alınmış. Bu sayfalar arasında, bu kitaplarda verilen bilgilerin başka kaynaklar kullanılarak zenginleştirildiğini de göremiyoruz (ya da bu henüz bir taslak olduğu için henüz o zenginleştirme işlemini yapacak vakit olmamış).
Daha doğrusu yapılan alıntılar o kadar çok ve birbirleriyle o kadar insicamsız ki, bu metin bir kitap olmaktan çok bir "copy-paste" yığını olarak duruyor. Bu yönüyle de, "Google iddianamesi" olarak bilinen, Ak Parti'nın kapatılma davası iddianamesine benziyor. Ben üniversite birinci sınıf öğrencilerine verilen Medeniyet Tarihi derslerinde böyle üç-dört kaynaktan kes-yapıştır yoluyla hazırlanan ödev makaleleri çok okudum. Öğrenci önüne üç-dört kitabı açar, önce bir kitaptan iki-üç paragraf, ardından diğer kitaba geçer, oradan iki-üç paragraf, bu şekilde yazar geçer gider. Ahmet Şık'ın kitap taslağı işte bunlardan farksız.
Akademik bir gözle bakınca, Ahmet Şık'ın kitap taslağının yetersiz ve muhtemelen jüri tarafından baştan yazılması isteğiyle reddedileceği bir yüksek lisans tezine benzetebilirim. Bu taslaktan bir doktora tezi olması mümkün değil, çünkü taslakta "orjinal katkı" yok.
Kullanılan en önemli belgeler ise, Fethullah Gülen hakkında Ankara 2 nolu DGM'de 2001 yılında görülen dava evrakı, Ünal Erkan'ın Emniyet Genel Müdürü olduğu 1991 yılında Emniyet'te yapılan soruşturma, Adil Serdar Saçan'ın İstanbul KOM Şube Müdürü iken yürüttüğü soruşturma, Telekulak soruşturması gibi mahiyeti kamuoyunca bilinen, yıllardır üstünde yazılıp çizilen belgeler. Bu yönüyle kitapta orjinal malzeme yok denecek kadar az, olanlar da, son iki yıla ait, başrollerinde Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın olduğu emniyet içi çekişme ve karşılıklı suçlamalarla ilgili, kaynağı bu kişiler olan şeyler.
Size şimdi bu kitabı değerli kılabilecek bir fırsatı Ahmet Şık'ın nasıl kaçırdığını bir örnekle göstermek istiyorum. Kitabın 51-63. sayfaları arasında, Saygı Öztürk'ün kitabına dayanılarak, 1991-92'de Ünal Erkan döneminde emniyetteki kura çekimi skandalı üstüne yapılan soruşturma ve sonrasında bu soruşturmanın cemaat tarafından örtbas edilmesi uzun uzun anlatılıyor. O bölümde, bu soruşturmayı yürüten ve sonra haklarında soruşturmalar açılan, ardından kızağa alınan ve de sonunda emekli olan iki müfettişin adı veriliyor: İzzet Sezgin Şenel ve Ahmet Nihat Dündar. Ahmet Şık eğer bir muhabir veya gazeteci refleksiyle hareket etseydi, bu noktada Saygı Öztürk'ün kitabından copy-paste yapmayı bırakır, bu iki müfettişi arayıp bulmaya, onlarla konuşmaya çalışırdı. Eğer hayatta değilseler bile en azından aileleriyle görüşebilirdi, çünkü böyle bir soruşturmanın arkasından gadre uğrayıp emekli olmak zorunda kalan müfettişler eşlerine, çocuklarına mutlaka birşeyler anlatmışlar, her ne kadar yasak olsa da ellerinde bazı belge ve bilgileri, notları tutmuşlardır. Maalesef kitapta böyle araştırmacı-gazetecilik örneklerine hiç rastlayamıyoruz. Ahmet Şık önüne üç-beş kitabı almış, bunlara bir de emniyet içindeki kaynaklarının kendisine verdiği çok özel bilgileri eklemiş ve ortaya bu taslak metin çıkmış. Yine dediğim gibi, tutuklanmasaydı belki Ahmet Şık çalışmasının geri kalan bölümünde bu boşlukları dolduracaktı, ama eldeki metinde bu yönde bir emare, bir ışık görünmüyor.
Kitabın son 100 sayfası ise, Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın aslında ne kadar kahraman ve dürüst polisler oldukları ama cemaatin gadrine uğradıklarını uzun uzun, zaman zaman insanı sıkacak ayrıntılarla anlatıyor. Kitabın son 100 sayfasını Sabri Uzun yazmış olsa, bu anlaşılabilir, denir ki adam şu anda rüşvet ve kaçakçılık iddialarıyla yargılanıyor, bu şekilde kendini aklamaya çalışıyor. Ama eğer kitabın yazarı Ahmet Şık'sa ve konu "imamın ordusu"ysa, ciddi bir içerik planlaması sorunu var demektir metinde. Şöyle söyleyeyim, 1993-95 yıllarında Hakkari Dağ Komando Tugayı'nın komutanı olan Osman Pamukoğlu'nun sanki güneydoğuda o dönemde PKK'nın aktif olduğu başka bölgeler yokmuş ve sanki 93 öncesi ve 95 sonrasında PKK diye bir şey yokmuş gibi, kendi komutanlığı dönemindeki olayları "PKK'yla ben mücadele ettim" diye sunması gibi bir şey...
Hatta, Alaattin Çakıcı-Korkmaz Yiğit görüşmesinin ses kaydının önce Fikri Sağlar'a sızdırılması ardından basına yansımasının ardından patlayan Türkbank ihalesi skandalı sayfalar boyunca uzun uzun anlatılıyor. Kitabın bu bölümlerini okurken insanın kafası "Yahu kim iyi polisti, kim kötü polisti" diye epey bir karışıyor. Bu bölümü 2-3 kez okudum. Benim anladığım, Çakıcı-Yiğit ses kaydını Sağlar'a veren, Fethullahçı bir komisermiş. Ama aslında operasyonun başında Sabri Uzun varmış. Daha sonra Fethullahçı polisler, Sabri Uzun'un Türkbank ihalesine fesat karıştırıldığını bildiğini, ama bunu hükümete kasten haber vermediğini ileri sürüp Uzun'a komplo kurmuşlar, ama işin aslı öyle değilmiş... Tamam, Sabri Uzun çok iyi polismiş de, memlekette albay ve üstü rütbedeki her subayın, şube müdürü ve üstü rütbedeki her emniyetçinin başından geçmiş bir gadre uğrama hikayesi vardır...
Sonuç olarak, Hanefi Avcı'nın kitabını okuduysanız, bu kitap onun ikinci bölümüne çok benziyor. Mesela 174-184. sayfalar arasında, Elazığ'da 2002 yılında yaşanan bir olay, tamamen Hanefi Avcı'nın kitabından aktarma suretiyle anlatılıyor.
Kitabın 249-274. sayfaları arasında ise tamamen Devrimci Karargah örgütü konu ediliyor. Bu örgütün uydurma bir örgüt olduğu, hakkında düzenlenen iddianamenin hiçbir delile dayanmadığı vs ileri sürülüyor. Hatırlayacak olursanız bu örgüt davasında Hanefi Avcı, örgüt yöneticisi olduğu ileri sürülen Necdet Kılıç'a yardım ettiği, onun teknik takipten kurtulmasına yardımcı olduğu iddiasıyla sanık olarak yargılanıyor.
Peki, Ahmet Şık'ın kitabı nasıl düzeltilebilir, veya bu konuda nasıl derli-toplu bir kitap yazılabilir? Öncelikle, kitabın temel tezini veya ana argümanını hatırlayalım. Ahmet Şık diyor ki:
1. Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme var.
2. Bu örgütlenme, öncelikle kendi elemanlarını koruyor, kayırıyor, kritik noktaları ele geçirmeye çalışıyor.
3. Sonra kendisinden olmayanlara karşı iftira kampanyaları açarak onları gözden düşürüyor. "Dokunan yanar" (Bu sözü Ahmet Şık söyleyince popüler oldu, ama aslında Ağustos 2010'da, Hanefi Avcı'nın kitabının yayınlanmasından sonra, 2001'de Emniyet'teki Fethullahçı yapılanma üstüne kitap yazan Zübeyir Kındıra'nın BirGün gazetesine verdiği röportajda söylediği bir söz)
4. Son yıllarda bu yapılanma, başta Ergenekon olmak üzere Hrant Dink, Zirve Kitabevi, Şemdinli, Balyoz, hatta 1999 öncesindeki Türkbank ihalesi davası gibi Türkiye'de gündemi belirleyen pek çok davada hukukun dışına çıkmıştır.
Burada diğer iddiaların da dayandığı temel iddia, Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme olduğu. Bunu ispatlamak için, "şu şu şu isimler Fethullahçıdır" demek gerek. Kitapta, bu şekilde isim verilerek suçlanan isimler var, ama bu isimleri Adil Serdar Saçan, Hanefi Avcı vs uzun süredir itham etmekteydi. Mesela en açık suçlanan isim, Hrant Dink davasında ihmali bulunduğu ileri sürülen Ramazan Akyürek. O zaman Ahmet Şık'ın yapması gereken, kitabının her bir bölümünde tek tek bu Fethullahçı polisleri alacak, kariyerlerinin başından itibaren ne yapmışlar, ne etmişler inceleyecek. Ama mesela Ramazan Akyürek'le ilgili olarak böyle bir bölüm yazacak olsa, şu anda Adil Serdar Saçan'ın ifadesi, ki kendisi de bir polis ve şu anda Ergenekon sanığı, 1989'da Adil Serdar Saçan'la Ankara Kocatepe Camii'ndeki Bediüzzaman Said Nursi mevlidinin izleme raporu hakkındaki anlaşmazlığı ve Hrant Dink olayında ihmali olduğu dışında şu ana kadar topladığı bir veri göremiyorum.
Akyürek gibi ismi açıkça zikredilen birkaç kişinin dışında, Fethullahçı olduğu ileri sürülen veya ima edilen, isimlerinin baş harfleri verilmiş bir sürü kişi var: N.M. (s.50), İ.K. (s.56), A.Ş, İ.T, R. F, C.Y, A.T, A.K, İ.B, M.K, R.K, B,C, H.İ.O, Emniyet Müdürü A.Ö ve A.E, akademide öğretim üyelerinden İ.Y.T A.Ş, R.F, B.C, A.K, H.İ.O, R K ve C.Y (s.59), H.B.E., M.T., S.T., C.M., M.E., İ.K.... (s.61)... diye devam edebiliriz. Ama kitapta böyle kodlu olarak verilen isimlerin çoğu kitapta sadece bir yerde zikrediliyor. Bu polisler daha sonra ne yapmışlar, ne etmişler, hiçbir bilgimiz yok. Ahmet Şık kitabını bu şekilde, tek tek isimler üstünden giderek tasarlamış olsa, şu anda daha kitap yazım işinin çook başında olduğunu görürüz.
Sözkonusu kişiler yazar-çizer takımından olsa, yazdıklarından bir sürü karine çıkarabilir insan, ama bir Emniyetçi hakkında, işi cadı avına dönüştürmeden insan nasıl bilgi toplayabilir ki? İşte burada ciddi bir metodolojik sorunla karşı karşıyayız. Ahmet Şık'ın iddiaları o kadar büyük iddialar ki, bu iddiaları ancak bir savcılık soruşturması paklar. Nitekim Ramazan Akyürek'le ilgili olarak Hrant Dink davası soruşturmasının derinleştirilmesiyle, tam da bunun yapılacağı görülüyor. Aksi takdirde, yapılan iş bir cadı avından farksız bir hal alacaktır, nitekim kitabın büyük bölümü bir cadı avı şeklinde kurgulanmış.
Mesela s.75'te uzunca alıntılanan bir rapordan bir cümle: "Emniyet Müdürü K. İ., Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmaktadır." Şimdi, Ahmet Şık'ın kitabını okuyan biri, bu emniyet müdürü K.İ.'nin Fethullahçı olduğunu düşünebilir ve eğer emniyetteki Fethullahçı yapılanmadan endişe duyuyorsa, K.İ.'ye karşı hınçlanabilir. Fakat rapordan yapılan alıntının başını okuduğumuzda, Ahmet Şık'ın bu raporu "1998 yılında İstihbarat birimlerince hazırlanarak Başbakanlık Takip Kurulu’na (BTK) gönderilen raporlarda irticai faaliyetlerin polisten gördüğü destek anlatılıyordu." diye açıkladığını görüyoruz. "Hangi istihbarat birimiymiş yahu?" diye kendi kendimize sorarken, bir dipnot görüyor ve dipnotu okumaya başlıyoruz. Karşımıza Batı Çalışma Grubu adlı heyula çıkıyor!
Bu noktada konu, temel hak ve hürriyetlerin korunması ve hukukun üstünlüğüne saygıya gelip dayanıyor. Ahmet Şık'ın gözaltına alınması ve tutuklanması, ardından kitap taslağının İthaki Yayınevi'nden, Radikal gazetesinden alınmasına "düşünce özgürlüğüne vurulan darbe", "sansür", "sivil dikta" gibi tepki gösterenleri anlıyorum. Ama, kimse kusura bakmasın, Batı Çalışma Grubu'nun ve onun sivil görünümlü uzantısı BTK'nın 28 Şubat sürecinde bugün Ergenekon davası sürecindeki hukuksuzluklarla karşılaştırılamayacak çaptaki faaliyetleri sırasında toplanmış yalanlarını istihbarat notu diye yutturmaya çalışan Ahmet Şık'ın yaptığını bir gazetecilik başarısı veya bir demokrasi kahramanlığı olarak göremem.
"Velev ki Ahmet Şık bu kitabı Ergenekon terör örgütünün emriyle yazmış olsun. Velev ki Nedim Şener ve Soner Yalçın'la aralarında inkar ettiği bir bağlantı olmuş olsun. Bir kitaba, hem de yayınlanmamış bir kitaba yönelik operasyon fikir özgürlüğüne indirilmiş darbedir" diyenlere, Ahmet Şık'ın kitabında, bulabildiği tek "suç"u "Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmak" olan K.İ.'yi, 28 Şubat döneminin hukuk katili BÇG-BTK raporlarına dayanarak suçladığını hatırlatmak istiyorum. Ahmet Şık'ınki can da, K.İ.'ninki patlıcan mı?
Peki bundan sonra ne olur? Mevcut haliyle kitap taslağında Fethullahçı polis olduğu ileri sürülen isimlerin büyük çoğunluğu hakkında sadece "Fethullahçıdır" diye bir suçlama olduğunu, haklarında başka herhangi bir bilgi ortaya konmadığını (veya konamadığını) özellikle vurgulamak istiyorum. Kitabın muhtemel etkilerini üç başlıkta inceleyebiliriz. Öncelikle, kitapta ileri sürülen iddiaların öncelikle muhatabı savcılar. Bir savcının kitabı suç duyurusu olarak kabul edip soruşturma açması gerek. Ama kitap içinde ele alan konular zaten soruşturma ve yargılamaların konusu olmuşken, hatta Fethullah Gülen hakkındaki yargılamanın sonunda verilen beraat kararı Yargıtay'ca onanmışken, hele Ahmet Şık'ın, kitabında BÇG-BTK raporları gibi mesnetsiz kaynaklara yer vermesi nedeniyle inandırıcılığı büyük ölçüde zedelenmişken hukuki yoldan hiçbir şey çıkmayacağını söyleyebilirim.
Kitabın diğer bir etkisi, devletin her kademesindeki unsurların ve özellikle de Ak Parti'nin, Emniyet teşkilatındaki Fethullahçı yapılanmanın artık kontrol altına alınması gerektiği yönünde daha bir kararlı hareket etmesini sağlamak olabilir. Ancak, kitapta yazılanlar, sorumlu mevkileri işgal edenlerin zaten bildikleri şeyler. Kitabın etkisi, bu konuların kamuoyunda önceki kitaplara göre çok daha fazla tartışılması ve bunun sonucunda özellikle Ak Parti'nin, artık bundan böyle Ergenekon soruşturmasında olup bitenlerden "bu iş yargının işidir" diyerek sıyrılamayacağını anlaması olabilir.
Üçüncü bir değerlendirme, bu kitabın asıl amacının Türkiye'de cemaate ve Ak Parti'ye karşı yoğun bir tepkiyi körüklemek ve 12 Haziran seçimlerinde Ak Parti iktidarını düşürmek olduğudur. Benim düşünceme göre bu kitaptan bir şey çıkmaz. Çünkü kitap, bir şey çıkması amaçlanarak yazılmış bir kitap değil. Hanefi Avcı'nın kitabı da referandumda Hayır çıkmasına yönelik bir hamleydi. Bu kitabın da benzer şekilde asıl amacına ulaşamayacağını düşünüyorum.
16 Mart 2011 Çarşamba
Masumiyet karinesi veya 1997'den 2011'e demokratikleşen Türkiye'nin resmi!
Birkaç gün önce, eski gazete kolleksiyonlarını karıştırıyordum. Nereden nereye geldiğimizi görmek açısından çok faydalı bir egzersiz; herkese tavsiye ederim. Hürriyet'in Şubat 1997 cildi ibret vesikalarıyla dolu. İşte, yukarıda, 28 Şubat'taki MGK toplantısına doğru Hürriyet'in sistematik bir biçimde yürüttüğü psikolojik harekattan tipik bir manşet. "Bakan değil militan"
12 Eylül'e giden yolda 6 Eylül'de Konya'da düzenlenen Kudüsü Kurtarma Mitingi önemli bir bahaneydi, 28 Şubat sürecinde de yine Kudüs merkezli bir tiyatro oyununun bahane edilmesi bir tesadüf olmamalı. İşte Sincan'da sahnelenen bu oyundan sonra, Sincan'ın Refah Partili belediye başkanı Bekir Yıldız, bir medya linçine maruz kalmış, sonunda tutuklanarak cezaevine konmuştu. Dönemin RP'li Adalet Bakanı Şevket Kazan, Yıldız'ı cezaevinde ziyaret etmiş, Hürriyet de bunun üzerine yaygarayı basmış! Neymiş? Kazan'ın ziyareti kamuoyunda "çok büyük tepki gör"müşmüş! Tepki gösterenler kimler? ANAP lideri Mesut Yılmaz, CHP lideri Deniz Baykal, eski Adalet bakanı CHPli Mehmet Moğultay...
Haberin hemen altında, Ertuğrul Özkök'ün köşe yazısını okuyalım. Özkök, "Acaba normal demokratik bir ülkede bir adalet bakanı, o ülkenin mahkemesinin çete kurmakla suçlayıp tutukladığı bir sanığı cezaevinde ziyaret etseydi o ne olurdu?" diye soruyor ve sorusunun cevabını kendi veriyor: "Söyleyeyim, o ülkenin tarihindeki en büyük skandallardan biri olurdu." Özkök devam ediyor: "Demek ki, Bakan Bey'in hukuku, Adalet Bakanlığı'nın hukuku ile aynı değilmiş. Bayramda, Feribot kaçıranları, daha önce de Sivas sanıklarını ziyaret etmişti. Kabahat bizde. O zaman bu tepkileri göstermediğimiz için iş bu noktaya geldi."
Bu yazının ilk başlığı "Masumiyet karinesini nasıl hiçe saydığınızı unutmadık!" idi. Evet, 1997'nin Hürriyet'inde, anayasanın 15. maddesinde "suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz" şeklinde ifade edilen masumiyet karinesinden eser yok! Bugün Ergenekon soruşturmalarında tutuklanan gazeteciler, Balyoz soruşturmasında tutuklanan generaller için sürekli hatırlatılan masumiyet karinesi, 1990larda Hürriyet ve diğer merkez medya yayınlarında, Sincan eski belediye başkanı Bekir Yıldız, Kayseri belediye başkanı Şükrü Karatepe, Sivas sanıkları ve YAŞ kararlarıyla TSK'yla ilişiği kesilen subay ve astsubaylar için hiç hatırlanmadı.
Hürriyet'in 17 Şubat 1997'deki manşetini alın, Adalet Bakanı'nın yerine Genelkurmay Başkanı'nı, Sincan belediye başkanı Bekir Yıldız'ın yerine de Balyoz sanığı generalleri koyun. 1997'den 2011'e Türkiye'nin ne kadar demokratikleştiğini göreceksiniz!
Hürriyet 1997'de "Bakan değil militan" manşetini atıyordu. 2011 Türkiyesinde "Genelkurmay başkanı değil darbe şakşakçısı" manşetiyle çıkan bir gazete gördünüz mü?
Yanlış anlaşılmamak için hemen düzelteyim, bugün Ergenekon soruşturmaları sırasında yapılan gözaltı ve tutuklamaları, 28 Şubat dönemindeki hukuk ihlallerinin rövanşı olarak görüyor değilim. Veya Hürriyet'in 1997'deki manşetini göstererek "Bakın bunlar her şeye müstehaktır!" da demiyorum. Elbette hukukun üstünlüğü önemlidir. Ama bugün demokrasi ve hukuk kahramanı kesilenlerin karanlık sicillerini de görmek ve hatırlatmak boynumuzun borcudur. O zaman Hürriyet'in başını çektiği merkez medya, insanların şeref ve haysiyetleriyle hiçbir korku ve çekince olmadan rahatça oynayabiliyordu. Çok şükür, bugün böylesi medya linçlerini yapacak güçleri kalmadı.
Etiketler:
hukukun üstünlüğü,
Hürriyet,
masumiyet karinesi
9 Mart 2011 Çarşamba
Darbe günlükleri, Alper Görmüş ve "kefalet" üzerine...
Evetamatakipteyiz sitesinde, Zaman gazetesinin internet sitesinde dün gün içinde yayınlanan bir "alıntı" üzerine bir eleştiri yazıldı. Bu "alıntı" esas olarak, Alper Görmüş'ün dün Taraf gazetesinde yayınlanan yazısının büyük bir bölümünü, "'Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı' yalan çıktı" başlığıyla veriyordu. Evetamatakipteyiz, Alper Görmüş'ün yazısının devamında Ahmet Şık'a "kefil" olduğunu yazdığı bölümün Zaman'ın internet sitesindeki alıntıda yer almamasını "çarpıtma" olarak nitelemiş. Aşağıda, Evetamatakipteyiz sitesindeki yazıya yaptığım yorum yer alıyor.
Bu haber Zaman gazetesinde yayınlanmadı, Zaman'ın internet sitesinde yayınlandı, ki siz de zaten buna dikkat etmişsiniz. Ama bilmiyorum dikkat ettiniz mi, bu haber Türkiye'deki internet haber yayıncılığında bir "gri alan" olan "alıntı/iktibas haber/köşe yazısı"nın tipik bir örneği. "Gri alan" olması, telif haklarına aykırılığından kaynaklanıyor. İnternetin Türkiye'de yaygınlaşmasıyla birlikte, özellikle de 28 Şubat sürecinde merkez medyadan andıçlarla tasfiye edilen Mehmet Barlas, Ufuk Güldemir gibi gazetecilerin açtıkları haber siteleriyle 2000'lerin başında internet haberciliği kendine özgü bir sesi, mecrası olma yolunda bayağı ümit vermişti, ama maddi imkansızlıklar, Türkiye'de medya düzeninin kendi kendini finanse edemeyen, bu nedenle iktidar ve güç odaklarıyla göbekten bağlı yapısı, haberin değil kanaat önderi gibi görev yapan köşe yazarların başını çektiği yorumun öne çıkması gibi nedenlerle internetteki haber siteleri büyük ölçüde basılı medyayı takip etmek zorunda kaldılar. Gazetelerde çıkan haberleri, köşe yazılarını aynen alıp yayınlayan ve bu şekilde bir sürü "hit" alıp reklam geliri elde eden bir asalak internet medyası türedi. Hatta haber7.com gibi Türkiye'nin en çok takip edilen haber sitesi bile günlük gazetelerden köşe yazısı "apartma"yı yakın zamanlara kadar sürdürüyordu. haber7.com gazetelerden aldığı köşe yazılarının artık sadece ilk bölümünü yayınlıyor. Devamı için okurları gazetelerdeki tam yazı linkine yönlendiriyor. Bir taraftan da, ülkedeki kutuplaşmanın bir yansıması olarak, sadece ve sadece belli yayın organlarını, belli internet sitelerini takip eden geniş bir okur kitlesi ortaya çıktı.
Zaman gazetesi, Türkiye'de internet üstünden de yayınlanmaya başlayan ilk gazete. Yakın zamanlara kadar internet sitesi, gazete içeriğinin haricinde sınırlı ölçüde "Son dakika" haberleri dışında gün boyunca statik kalıyordu. Ancak bir süredir, gün içinde de, diğer gazetelerde yayınlanan haberler ve köşe yazılarını bu şekilde "alıntı"layarak yayınlıyorlar. Burada uzun uzun bunları anlatarak vurgulamaya çalıştığım bir nokta var; sadece Zaman gazetesinde değil, diğer gazetelerin internet sitelerinde de, gün içinde "tık"lanmak ve kolayca tüketilmek üzere girilen içerikler, matbaadan basılarak çıkan, okurun erişmek için para ödediği "gerçek" gazetenin içeriğiyle aynı editoryal standartlara sahip olmuyor. Bu doğrudur, yanlıştır, eksiktir, bir tarafa, bu bir Türkiye gerçeği. Maalesef.
Alper Görmüş'ün yazısıyla ilgili Zaman'ın internet sayfasında çıkan "haber"e gelince, yayınlanan metinde Zaman editörü/muhabiri tarafından kaleme alınan, sadece yazının başlığı "'Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı' yalan çıktı" ve aşağıdaki paragraf:
"Nedim Şener'le birlikte tutuklanan Ahmet Şık'ın asla Ergenekon'la ilişkisi olmayacağı çünkü onun Nokta dergisinde Özden Örnek'in "Darbe Günlükleri"ni yayınlayan gazeteci olduğu hemen her gazetede yer aldı. Olayın aslını bugün Alper Görmüş Taraf'ta yazdı. İşte yazısı:"
Konunun telif hakları ve intihalle ilgili boyutlarını bir tarafa koyacak olursak, yazının başlığı için şunu söyleyebiliriz: "Yalan çıktı" demek biraz sansasyonel olmakla birlikte, "Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı" iddiası da aynı derecede sansasyonel bir iddia olduğu için, kabul edilebilir.
Zaman internet sayfasındaki haberin başlığını, Alper Görmüş'ün yazısına yapılan atfın temeli kabul edersek, "Olayın aslını bugün Alper Görmüş Taraf'ta yazdı" cümlesinde de bir sorun görünmüyor, çünkü Alper Görmüş'ün Taraf'taki yazısından yapılan alıntıda yaptığı tam da bu, yani olayın aslını açıklamak. Alper Görmüş'ün yazısında "olayın aslı"nı açıklaması ne derece "factual" ise, Ahmet Şık'a kefaleti de o derecede sübjektif bir değerlendirme. O noktada Görmüş'ün yazısı, haber olmaktan çıkıyor, yoruma giriyor.
Zaman'daki haber metnine getirebileceğimiz tek eleştiri, "İşte yazısı:" denerek, Alper Görmüş'ün sanki "olayın aslı"nı anlatma dışında bir şey yazmadığı, yani Ahmet Şık'a "kefil" olduğunu beyan etmediği izlenimi çıkıyor, ama yukarıda da belirttiğim gibi, bu kefaletin, Zaman'daki haberin çerçevesini çizen başlığı, yani "Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı" iddiasının doğru veya yalan olması ile bir ilgisi yok.
Sanırım bu konuda gazetecilik etiği açısından varılabilecek yegane sonuç şu: Eğer Zaman'daki haber metninde "İşte yazısı:" değil de, "İşte yazısından ilgili bölüm" denmiş olsaydı, çok daha iyi olacaktı!
Bu haber Zaman gazetesinde yayınlanmadı, Zaman'ın internet sitesinde yayınlandı, ki siz de zaten buna dikkat etmişsiniz. Ama bilmiyorum dikkat ettiniz mi, bu haber Türkiye'deki internet haber yayıncılığında bir "gri alan" olan "alıntı/iktibas haber/köşe yazısı"nın tipik bir örneği. "Gri alan" olması, telif haklarına aykırılığından kaynaklanıyor. İnternetin Türkiye'de yaygınlaşmasıyla birlikte, özellikle de 28 Şubat sürecinde merkez medyadan andıçlarla tasfiye edilen Mehmet Barlas, Ufuk Güldemir gibi gazetecilerin açtıkları haber siteleriyle 2000'lerin başında internet haberciliği kendine özgü bir sesi, mecrası olma yolunda bayağı ümit vermişti, ama maddi imkansızlıklar, Türkiye'de medya düzeninin kendi kendini finanse edemeyen, bu nedenle iktidar ve güç odaklarıyla göbekten bağlı yapısı, haberin değil kanaat önderi gibi görev yapan köşe yazarların başını çektiği yorumun öne çıkması gibi nedenlerle internetteki haber siteleri büyük ölçüde basılı medyayı takip etmek zorunda kaldılar. Gazetelerde çıkan haberleri, köşe yazılarını aynen alıp yayınlayan ve bu şekilde bir sürü "hit" alıp reklam geliri elde eden bir asalak internet medyası türedi. Hatta haber7.com gibi Türkiye'nin en çok takip edilen haber sitesi bile günlük gazetelerden köşe yazısı "apartma"yı yakın zamanlara kadar sürdürüyordu. haber7.com gazetelerden aldığı köşe yazılarının artık sadece ilk bölümünü yayınlıyor. Devamı için okurları gazetelerdeki tam yazı linkine yönlendiriyor. Bir taraftan da, ülkedeki kutuplaşmanın bir yansıması olarak, sadece ve sadece belli yayın organlarını, belli internet sitelerini takip eden geniş bir okur kitlesi ortaya çıktı.
Zaman gazetesi, Türkiye'de internet üstünden de yayınlanmaya başlayan ilk gazete. Yakın zamanlara kadar internet sitesi, gazete içeriğinin haricinde sınırlı ölçüde "Son dakika" haberleri dışında gün boyunca statik kalıyordu. Ancak bir süredir, gün içinde de, diğer gazetelerde yayınlanan haberler ve köşe yazılarını bu şekilde "alıntı"layarak yayınlıyorlar. Burada uzun uzun bunları anlatarak vurgulamaya çalıştığım bir nokta var; sadece Zaman gazetesinde değil, diğer gazetelerin internet sitelerinde de, gün içinde "tık"lanmak ve kolayca tüketilmek üzere girilen içerikler, matbaadan basılarak çıkan, okurun erişmek için para ödediği "gerçek" gazetenin içeriğiyle aynı editoryal standartlara sahip olmuyor. Bu doğrudur, yanlıştır, eksiktir, bir tarafa, bu bir Türkiye gerçeği. Maalesef.
Alper Görmüş'ün yazısıyla ilgili Zaman'ın internet sayfasında çıkan "haber"e gelince, yayınlanan metinde Zaman editörü/muhabiri tarafından kaleme alınan, sadece yazının başlığı "'Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı' yalan çıktı" ve aşağıdaki paragraf:
"Nedim Şener'le birlikte tutuklanan Ahmet Şık'ın asla Ergenekon'la ilişkisi olmayacağı çünkü onun Nokta dergisinde Özden Örnek'in "Darbe Günlükleri"ni yayınlayan gazeteci olduğu hemen her gazetede yer aldı. Olayın aslını bugün Alper Görmüş Taraf'ta yazdı. İşte yazısı:"
Konunun telif hakları ve intihalle ilgili boyutlarını bir tarafa koyacak olursak, yazının başlığı için şunu söyleyebiliriz: "Yalan çıktı" demek biraz sansasyonel olmakla birlikte, "Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı" iddiası da aynı derecede sansasyonel bir iddia olduğu için, kabul edilebilir.
Zaman internet sayfasındaki haberin başlığını, Alper Görmüş'ün yazısına yapılan atfın temeli kabul edersek, "Olayın aslını bugün Alper Görmüş Taraf'ta yazdı" cümlesinde de bir sorun görünmüyor, çünkü Alper Görmüş'ün Taraf'taki yazısından yapılan alıntıda yaptığı tam da bu, yani olayın aslını açıklamak. Alper Görmüş'ün yazısında "olayın aslı"nı açıklaması ne derece "factual" ise, Ahmet Şık'a kefaleti de o derecede sübjektif bir değerlendirme. O noktada Görmüş'ün yazısı, haber olmaktan çıkıyor, yoruma giriyor.
Zaman'daki haber metnine getirebileceğimiz tek eleştiri, "İşte yazısı:" denerek, Alper Görmüş'ün sanki "olayın aslı"nı anlatma dışında bir şey yazmadığı, yani Ahmet Şık'a "kefil" olduğunu beyan etmediği izlenimi çıkıyor, ama yukarıda da belirttiğim gibi, bu kefaletin, Zaman'daki haberin çerçevesini çizen başlığı, yani "Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı" iddiasının doğru veya yalan olması ile bir ilgisi yok.
Sanırım bu konuda gazetecilik etiği açısından varılabilecek yegane sonuç şu: Eğer Zaman'daki haber metninde "İşte yazısı:" değil de, "İşte yazısından ilgili bölüm" denmiş olsaydı, çok daha iyi olacaktı!
Etiketler:
Ahmet Şık,
Alper Görmüş,
darbe günlükleri,
etik,
evetamatakipteyiz,
gazetecilik,
journalism
26 Şubat 2011 Cumartesi
Nasıl profesör olunur? Veya bir akademisyenin profesör olması nasıl engellenir?
Mesut Yeğen, Türkiye'de Kürt sorunu üzerine çalışan başlıca akademisyenlerden biridir. Kürttür, cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını eleştiren biridir. Tam da bu nedenlerle profesör yapılmadığı, ilk bölümü Radikal 2'de 13 Şubat'ta yayınlanan, ikinci bölümü ise bir hafta sonra yayınlanacağı bildirildiği halde yayınlanmayan bu nedenle ertesi gün, 21 Şubat'ta Taraf'ta yayınlanan yazısı okununca anlaşılıyor. Yeğen bu iki yazısında olabildiğince nesnel davranmış, yıllar boyu çalıştığı ODTÜ Sosyoloji bölümünde yaşadığı özel olaylara hiç girmemiş.
Yeğen'in iki kez reddedilen profesörlük başvurularında olumsuz görüş beyan eden profesörlerden biri Ayşe Ayata, hani şu Kıbrıs "Barış" Harekatını (Orwell okumamış arkadaşlar galiba!) başlatmak üzere Bülent Ecevit'in Londra'dan verdiği şifreli "Ayşe tatile çıktı" mesajında adı geçen, Dışişleri Bakanı Turan Güneş'in kızı Ayşe. Diğeri de, Ayşe Ayata'nın kocası Sencer Ayata. Sencer Ayata CHP Parti Meclisi üyesi. Tıpkı Ayşe Ayata'nın kardeşi Hurşit Güneş gibi.
Bugün CHP yönetiminde olan Sencer Ayata ve Ayşe Ayata, Cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını, tabii CHP'nin Kürt politikalarını ve Kemalizm'i akademik ölçütler içinde eleştiren Yeğen'in profesörlüğe layık olmadığını düşünüyorlar. Aslında Yeğen'in eleştirilerini hazmedemiyorlar.
12 Haziran 2011'de yapılacağı ilan edilen seçimlere şunun şurasında kaç ay kaldı, ama CHP'lilerin Yeğen örneğindeki tavırları, CHP'nin neden iktidar alternatifi olamayacağını açıkça gösteriyor.
Mesut Yeğen'in Radikal İki'de 13 Şubat'ta yayınlanan yazısı:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1039888&Date=13.02.2011&CategoryID=42
Yazının Radikal İki'de 20 Şubat günü yayınlanmayan ancak ertesi gün Taraf'ta yayınlanan devamı:
http://istifhanem.com/2011/02/21/nasilprofesorolunur2-mesut/
Yeğen'in iki kez reddedilen profesörlük başvurularında olumsuz görüş beyan eden profesörlerden biri Ayşe Ayata, hani şu Kıbrıs "Barış" Harekatını (Orwell okumamış arkadaşlar galiba!) başlatmak üzere Bülent Ecevit'in Londra'dan verdiği şifreli "Ayşe tatile çıktı" mesajında adı geçen, Dışişleri Bakanı Turan Güneş'in kızı Ayşe. Diğeri de, Ayşe Ayata'nın kocası Sencer Ayata. Sencer Ayata CHP Parti Meclisi üyesi. Tıpkı Ayşe Ayata'nın kardeşi Hurşit Güneş gibi.
Bugün CHP yönetiminde olan Sencer Ayata ve Ayşe Ayata, Cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını, tabii CHP'nin Kürt politikalarını ve Kemalizm'i akademik ölçütler içinde eleştiren Yeğen'in profesörlüğe layık olmadığını düşünüyorlar. Aslında Yeğen'in eleştirilerini hazmedemiyorlar.
12 Haziran 2011'de yapılacağı ilan edilen seçimlere şunun şurasında kaç ay kaldı, ama CHP'lilerin Yeğen örneğindeki tavırları, CHP'nin neden iktidar alternatifi olamayacağını açıkça gösteriyor.
Mesut Yeğen'in Radikal İki'de 13 Şubat'ta yayınlanan yazısı:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1039888&Date=13.02.2011&CategoryID=42
Yazının Radikal İki'de 20 Şubat günü yayınlanmayan ancak ertesi gün Taraf'ta yayınlanan devamı:
http://istifhanem.com/2011/02/21/nasilprofesorolunur2-mesut/
Etiketler:
CHP,
Kemalizm,
Kürt sorunu,
Mesut Yeğen
13 Şubat 2010 Cumartesi
Cemaat hakkında sorular ve cevaplarım
Yamuk Kereste blogunda Bahadır, Fethullah Gülen hareketi (Bahadır'ın ifadesiyle "Cemaat") ve bu hareketin ABD'yle ilişkileri hakkındaki endişelerini dile getirmiş. Kısaca söyleyecek olursam, ben Türkiye'nin en önemli ve en tehlikeli problemlerinin askeri vesayet, darbe tehdidi, taraflı ve bağnaz yargı, Kemalist-ulusalcı-laik elitin seçimle ortaya çıkan iradeyi hazmedememesi ve halkın değerleri ve inançlarıyla çatışma halinde olması olarak görüyorum. Bu problem ve tehditler yanında cemaatten kaynaklanabilecek problemlerin çok daha küçük ve zamanı geldiğinde bertaraf edilebilir olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, cemaatin Ak Parti hükümetine ve Türkiye'nin demokratikleşmesi yönündeki çabaları verdiği desteği takdirle karşılıyorum. En azından, 1990lardaki gibi statükoya oynamalarından iyidir.
Şimdi, Bahadır'ın cemaatle ilgili değerlendirmelerine gelecek olursam:
"1) Şeffaf değil."
Öncelikle, kim şeffaf ki? Aleviler? Sabetaycılar? Masonlar? Askerler? ADD? ÇEV? Misyonerler? ÇYDD? Yargı ve devletin diğer kurumlarında birbirlerini kolladıkları söylenen diğer etnik/mezhepsel/cemaatsal oluşumlar? Ülkü Ocakları? Öte yandan, üstünde bu kadar baskı ve şüphe olan bir yapı nasıl şeffaf olabilir? Üçüncü nokta, ben cemaatin dünyanın dört bir tarafındaki bir sürü kurumuna çatkapı gittim, ve çaldığım her kapının da açıldığını gördüm. Acaba Terakki Vakfı'nın kapısını çalsam açan olur mu?
"2) Otoriter olmaya meyilli. Bunu daha gücü tamamen ele geçirmeden bile yeterince gösterdi. Demokrasi söylemlerinin içselleştirilmemiş ucuz bir makyaj olduğu çok açık. Mutlak güce sahip olduğunda bu eğilimin zayıflaması sürpriz olur."
Yukarıdaki cevabım buraya da uygulanabilir. En azından cemaatin bir demokrasi söylemi var, kendisinden olmayan insanlara gazete, televizyonunda, yer veriyor. Diğerlerinde bu da yok!
"3) Kendi içinde de demokrat değil (?). Aslında bunu tam bilmiyorum. Dışarıdan resmedildiği gibi tamamen hiyerarşik, otoriter ve lider odaklı mı? Kararlar nasıl alınıyor? Personel politikaları nasıl belirleniyor? Kim nasıl görevlendiriliyor, yükseliyor ya da azlediliyor? Yerel unsurların, küçük oyuncuların sesi yukarıya ne kadar ve nasıl yükseliyor? İçeride oylama, eleştirme, danışma, feed-back kültürü var mı?"
Cemaat, Türkiye'deki cemaatlerin nerdeyse tamamı gibi geleneksel tarikat yapısının cumhuriyet sonrası döneme uyarlanmış bir şeklidir, dolayısıyla cemaatin demokrat olmasını beklemek, Katolik Kilisesi'nin veya Türk Silahlı Kuvvetleri'nin demokrat olmasını beklemekten farksız bence. Ancak, "Ya sev ya terket" veya "beğenmeyen dinlemesin" şeklinde bir demokratlıkları olduğu söylenebilir, yani cemaatten ayrılmak mümkün, ki Adnan hoca ve diğer bazı gruplar için söylenen "once in never out" iddialarının olduğu bir ülkede bu da bir şeydir. Ayşe Arman röportajını hatırlayabiliriz bu noktada.
Cemaat'te çok köklü bir "istişare" geleneği var, her seviyede kurumsallaşmış istişarelerde aşağıdan yukarıya kademe kademe her türlü eleştiri belli ölçüler içerisinde iletilebiliyor.
"4) Makyavelyen. “Once a Machiavellian, always a Machiavellian” ?"
Başörtüsü örneğiyle mukabele edeyim. Hoca, "tesettür füruattır" dedi ve 28 Şubat'tan sonra cemaatten çoğu kadın başını açtı, ama şu sözleri daha birkaç yıl önce söyleyen de aynı kişidir: "Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm'ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur'an'la, hem Sünnet-i sahiha ile, hem de 14 asırlık İslâm tarihindeki uygulamalarla sabittir. ... Tesettürü hafife alanlarla tartışmayın"
"5) Dış bağlantıları açık değil. Cemaatin tamamı değil elbette ama tepesi yabancı bir güç (muhtemelen ABD ama belki başkası) ile a) işbirliği içinde olabilir, b) direk ve bilerek ona hizmet ediyor olabilir, c) eylemleri farkında olmadan onun çıkarlarına hizmet ediyor olabilir, d) ABD cemaate muhbir(ler) vasıtası ile sızmış ve/veya teknik imkanlarla bilgi akışını ve/veya “merkez bilgisayarı” “hackleyerek” onun derlediği istihbarat havuzuna erişiyor olabilir."
İlk maddeye verdiğim cevap burada da geçerli. Bugün içine sızılmamış, dışarıyla bağlantısı olmayan bir yapı var mı dünyada? Bence önemli olan şudur, dünyadaki hiçbir güç, hiçbir maddi menfaat, binlerce insanı gurbette, vatanlarından ve sevdiklerinden uzakta, karın tokluğuna yıllarca canla başla çalıştırmaya, hele öldüklerinde o topraklarda gömülmeyi istemeye zorlayamaz.
ABD'nin Cemaat'e bakışı: 11 Eylül sonrası ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarının çok büyük bir bölümü, cemaatle ilgili olarak yürüttüğü savlanabilecek tutarlı stratejiyle kökten çelişiyor. Böyle bir Cemaat'i koruyup kollayan bir Amerika'da oğul Bush'un hiçbir zaman başkan seçilmemesi, Guantanamo, terör listesi, Irak, Afganistan, işkence, İsrail'e göz yumma vs hiçbirinin hiç yaşanmaması gerekirdi.
Şimdi, Bahadır'ın cemaatle ilgili değerlendirmelerine gelecek olursam:
"1) Şeffaf değil."
Öncelikle, kim şeffaf ki? Aleviler? Sabetaycılar? Masonlar? Askerler? ADD? ÇEV? Misyonerler? ÇYDD? Yargı ve devletin diğer kurumlarında birbirlerini kolladıkları söylenen diğer etnik/mezhepsel/cemaatsal oluşumlar? Ülkü Ocakları? Öte yandan, üstünde bu kadar baskı ve şüphe olan bir yapı nasıl şeffaf olabilir? Üçüncü nokta, ben cemaatin dünyanın dört bir tarafındaki bir sürü kurumuna çatkapı gittim, ve çaldığım her kapının da açıldığını gördüm. Acaba Terakki Vakfı'nın kapısını çalsam açan olur mu?
"2) Otoriter olmaya meyilli. Bunu daha gücü tamamen ele geçirmeden bile yeterince gösterdi. Demokrasi söylemlerinin içselleştirilmemiş ucuz bir makyaj olduğu çok açık. Mutlak güce sahip olduğunda bu eğilimin zayıflaması sürpriz olur."
Yukarıdaki cevabım buraya da uygulanabilir. En azından cemaatin bir demokrasi söylemi var, kendisinden olmayan insanlara gazete, televizyonunda, yer veriyor. Diğerlerinde bu da yok!
"3) Kendi içinde de demokrat değil (?). Aslında bunu tam bilmiyorum. Dışarıdan resmedildiği gibi tamamen hiyerarşik, otoriter ve lider odaklı mı? Kararlar nasıl alınıyor? Personel politikaları nasıl belirleniyor? Kim nasıl görevlendiriliyor, yükseliyor ya da azlediliyor? Yerel unsurların, küçük oyuncuların sesi yukarıya ne kadar ve nasıl yükseliyor? İçeride oylama, eleştirme, danışma, feed-back kültürü var mı?"
Cemaat, Türkiye'deki cemaatlerin nerdeyse tamamı gibi geleneksel tarikat yapısının cumhuriyet sonrası döneme uyarlanmış bir şeklidir, dolayısıyla cemaatin demokrat olmasını beklemek, Katolik Kilisesi'nin veya Türk Silahlı Kuvvetleri'nin demokrat olmasını beklemekten farksız bence. Ancak, "Ya sev ya terket" veya "beğenmeyen dinlemesin" şeklinde bir demokratlıkları olduğu söylenebilir, yani cemaatten ayrılmak mümkün, ki Adnan hoca ve diğer bazı gruplar için söylenen "once in never out" iddialarının olduğu bir ülkede bu da bir şeydir. Ayşe Arman röportajını hatırlayabiliriz bu noktada.
Cemaat'te çok köklü bir "istişare" geleneği var, her seviyede kurumsallaşmış istişarelerde aşağıdan yukarıya kademe kademe her türlü eleştiri belli ölçüler içerisinde iletilebiliyor.
"4) Makyavelyen. “Once a Machiavellian, always a Machiavellian” ?"
Başörtüsü örneğiyle mukabele edeyim. Hoca, "tesettür füruattır" dedi ve 28 Şubat'tan sonra cemaatten çoğu kadın başını açtı, ama şu sözleri daha birkaç yıl önce söyleyen de aynı kişidir: "Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm'ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur'an'la, hem Sünnet-i sahiha ile, hem de 14 asırlık İslâm tarihindeki uygulamalarla sabittir. ... Tesettürü hafife alanlarla tartışmayın"
"5) Dış bağlantıları açık değil. Cemaatin tamamı değil elbette ama tepesi yabancı bir güç (muhtemelen ABD ama belki başkası) ile a) işbirliği içinde olabilir, b) direk ve bilerek ona hizmet ediyor olabilir, c) eylemleri farkında olmadan onun çıkarlarına hizmet ediyor olabilir, d) ABD cemaate muhbir(ler) vasıtası ile sızmış ve/veya teknik imkanlarla bilgi akışını ve/veya “merkez bilgisayarı” “hackleyerek” onun derlediği istihbarat havuzuna erişiyor olabilir."
İlk maddeye verdiğim cevap burada da geçerli. Bugün içine sızılmamış, dışarıyla bağlantısı olmayan bir yapı var mı dünyada? Bence önemli olan şudur, dünyadaki hiçbir güç, hiçbir maddi menfaat, binlerce insanı gurbette, vatanlarından ve sevdiklerinden uzakta, karın tokluğuna yıllarca canla başla çalıştırmaya, hele öldüklerinde o topraklarda gömülmeyi istemeye zorlayamaz.
ABD'nin Cemaat'e bakışı: 11 Eylül sonrası ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarının çok büyük bir bölümü, cemaatle ilgili olarak yürüttüğü savlanabilecek tutarlı stratejiyle kökten çelişiyor. Böyle bir Cemaat'i koruyup kollayan bir Amerika'da oğul Bush'un hiçbir zaman başkan seçilmemesi, Guantanamo, terör listesi, Irak, Afganistan, işkence, İsrail'e göz yumma vs hiçbirinin hiç yaşanmaması gerekirdi.
11 Şubat 2010 Perşembe
Her gördüğü Officer'i Subay zanneden şaşkın gazeteci: Oray Eğin!
Büyük ve iddialı konuşmaktan her zaman kaçınmak lazım. Atalarımız boşuna "Büyük lokma ye, büyük konuşma" dememişler. Bu benim gibi blog yazarları için geçerli olduğu gibi, gazetelerdeki köşe yazarları için de geçerli. İşte Oray Eğin'in Yasemin Çongar'ın eşinin CIA ajanı olduğunu iddia ettiği 2 Şubat 2010 tarihli yazısını okurken aklıma bu düşünceler geldi.
Neymiş efendim, Yasemin Çongar AFSA'ya bir makale yazmış, makalenin altında kısa CV'si yer alıyormuş, oraya kiminle evli olduğunu da yazmış. "Tabii AFSA'nın periyodik yayın oganına yazınca bu bir anlamda zorunluluk gibi." diyor Eğin. Neden bir zorunluluk olsun? Oray Eğin aklınca burada bilgiçlik taslıyor, "Yasemin Çongar eşinin kimliğini gizliyor, ama AFSA dergisine yazınca mecburen kocasının kimliğini açıklamak zorunda kaldı" demeye getiriyor. Eğin'in Amerikan kültürüne aşina olmadığının isbatı işte burada. Bir gazete veya dergi yazısını veya bir kitabı eline alan Amerikalılar "Kim bu yazar?" diye gayrı ihtiyari sorarlar, bu nedenle kitapların arka veya iç kapaklarında yazarın bir ufak resmi ve kısa bir tanıtım yazısı olur. Kimse bunu bir CV diye düşünmez, görmez. Burada illa medeni halinden söz edeceksin diye bir şart da yoktur, ama mesela, yazardan "Connecticut'taki çiftliğinde iki köpeği, üç atı ve beş ineğiyle birlikte yaşıyor" diye söz edildiğini görebilirsiniz. Oray Eğin'in saçmaladığını göstermek için fazla uzun boylu araştırmaya gerek yok, AFSA dergisinde Çongar'ın makalesinden bir önceki makalenin yazarının nasıl tanıtıldığına bakmak yeter: "Thomas Gorguissian muhalif Mısır gazetesi Al-Wafd'ın Washington temsilcisidir. Foreign Service Dergisi'nin Eylül 2000 sayısında Amerikan başkanlık seçimleri üzerine yazmıştı." Hani Gorguissian'ın medeni hali? Diyeceksiniz, "Ya adam evli değilse?" Peki o zaman AFSA'da yazıları çıkan ve haklarındaki tanıtım yazısında medeni halleri belirtilmeyen Khaled Abdulkareem, Matt Lussenhop veya Elise Labott'u ne yapıcaz? Bu kişiler de mi bekar? Uzatmaya gerek yok, Oray Eğin'in bilgiçlik taslarken saçmaladığı anlaşılmıştır sanırım.
Diğer bir nokta, Oray Eğin'in Yasemin Çongar bu makalesini sanki son birkaç ay içinde yayınlamış da Eğin bu makaleyi ortaya çıkarmış gibi sunması. Oysa makale Nisan 2002 tarihli Foreign Service Journal dergisinde yayınlanmış. Çongar, Taraf gazetesinde çalışmaya başlamadan önce Washington'daki en önemli Türk gazetecisi olarak bilinen, tanınan bir yazardı.
Değinmek istediğim üçüncü nokta, Oray Eğin'in yazısında AFSA'yı tanıtırken kullandığı ifadede yer alan minik ama etkili psikolojik harekat çarpıtması. AFSA'yı Eğin şöyle açıklıyor: "Amerikan Dışişleri'nde ya da yurtdışı görevlerinde bulunmuş kişilerin haklarını koruyan, hatta devletle onlar adına pazarlık yapan profesyonel bir kuruluş." AFSA'nın ne olduğunu bir de kendi web sitesinden okuyalım ve Eğin'in ifadelerinin kaynağını görelim: "The American Foreign Service Association (AFSA), established in 1924, is the professional association of the United States Foreign Service." Bu cümleyi ben şöyle çevirirdim: "1924'te kurulan Amerikan Hariciye Mensupları Birliği (AFSA), Birleşik Devletler Hariciyesi mensuplarının mesleki birliğidir." "United States Foreign Service" deyimiyle neyin kastedildiğini ilgili Wikipedia makalesinden daha ayrıntılı okuyabilirsiniz, geçiyorum.
Buradaki kritik kelime, "profesyonel." Türkçe'de en çok, futbolcuların kulüplerinden maddi gerekçelerle ayrılırken kullandıkları "Sonuçta ben profesyonelim" sözündeki "profesyonel" ile kastettikleri, tam da bu ifadenin hemen ardından gelen "bu işten ekmek yiyorum" açıklamasında gizli: Profesyonel, yaptığı iş karşılığında bir ücret alan kişidir. Bu tanıma göre Oray Eğin de bir profesyonel, Arda Turan da, köşedeki simitçi de, Yasemin Çongar'ın eşi de. Bu durumda, Çongar'ın makalesinin yayınlandığı dergiyi çıkaran AFSA'nın kendisi değil, üyeleri profesyonel, yani iş, güç sahibi meslek erbabı oluyorlar. Ama Oray Eğin "profesyonel"liği, ASFA üyelerine değil ASFA'ya atfederek, sanki bu kuruluşu bir suç şebekesi, bir lobi şirketi, veya, hadi açıkça ifade edelim CIA'nin bir tetikçi örgütü haline getiriyor. Oysa AFSA'nın profesyonellikle ilişkisi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türk Tabibler Birliği (TTB) veya Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) profesyonellikle ilişkisinden farksız. Türkiye'de kurulmuş olsa, muhtemelen Kanarya Sevenler Derneği'yle aynı yasal statüde olacak, üyelerinin aidat ödediği bir kuruluş AFSA. Anlaşılıyor ki Oray Eğin, Ergenekon soruşturması ve davaları sürecinde iyice gördüğümüz üzere, Türkiye'deki bu adı "sivil" ama kendileri "derin" bağlantıları olan örgütlerle bir tutuyor AFSA'yı. Öyle ya, kim inanır Sinan Aygün'ün ATO'nun başına, Ankara'daki onbinlerce ticaret erbabının demokratik bir seçimle ortaya koydukları irade sonucu seçildiğine!
Türkçe'de "profesyonel"in yaygın olarak kullanıldığı bir başka kullanım daha var, o da "kiralık katil" veya "tetikçi," yani tam anlamıyla işine konsantre olan, işini yaparken duygularını hiçbir şekilde karıştırmayan kişi anlamında. Görüyorsunuz Oray Eğin ufak bir darbeyle AFSA'ya böylesi bir çağrışımı olan "profesyonel"liği yakıştırıyor, kafaları bulandırıyor.
Şimdi gelelim Eğin'in asıl fahiş çarpıtmasına. "Çongar'ın eşi Chris Mason'ın bir de unvanı var: FSO... Bu da 'Yabancı hizmet subayı' demek..." diyor Eğin. FSO, Foreign Service Officer'ın kısaltması. "Foreign Service"i "Yabancı hizmet" diye çevirmesi ayrı bir komedi, ama asıl skandal Eğin'in "officer"i gördüğü yerde hemen "subay"ı yapıştırması.
Demek ki Eğin hiç Amerika'da bulunmamış, Amerika merkezli hiçbir sivil toplum kuruluşuna veya "profesyonel" derneğe üye olmamış, bu konuda hiçbir şey bilmiyor. Hadi gazeteciyim diye geçiniyor, Amerikan gazetecilerinin örgütlerini bile bilmiyor Eğin. Yoksa, kısa adı ASNE olan American Society of Newspaper Editors'ün yöneticilerine "officers" dendiğini, benzeri bir sürü kuruluşun seçimle işbaşına gelen yöneticilerinin aynı şekilde "officer" olarak anıldığını bilirdi.
Hadi diyelim "officer"in bu anlamını bilmiyor, insan biraz düşünür, Amerikan şirketlerinin en tepesindeki yöneticiye verilen ve CEO diye kısaltılan "Chief Executive Officer" deyimindeki "officer"i aklına getirir de, "Ya acaba bu FSO'daki officer başka bir officer olmasın?" diyerekten kendini gazete köşelerinde rezil olmaktan kurtarır... Heyhat, Eğin'de bu hassasiyeti, okura saygıyı ara ki bulasın!
Halbuki "Foreign Service Officer" veya kısaca FSO'nun ne "yabancı hizmet"le ne de "subay"lıkla uzaktan yakından ilgisi yok. FSO'nun ne olduğunu öğrenmek için google'da ufacık bir araştırma, Wikipedia'daki FSO maddesini şöyle bir gözden geçirme yeterli olurdu. Öğreniyoruz ki FSO'nun bizdeki karşılığı basbayağı "hariciyeci" veya "diplomat"! "Türkiye'nin meşhur FSO'ları kimdir?" diye sorsanız ilk aklıma gelecek isimler, Şükrü Elekdağ, İnal Batu, Onur Öymen, Faruk Loğoğlu, Yalım Eralp olur. Bu isimlerin askerlikle, subaylıkla ne alakası var?! Pek tabii ki yok, işte FSO o derece askerlikle alakasız bir ünvan, bu kadar basit!
Eh, bir gazetede köşem olmadığı için güncel olayları Eğin kadar yakından(!) takip edemiyorum; bu yazıyı yazmam biraz gecikti. Bu arada Eğin, konuyla ilgili bir yazı daha kaleme aldı ve bu yazıda, Chris Mason'un gönderdiği, benim yukarıda FSO hakkında değindiğim hususları de içeren bir açıklamayı yayınladı. Eğin köşesinde Mason'un "Bununla birlikte 'Dışişleri Memuru' anlamına gelen 'Foreign Service Officer' kelimelerini akıl almaz bir biçimde tercüme ederek tamamen farklı bir anlamda yani yazınızda belirtildiği gibi 'Yabancı Hizmet Subayı' anlamında tercüme etmek suretiyle bu konu sanki üstü kapalı ve gizli bir şeymiş gibi yansıtılmakla, hakkımda şüpheye yol açmakta ve itibarımı zedelemektedir." cümlesine yer verdi, yani Eğin'in okurları, onun yaptığı bu fahiş hatayı okudular, bu konuda bilgilendiler.
Ha, hemen belirteyim, Chris Mason'un Dışişleri'nden önce bir askerlik geçmişi olmasının konumuzla uzaktan yakından ilgisi yok, çünkü konumuz Mason'un subay (kökenli) olup olmadığı değil, FSO'nun "yabancı hizmet subayı"(!) anlamına gelip gelmediği.
Böyle bir durumda, dürüst ve onurlu bir gazeteciye düşen şuydu: "Değerli okurlar, sayın Chris Mason ve Yasemin Çongar, ben büyük bir eşeklik etmişim. FSO'nun hariciyeci veya diplomat anlamına geldiğini araştırıp öğrenmem gerekirdi, ama bunu yapmadan FSO'yu "yabancı hizmet subayı" diye yanlış bir biçimde çevirmişim. Hepinizden özür diliyorum." Peki Eğin ne yaptı? Hiç bir şey!
Yüzsüzlüğün bu kadarına pes!
Neymiş efendim, Yasemin Çongar AFSA'ya bir makale yazmış, makalenin altında kısa CV'si yer alıyormuş, oraya kiminle evli olduğunu da yazmış. "Tabii AFSA'nın periyodik yayın oganına yazınca bu bir anlamda zorunluluk gibi." diyor Eğin. Neden bir zorunluluk olsun? Oray Eğin aklınca burada bilgiçlik taslıyor, "Yasemin Çongar eşinin kimliğini gizliyor, ama AFSA dergisine yazınca mecburen kocasının kimliğini açıklamak zorunda kaldı" demeye getiriyor. Eğin'in Amerikan kültürüne aşina olmadığının isbatı işte burada. Bir gazete veya dergi yazısını veya bir kitabı eline alan Amerikalılar "Kim bu yazar?" diye gayrı ihtiyari sorarlar, bu nedenle kitapların arka veya iç kapaklarında yazarın bir ufak resmi ve kısa bir tanıtım yazısı olur. Kimse bunu bir CV diye düşünmez, görmez. Burada illa medeni halinden söz edeceksin diye bir şart da yoktur, ama mesela, yazardan "Connecticut'taki çiftliğinde iki köpeği, üç atı ve beş ineğiyle birlikte yaşıyor" diye söz edildiğini görebilirsiniz. Oray Eğin'in saçmaladığını göstermek için fazla uzun boylu araştırmaya gerek yok, AFSA dergisinde Çongar'ın makalesinden bir önceki makalenin yazarının nasıl tanıtıldığına bakmak yeter: "Thomas Gorguissian muhalif Mısır gazetesi Al-Wafd'ın Washington temsilcisidir. Foreign Service Dergisi'nin Eylül 2000 sayısında Amerikan başkanlık seçimleri üzerine yazmıştı." Hani Gorguissian'ın medeni hali? Diyeceksiniz, "Ya adam evli değilse?" Peki o zaman AFSA'da yazıları çıkan ve haklarındaki tanıtım yazısında medeni halleri belirtilmeyen Khaled Abdulkareem, Matt Lussenhop veya Elise Labott'u ne yapıcaz? Bu kişiler de mi bekar? Uzatmaya gerek yok, Oray Eğin'in bilgiçlik taslarken saçmaladığı anlaşılmıştır sanırım.
Diğer bir nokta, Oray Eğin'in Yasemin Çongar bu makalesini sanki son birkaç ay içinde yayınlamış da Eğin bu makaleyi ortaya çıkarmış gibi sunması. Oysa makale Nisan 2002 tarihli Foreign Service Journal dergisinde yayınlanmış. Çongar, Taraf gazetesinde çalışmaya başlamadan önce Washington'daki en önemli Türk gazetecisi olarak bilinen, tanınan bir yazardı.
Değinmek istediğim üçüncü nokta, Oray Eğin'in yazısında AFSA'yı tanıtırken kullandığı ifadede yer alan minik ama etkili psikolojik harekat çarpıtması. AFSA'yı Eğin şöyle açıklıyor: "Amerikan Dışişleri'nde ya da yurtdışı görevlerinde bulunmuş kişilerin haklarını koruyan, hatta devletle onlar adına pazarlık yapan profesyonel bir kuruluş." AFSA'nın ne olduğunu bir de kendi web sitesinden okuyalım ve Eğin'in ifadelerinin kaynağını görelim: "The American Foreign Service Association (AFSA), established in 1924, is the professional association of the United States Foreign Service." Bu cümleyi ben şöyle çevirirdim: "1924'te kurulan Amerikan Hariciye Mensupları Birliği (AFSA), Birleşik Devletler Hariciyesi mensuplarının mesleki birliğidir." "United States Foreign Service" deyimiyle neyin kastedildiğini ilgili Wikipedia makalesinden daha ayrıntılı okuyabilirsiniz, geçiyorum.
Buradaki kritik kelime, "profesyonel." Türkçe'de en çok, futbolcuların kulüplerinden maddi gerekçelerle ayrılırken kullandıkları "Sonuçta ben profesyonelim" sözündeki "profesyonel" ile kastettikleri, tam da bu ifadenin hemen ardından gelen "bu işten ekmek yiyorum" açıklamasında gizli: Profesyonel, yaptığı iş karşılığında bir ücret alan kişidir. Bu tanıma göre Oray Eğin de bir profesyonel, Arda Turan da, köşedeki simitçi de, Yasemin Çongar'ın eşi de. Bu durumda, Çongar'ın makalesinin yayınlandığı dergiyi çıkaran AFSA'nın kendisi değil, üyeleri profesyonel, yani iş, güç sahibi meslek erbabı oluyorlar. Ama Oray Eğin "profesyonel"liği, ASFA üyelerine değil ASFA'ya atfederek, sanki bu kuruluşu bir suç şebekesi, bir lobi şirketi, veya, hadi açıkça ifade edelim CIA'nin bir tetikçi örgütü haline getiriyor. Oysa AFSA'nın profesyonellikle ilişkisi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türk Tabibler Birliği (TTB) veya Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) profesyonellikle ilişkisinden farksız. Türkiye'de kurulmuş olsa, muhtemelen Kanarya Sevenler Derneği'yle aynı yasal statüde olacak, üyelerinin aidat ödediği bir kuruluş AFSA. Anlaşılıyor ki Oray Eğin, Ergenekon soruşturması ve davaları sürecinde iyice gördüğümüz üzere, Türkiye'deki bu adı "sivil" ama kendileri "derin" bağlantıları olan örgütlerle bir tutuyor AFSA'yı. Öyle ya, kim inanır Sinan Aygün'ün ATO'nun başına, Ankara'daki onbinlerce ticaret erbabının demokratik bir seçimle ortaya koydukları irade sonucu seçildiğine!
Türkçe'de "profesyonel"in yaygın olarak kullanıldığı bir başka kullanım daha var, o da "kiralık katil" veya "tetikçi," yani tam anlamıyla işine konsantre olan, işini yaparken duygularını hiçbir şekilde karıştırmayan kişi anlamında. Görüyorsunuz Oray Eğin ufak bir darbeyle AFSA'ya böylesi bir çağrışımı olan "profesyonel"liği yakıştırıyor, kafaları bulandırıyor.
Şimdi gelelim Eğin'in asıl fahiş çarpıtmasına. "Çongar'ın eşi Chris Mason'ın bir de unvanı var: FSO... Bu da 'Yabancı hizmet subayı' demek..." diyor Eğin. FSO, Foreign Service Officer'ın kısaltması. "Foreign Service"i "Yabancı hizmet" diye çevirmesi ayrı bir komedi, ama asıl skandal Eğin'in "officer"i gördüğü yerde hemen "subay"ı yapıştırması.
Demek ki Eğin hiç Amerika'da bulunmamış, Amerika merkezli hiçbir sivil toplum kuruluşuna veya "profesyonel" derneğe üye olmamış, bu konuda hiçbir şey bilmiyor. Hadi gazeteciyim diye geçiniyor, Amerikan gazetecilerinin örgütlerini bile bilmiyor Eğin. Yoksa, kısa adı ASNE olan American Society of Newspaper Editors'ün yöneticilerine "officers" dendiğini, benzeri bir sürü kuruluşun seçimle işbaşına gelen yöneticilerinin aynı şekilde "officer" olarak anıldığını bilirdi.
Hadi diyelim "officer"in bu anlamını bilmiyor, insan biraz düşünür, Amerikan şirketlerinin en tepesindeki yöneticiye verilen ve CEO diye kısaltılan "Chief Executive Officer" deyimindeki "officer"i aklına getirir de, "Ya acaba bu FSO'daki officer başka bir officer olmasın?" diyerekten kendini gazete köşelerinde rezil olmaktan kurtarır... Heyhat, Eğin'de bu hassasiyeti, okura saygıyı ara ki bulasın!
Halbuki "Foreign Service Officer" veya kısaca FSO'nun ne "yabancı hizmet"le ne de "subay"lıkla uzaktan yakından ilgisi yok. FSO'nun ne olduğunu öğrenmek için google'da ufacık bir araştırma, Wikipedia'daki FSO maddesini şöyle bir gözden geçirme yeterli olurdu. Öğreniyoruz ki FSO'nun bizdeki karşılığı basbayağı "hariciyeci" veya "diplomat"! "Türkiye'nin meşhur FSO'ları kimdir?" diye sorsanız ilk aklıma gelecek isimler, Şükrü Elekdağ, İnal Batu, Onur Öymen, Faruk Loğoğlu, Yalım Eralp olur. Bu isimlerin askerlikle, subaylıkla ne alakası var?! Pek tabii ki yok, işte FSO o derece askerlikle alakasız bir ünvan, bu kadar basit!
Eh, bir gazetede köşem olmadığı için güncel olayları Eğin kadar yakından(!) takip edemiyorum; bu yazıyı yazmam biraz gecikti. Bu arada Eğin, konuyla ilgili bir yazı daha kaleme aldı ve bu yazıda, Chris Mason'un gönderdiği, benim yukarıda FSO hakkında değindiğim hususları de içeren bir açıklamayı yayınladı. Eğin köşesinde Mason'un "Bununla birlikte 'Dışişleri Memuru' anlamına gelen 'Foreign Service Officer' kelimelerini akıl almaz bir biçimde tercüme ederek tamamen farklı bir anlamda yani yazınızda belirtildiği gibi 'Yabancı Hizmet Subayı' anlamında tercüme etmek suretiyle bu konu sanki üstü kapalı ve gizli bir şeymiş gibi yansıtılmakla, hakkımda şüpheye yol açmakta ve itibarımı zedelemektedir." cümlesine yer verdi, yani Eğin'in okurları, onun yaptığı bu fahiş hatayı okudular, bu konuda bilgilendiler.
Ha, hemen belirteyim, Chris Mason'un Dışişleri'nden önce bir askerlik geçmişi olmasının konumuzla uzaktan yakından ilgisi yok, çünkü konumuz Mason'un subay (kökenli) olup olmadığı değil, FSO'nun "yabancı hizmet subayı"(!) anlamına gelip gelmediği.
Böyle bir durumda, dürüst ve onurlu bir gazeteciye düşen şuydu: "Değerli okurlar, sayın Chris Mason ve Yasemin Çongar, ben büyük bir eşeklik etmişim. FSO'nun hariciyeci veya diplomat anlamına geldiğini araştırıp öğrenmem gerekirdi, ama bunu yapmadan FSO'yu "yabancı hizmet subayı" diye yanlış bir biçimde çevirmişim. Hepinizden özür diliyorum." Peki Eğin ne yaptı? Hiç bir şey!
Yüzsüzlüğün bu kadarına pes!
7 Haziran 2008 Cumartesi
Tartışmanın vakti gelmiştir: TBMM Anayasa Mahkemesi'ni kapatsın, yerine Anayasa Yüksek Mahkemesi'ni açsın!
[Bu yazı, 22 Mayıs 2008 tarihinde, Yargıtay bildirisinin ardından, Anayasa Mahkemesi'nin 5 Haziran 2008 kararından önce yazıldı.]
Ak Parti'ye açılan kapatma davası ve ardından yaşanan siyasi gelişmeleri üzüntüyle izliyorum. Tam 2007 Nisan'ında yaşanan e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı skandallarının kabusundan 22 Temmuz seçimleriyle uyandığımızı sanmıştık, bu sefer Doğan grubu medyasının Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına karşı yürüttüğü psikolojik harekata takıldık. Tam Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bir normalleşme atmosferine gireriz diye bekliyorduk, bu sefer başörtüsüyle ilgili anayasa değişiklikleri hakkında açılan iptal davası ve üniversitelerdeki keyfi ve yasakçı uygulamalar, ardından Ak Parti'ye açılan kapatma davası bozdu moralimizi. Bu kadar kötü hazırlanmış bir iddianame, böyle siyasi bir dava, yargının bu denli haddini aşması, Ak Parti'yi ve Erdoğan'ı bitirme adına Türkiye'nin bu denli pervasızca bir kaos ortamına sürüklenmesi... Bunları aklım almıyor. Bu yola girenlerin ülkeye ne büyük bir ihanet içinde olduklarını nasıl göremediklerini anlayamıyorum. Şimdi de yüksek yargının bildirileri çıktı.
Asker üzerinden sonuca gidemeyen karanlık çevrelerin şimdi de yargı yoluyla rejimi dinamitlediklerini görüyoruz. Dikkatimi ilk defa, Avrupa Komisyonu'nun 2004 yılı Türkiye ilerleme raporunu okuduğumda çekmişti, o zaman "bu yargıyla AB yolunda daha çok işimiz var, hadi siyasetçiler er ya da geç, AB yolunda ilerleyen bir Türkiye'de işlerin al takke ver külah şeklinde yürüyemeyeceğini görürler veya görecekler, ama Avrupa'dan, dünyadan bihaber yargımızı nasıl adam edeceğiz?" diye düşünmüştüm. Daha önceleri, adli yıl açılışlarında yapılan kimi konuşmalarda, yüksek yargı üyelerinin, Barolar Birliği çevresindeki kimi avukatların Anıtkabir'e cüppeleriyle çıkıp bütün olarak siyaset mekanizmasını şikayetlerini gördüğüm zaman, "Canım bırakalım, adamlar fikirlerini ifade etsinler, deşarj olsunlar, ne zararı var?" diye düşünürdüm çoğu zaman. Ama, Ak Parti'ye kapatma davası açmak gibi pervasız bir adımı atacaklarını hiç tahmin edemezdim. Adını koyalım: ciddi bir yargı sorunumuz var ve orta vadede çözümü çok zor bir sorun bu.
Bu arada, 2000 yılında mecliste Sadi Somuncuoğlu gibi siyasi çizgisi herkesin malumu olan bir ismi seçmek yerine Ahmet Necdet Sezer gibi ne idüğü belirsiz bir silik devlet memurunu cumhurbaşkanlığına getiren siyasetçilerin, başta kendi ikbali için 5+5 için bile milletvekillerine baskı yapan Erbakan olmak üzere, ne vahim bir hata yaptıklarını görmeliyiz. Bugünkü Anayasa Mahkemesi kompozisyonu, Sezer'in eseridir. Osman Paksüt, Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği'ni yapmış bir diplomattı. Bu adamın bir hakimlik geçmişi yok, hukuk üzerine basılı bir kitabı, bir hukuk adamı kimliği yok. Hukuk Fakültesi mezunu diye 2003'te Irak'a gönderilecek kadar dışişleri bürokrasisinin göbeğine girmiş bir adamın Anayasa Mahkemesi'ne nasıl olup da üye seçilebildiğini ve başkanvekilliğine kadar yükselebildiğini aklım hafsalam almıyor. Böyle bir mahkemeye nasıl saygı duyabilirim? "Canım olan oldu, artık 2000 yılındaki hesapların ne önemi var?" demeyelim, bundan sonra gözümüzü açık tutalım. Sezer olayından çıkarmamız gereken ders, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması gerektiğiydi, ama hala Abdullah Gül yerine etkisiz, silik bir ismin neden cumhurbaşkanı yapılmadığı konu edilebiliyor. Bugün Sezer tıynetli birisi cumhurbaşkanı olsaydı yaşayacağımız kaosun çok daha ağır olacağı açıkça ortadadır. En azından, "Ak Parti kapatıldıktan ve Erdoğan'a yasak geldikten sonra, Erdoğan bağımsız milletvekili olsa bile, cumhurbaşkanın ona hükümeti kurma görevi vereceği ne malum?" gibi bir saçma sapan, ülkeye hiçbir fayda getirmeyecek, ihanet kokan bir soru karşısında içimiz rahat, çünkü Çankaya'da Gül oturuyor. Orada Nimet Çubukçu, Hilmi Özkök veya sarışın güzel bir kadın otursaydı, bir de milli iradeye karşı kurulacak bu tip komplolarla uğraşmamız gerekecekti.
Hükümetin sergilediği "Bekle, gör" politikası gütmesi, kurbanlık koyun gibi boynunu bükerek Anayasa Mahkemesi kararını tevekkülle beklemesi beni üzüyor, çünkü bu şekilde aşağılanan ve etkisizleştirilen, aslında hükümet değil, bütün bir Türkiye, Türkiye'de seçimle tecelli eden milli irade. Hükümet parti kapatma gibi siyasi bir kararı hakimlerin elinden alan ve Ak Parti'nin kapatılması yönündeki senaryoları kesin olarak bitiren bir anayasa değişikliğini veya sonbaharda üstünde o kadar fırtına kopartılan sivil anayasa taslağını derhal referanduma sunmalıydı. Bunu yapamıyorduysa, istifa edip acilen erken seçime gitmeli, kendisine kurulan komployu seçim sandığında parçalamalıydı. Erdoğan'ın bu yola neden gitmediğini anlamıyorum. Ölümle veya şeref ve haysiyetini beş paralık edecek bir şantajla mı tehdit edildi, bilemiyorum. Belki de büyük bir fedakarlık yaptığını düşünerek böyle davranıyor. Ama her hal ve şartta, özgürlük alanını genişletecek bir hamle yapması, bütün fedakarlığını bu hamleye hasretmesi gerekirdi.
Ak Parti'nin kapatılmasını isteyen çevreler ve yüksek yargı tarafından, Ak Parti'ye açılan kapatma davasına, iddianameye ve genel olarak yüksek yargıya getirilen eleştirilere gösterilen tepkileri haksız ve ahlaksız buluyorum. Yargı kararlarına saygı duyarım ve uygulanmalarına sonuna kadar varım, ama bu kararların eleştirilemeyeceğini kabul edemem. Hele Yargıtay'ın, başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğine karşı çıkmasına ve kendini yasama organının yerine koymaya çalışmasına, çok daha üst perdeden tepki gösterilmesi gerekiyor.
Evet, artık "TBMM Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay'ı kapatabilir mi?"yi konuşmamızın vakti gelmiştir. "Ak Parti kapatılır, Erdoğan'a yasak gelirse, yeni parti kurulur, Erdoğan bağımsız milletvekili olarak meclise girer ve hükümeti kurar" gibi abuk sabuk, akla mantığa ziyan senaryoları konuşmak yerine, şu senaryoyu konuşmak çok daha sağlıklıdır:
"Meclis derhal toplansın, Anayasa Mahkemesi'yle ilgili anayasa maddelerini iptal etsin, "Anayasa Mahkemesi kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bütün üyeleri emekliye sevkedilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi'nde görüşülmekte olan bütün davalar Anayasa Yüksek Mahkemesi'ne devredilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi'nin üyeleri meclis tarafından şöyle seçilir, görev ve yetkileri şunlardır" diye bir anaysa değişikliği yapılsın"
Dikkat edin, "Meclis yüksek yargı organlarını kapatsın" demiyorum, şu anda böyle bir pozisyonu da savunmuyorum. Tartışma, meclisin böyle bir gücü ve yetkisinin olup olmadığıdır. Benim bu konudaki cevabım ise kesin ve net: Evet, meclisin Anayasa Mahkemesi'ni kapatmaya hem gücü hem de yetkisi vardır!
Bütün bu tartışmalarda Adnan Menderes'in 1960 öncesinde meclise hitaben söylediği "Siz dilerseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" sözünün niye yer almadığını da anlamıyorum. Adnan Menderes bu sözüyle şüphesiz meclise hilafeti geri getirme çağrısı yapmıyordu. Sadece meclisin neye muktedir olduğunu vurguluyordu, ama bu cesaretinin bedelini darağacında sallanarak ödedi. Türkiye'deki vesayet rejimini sona erdirmek için mücadeleye, demokrasi şehidi Adnan Menderes'in bıraktığı noktadan devam etmemiz lazım. Evet, TBMM dilerse hilafeti bile geri getirebilir, Anayasa Mahkemesi'ni bugün kapatır, yarın Anayasa Yüksek Mahkemesi diye yepyeni bir mahkeme yaratır! Yargıtay'ı bugün lağveder, yerine Yüksek Yargıtay'ı kurar. Danıştay'ı kapatır, Yüksek Danıştay'ı açar. Pervez Müşerref bunu Pakistan'da yaptı, ama Müşerref askeri darbeyle işbaşına gelmiş bir despottu. Pervez Müşerref yaparsa yargıya müdahale olur, kabul edilemez, ama TBMM yaparsa olmaz! Ben böyle düşünüyorum, ama görüldüğü üzere Pervez Müşerref hala iktidarda ve yaptığı yanına kar kaldı. Ama biz, TBMM anayasa değişikliği yapabilir mi, Anayasa Mahkemesi bu değişikliği iptal edebilir mi, bunları tartışıyoruz. Yani Pervez Müşerref yapıyor, TBMM yapamıyor. Yazık!
Dediğim gibi, Türkiye'nin yargı sorunu çok büyük bir sorundur ve büyük sorunlar büyük çözümlere ihtiyaç duyarlar. Yine yakın tarihimize bakalım ve 1933 üniversite reformunu hatırlayalım. 1933 yılında, İstanbul Darülfünunu'nun Türk İnkılabı'na ayak uyduramadığı görülünce, tam bir "Aç-Kapa!" daha doğrusu "Kapa-Aç" operasyonu yapılmıştı. Darülfunun kapatıldı, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu arada, tek tek atmakla başedilemeyecek bir sürü darülfunun hocasının da işine son verilmiş oldu. Görüldüğü üzere, inkılap işi tereddüde, yalpalamaya mahal vermiyor.
Türkiye'de siyasi tartışmaları, siyasetçilerin kelleleri üstünde kapatma davaları ve siyasi yasakların sallandırılması söyleminden acilen kurtarmalıyız. Medyaya, bürokrasi aygıtına, yüksek yargıya, askere ve kendini milli iradenin üstünde ve ülkenin gerçek sahibi olarak gören her türlü güç odağına hadlerini bildirmeliyiz. Seçimden seçime oylarıyla konuşan seçmenin karşısına böyle müstehzi bildirilerle çıkanlarla konuşmanın yolu, alttan almak değil, yüce meclisin yüceliğini hatırlatmaktır.
Ak Parti'ye açılan kapatma davası ve ardından yaşanan siyasi gelişmeleri üzüntüyle izliyorum. Tam 2007 Nisan'ında yaşanan e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı skandallarının kabusundan 22 Temmuz seçimleriyle uyandığımızı sanmıştık, bu sefer Doğan grubu medyasının Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına karşı yürüttüğü psikolojik harekata takıldık. Tam Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bir normalleşme atmosferine gireriz diye bekliyorduk, bu sefer başörtüsüyle ilgili anayasa değişiklikleri hakkında açılan iptal davası ve üniversitelerdeki keyfi ve yasakçı uygulamalar, ardından Ak Parti'ye açılan kapatma davası bozdu moralimizi. Bu kadar kötü hazırlanmış bir iddianame, böyle siyasi bir dava, yargının bu denli haddini aşması, Ak Parti'yi ve Erdoğan'ı bitirme adına Türkiye'nin bu denli pervasızca bir kaos ortamına sürüklenmesi... Bunları aklım almıyor. Bu yola girenlerin ülkeye ne büyük bir ihanet içinde olduklarını nasıl göremediklerini anlayamıyorum. Şimdi de yüksek yargının bildirileri çıktı.
Asker üzerinden sonuca gidemeyen karanlık çevrelerin şimdi de yargı yoluyla rejimi dinamitlediklerini görüyoruz. Dikkatimi ilk defa, Avrupa Komisyonu'nun 2004 yılı Türkiye ilerleme raporunu okuduğumda çekmişti, o zaman "bu yargıyla AB yolunda daha çok işimiz var, hadi siyasetçiler er ya da geç, AB yolunda ilerleyen bir Türkiye'de işlerin al takke ver külah şeklinde yürüyemeyeceğini görürler veya görecekler, ama Avrupa'dan, dünyadan bihaber yargımızı nasıl adam edeceğiz?" diye düşünmüştüm. Daha önceleri, adli yıl açılışlarında yapılan kimi konuşmalarda, yüksek yargı üyelerinin, Barolar Birliği çevresindeki kimi avukatların Anıtkabir'e cüppeleriyle çıkıp bütün olarak siyaset mekanizmasını şikayetlerini gördüğüm zaman, "Canım bırakalım, adamlar fikirlerini ifade etsinler, deşarj olsunlar, ne zararı var?" diye düşünürdüm çoğu zaman. Ama, Ak Parti'ye kapatma davası açmak gibi pervasız bir adımı atacaklarını hiç tahmin edemezdim. Adını koyalım: ciddi bir yargı sorunumuz var ve orta vadede çözümü çok zor bir sorun bu.
Bu arada, 2000 yılında mecliste Sadi Somuncuoğlu gibi siyasi çizgisi herkesin malumu olan bir ismi seçmek yerine Ahmet Necdet Sezer gibi ne idüğü belirsiz bir silik devlet memurunu cumhurbaşkanlığına getiren siyasetçilerin, başta kendi ikbali için 5+5 için bile milletvekillerine baskı yapan Erbakan olmak üzere, ne vahim bir hata yaptıklarını görmeliyiz. Bugünkü Anayasa Mahkemesi kompozisyonu, Sezer'in eseridir. Osman Paksüt, Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği'ni yapmış bir diplomattı. Bu adamın bir hakimlik geçmişi yok, hukuk üzerine basılı bir kitabı, bir hukuk adamı kimliği yok. Hukuk Fakültesi mezunu diye 2003'te Irak'a gönderilecek kadar dışişleri bürokrasisinin göbeğine girmiş bir adamın Anayasa Mahkemesi'ne nasıl olup da üye seçilebildiğini ve başkanvekilliğine kadar yükselebildiğini aklım hafsalam almıyor. Böyle bir mahkemeye nasıl saygı duyabilirim? "Canım olan oldu, artık 2000 yılındaki hesapların ne önemi var?" demeyelim, bundan sonra gözümüzü açık tutalım. Sezer olayından çıkarmamız gereken ders, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması gerektiğiydi, ama hala Abdullah Gül yerine etkisiz, silik bir ismin neden cumhurbaşkanı yapılmadığı konu edilebiliyor. Bugün Sezer tıynetli birisi cumhurbaşkanı olsaydı yaşayacağımız kaosun çok daha ağır olacağı açıkça ortadadır. En azından, "Ak Parti kapatıldıktan ve Erdoğan'a yasak geldikten sonra, Erdoğan bağımsız milletvekili olsa bile, cumhurbaşkanın ona hükümeti kurma görevi vereceği ne malum?" gibi bir saçma sapan, ülkeye hiçbir fayda getirmeyecek, ihanet kokan bir soru karşısında içimiz rahat, çünkü Çankaya'da Gül oturuyor. Orada Nimet Çubukçu, Hilmi Özkök veya sarışın güzel bir kadın otursaydı, bir de milli iradeye karşı kurulacak bu tip komplolarla uğraşmamız gerekecekti.
Hükümetin sergilediği "Bekle, gör" politikası gütmesi, kurbanlık koyun gibi boynunu bükerek Anayasa Mahkemesi kararını tevekkülle beklemesi beni üzüyor, çünkü bu şekilde aşağılanan ve etkisizleştirilen, aslında hükümet değil, bütün bir Türkiye, Türkiye'de seçimle tecelli eden milli irade. Hükümet parti kapatma gibi siyasi bir kararı hakimlerin elinden alan ve Ak Parti'nin kapatılması yönündeki senaryoları kesin olarak bitiren bir anayasa değişikliğini veya sonbaharda üstünde o kadar fırtına kopartılan sivil anayasa taslağını derhal referanduma sunmalıydı. Bunu yapamıyorduysa, istifa edip acilen erken seçime gitmeli, kendisine kurulan komployu seçim sandığında parçalamalıydı. Erdoğan'ın bu yola neden gitmediğini anlamıyorum. Ölümle veya şeref ve haysiyetini beş paralık edecek bir şantajla mı tehdit edildi, bilemiyorum. Belki de büyük bir fedakarlık yaptığını düşünerek böyle davranıyor. Ama her hal ve şartta, özgürlük alanını genişletecek bir hamle yapması, bütün fedakarlığını bu hamleye hasretmesi gerekirdi.
Ak Parti'nin kapatılmasını isteyen çevreler ve yüksek yargı tarafından, Ak Parti'ye açılan kapatma davasına, iddianameye ve genel olarak yüksek yargıya getirilen eleştirilere gösterilen tepkileri haksız ve ahlaksız buluyorum. Yargı kararlarına saygı duyarım ve uygulanmalarına sonuna kadar varım, ama bu kararların eleştirilemeyeceğini kabul edemem. Hele Yargıtay'ın, başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğine karşı çıkmasına ve kendini yasama organının yerine koymaya çalışmasına, çok daha üst perdeden tepki gösterilmesi gerekiyor.
Evet, artık "TBMM Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay'ı kapatabilir mi?"yi konuşmamızın vakti gelmiştir. "Ak Parti kapatılır, Erdoğan'a yasak gelirse, yeni parti kurulur, Erdoğan bağımsız milletvekili olarak meclise girer ve hükümeti kurar" gibi abuk sabuk, akla mantığa ziyan senaryoları konuşmak yerine, şu senaryoyu konuşmak çok daha sağlıklıdır:
"Meclis derhal toplansın, Anayasa Mahkemesi'yle ilgili anayasa maddelerini iptal etsin, "Anayasa Mahkemesi kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bütün üyeleri emekliye sevkedilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi'nde görüşülmekte olan bütün davalar Anayasa Yüksek Mahkemesi'ne devredilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi'nin üyeleri meclis tarafından şöyle seçilir, görev ve yetkileri şunlardır" diye bir anaysa değişikliği yapılsın"
Dikkat edin, "Meclis yüksek yargı organlarını kapatsın" demiyorum, şu anda böyle bir pozisyonu da savunmuyorum. Tartışma, meclisin böyle bir gücü ve yetkisinin olup olmadığıdır. Benim bu konudaki cevabım ise kesin ve net: Evet, meclisin Anayasa Mahkemesi'ni kapatmaya hem gücü hem de yetkisi vardır!
Bütün bu tartışmalarda Adnan Menderes'in 1960 öncesinde meclise hitaben söylediği "Siz dilerseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" sözünün niye yer almadığını da anlamıyorum. Adnan Menderes bu sözüyle şüphesiz meclise hilafeti geri getirme çağrısı yapmıyordu. Sadece meclisin neye muktedir olduğunu vurguluyordu, ama bu cesaretinin bedelini darağacında sallanarak ödedi. Türkiye'deki vesayet rejimini sona erdirmek için mücadeleye, demokrasi şehidi Adnan Menderes'in bıraktığı noktadan devam etmemiz lazım. Evet, TBMM dilerse hilafeti bile geri getirebilir, Anayasa Mahkemesi'ni bugün kapatır, yarın Anayasa Yüksek Mahkemesi diye yepyeni bir mahkeme yaratır! Yargıtay'ı bugün lağveder, yerine Yüksek Yargıtay'ı kurar. Danıştay'ı kapatır, Yüksek Danıştay'ı açar. Pervez Müşerref bunu Pakistan'da yaptı, ama Müşerref askeri darbeyle işbaşına gelmiş bir despottu. Pervez Müşerref yaparsa yargıya müdahale olur, kabul edilemez, ama TBMM yaparsa olmaz! Ben böyle düşünüyorum, ama görüldüğü üzere Pervez Müşerref hala iktidarda ve yaptığı yanına kar kaldı. Ama biz, TBMM anayasa değişikliği yapabilir mi, Anayasa Mahkemesi bu değişikliği iptal edebilir mi, bunları tartışıyoruz. Yani Pervez Müşerref yapıyor, TBMM yapamıyor. Yazık!
Dediğim gibi, Türkiye'nin yargı sorunu çok büyük bir sorundur ve büyük sorunlar büyük çözümlere ihtiyaç duyarlar. Yine yakın tarihimize bakalım ve 1933 üniversite reformunu hatırlayalım. 1933 yılında, İstanbul Darülfünunu'nun Türk İnkılabı'na ayak uyduramadığı görülünce, tam bir "Aç-Kapa!" daha doğrusu "Kapa-Aç" operasyonu yapılmıştı. Darülfunun kapatıldı, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu arada, tek tek atmakla başedilemeyecek bir sürü darülfunun hocasının da işine son verilmiş oldu. Görüldüğü üzere, inkılap işi tereddüde, yalpalamaya mahal vermiyor.
Türkiye'de siyasi tartışmaları, siyasetçilerin kelleleri üstünde kapatma davaları ve siyasi yasakların sallandırılması söyleminden acilen kurtarmalıyız. Medyaya, bürokrasi aygıtına, yüksek yargıya, askere ve kendini milli iradenin üstünde ve ülkenin gerçek sahibi olarak gören her türlü güç odağına hadlerini bildirmeliyiz. Seçimden seçime oylarıyla konuşan seçmenin karşısına böyle müstehzi bildirilerle çıkanlarla konuşmanın yolu, alttan almak değil, yüce meclisin yüceliğini hatırlatmaktır.
2 Aralık 2007 Pazar
Dikkatimi çeken birkaç haber
Bir ay kadar önce The Times'da okumuştum, Sam Shuster adlı bir dermatologun yayınladığı bir bilimsel makalede Karl Marx'ın, şiddetli psikolojik etkileri olabilen bir cilt hastalığı şikayeti olduğu ileri sürülüyormuş.
Shuster, Marx'ın yazıları ve mektuplarında değişik tarihlerde verdiği bilgilerden hareketle Marx'ın hidradenitis suppurativa adlı bir cilt rahatsızlığı olduğunu tespit etmiş. Bu hastalığa yakalananlar öfke nöbetlerine kapılır, görünüşleri olumsuz etkilendiği için kendilerine saygıları azalır, moralleri bozulur ve kendilerinden nefret etmeye başlarlamış. İlginçtir ki bu hastalık daha 1839'da bir Fransız doktoru tarafından tespit edilmiş, ama İngiltere'de bilinmiyormuş, dolayısıyla Marx'a doğru teşhis hiçbir zaman konulamamış. Kendi iç dünyasında yaşadığı çalkantılar, gerilimler Marx'ı insanlık tarihini bir sınıf mücadelesi olarak görmeye daha bir itmiş, burjuvaziye duyduğu nefreti keskinleştirmiş olabilir. Kaderin şu cilvesine bakın ki, eğer bu hastalığı teşhis ve tedavi edilmiş olsaydı, belki Marx bildiğimiz Marx olmayacak, Kapital'i yazmayacaktı. Kimbilir?
İlgimi çeken diğer bir haber, Amerikan ABC kanalının web sitesinde, İsrail'in son Suriye saldırısıyla ilgili. Bu haber, İsrail'in uydu ve havadan gözetleme teknolojilerinde geldiği son noktalar hakkında başka kaynaklarda ulaşılmasının zor olduğunu düşündüğüm teknik bilgiler veriyor.
Son olarak, geçenlerde İngilizce Zaman'da rastladığım bir haber ise beni endişeye sevketti. Kudüs'ten verdiği haberlerle tanıdığım Ayşe Karabat bu kez, "İlk kurşun" şehri Ayvalık'tan haber veriyor. Kimi Ayvalık'a yıllar önce yerleşmiş, kimi yakın zamanlarda gelmiş, Ayvalık'ta iş tutmuş Kürt vatandaşlarımıza yönelik örtülü boykot ve ufak çaplı da olsa bazı saldırılar olduğunu yazıyor Karabat. Bu haber Zaman'ın Türkçe baskısında yer alıyor mu diye baktım ama göremedim. Bizleri güneydoğu'da verdiğimiz şehitler kadar üzüntü ve endişeye sevketmesi gereken bir haber bu.
Shuster, Marx'ın yazıları ve mektuplarında değişik tarihlerde verdiği bilgilerden hareketle Marx'ın hidradenitis suppurativa adlı bir cilt rahatsızlığı olduğunu tespit etmiş. Bu hastalığa yakalananlar öfke nöbetlerine kapılır, görünüşleri olumsuz etkilendiği için kendilerine saygıları azalır, moralleri bozulur ve kendilerinden nefret etmeye başlarlamış. İlginçtir ki bu hastalık daha 1839'da bir Fransız doktoru tarafından tespit edilmiş, ama İngiltere'de bilinmiyormuş, dolayısıyla Marx'a doğru teşhis hiçbir zaman konulamamış. Kendi iç dünyasında yaşadığı çalkantılar, gerilimler Marx'ı insanlık tarihini bir sınıf mücadelesi olarak görmeye daha bir itmiş, burjuvaziye duyduğu nefreti keskinleştirmiş olabilir. Kaderin şu cilvesine bakın ki, eğer bu hastalığı teşhis ve tedavi edilmiş olsaydı, belki Marx bildiğimiz Marx olmayacak, Kapital'i yazmayacaktı. Kimbilir?
İlgimi çeken diğer bir haber, Amerikan ABC kanalının web sitesinde, İsrail'in son Suriye saldırısıyla ilgili. Bu haber, İsrail'in uydu ve havadan gözetleme teknolojilerinde geldiği son noktalar hakkında başka kaynaklarda ulaşılmasının zor olduğunu düşündüğüm teknik bilgiler veriyor.
Son olarak, geçenlerde İngilizce Zaman'da rastladığım bir haber ise beni endişeye sevketti. Kudüs'ten verdiği haberlerle tanıdığım Ayşe Karabat bu kez, "İlk kurşun" şehri Ayvalık'tan haber veriyor. Kimi Ayvalık'a yıllar önce yerleşmiş, kimi yakın zamanlarda gelmiş, Ayvalık'ta iş tutmuş Kürt vatandaşlarımıza yönelik örtülü boykot ve ufak çaplı da olsa bazı saldırılar olduğunu yazıyor Karabat. Bu haber Zaman'ın Türkçe baskısında yer alıyor mu diye baktım ama göremedim. Bizleri güneydoğu'da verdiğimiz şehitler kadar üzüntü ve endişeye sevketmesi gereken bir haber bu.
15 Kasım 2007 Perşembe
Pakistan üzerine bir haberden yola çıkarak bir medya taraması
Pazar günkü Zaman gazetesini internetten okurken, Pervez Müşerref ile Benazir Butto arasında, babaları üzerinden kurulan ilginç bir ilişkiye yer veren haber dikkatimi çekti.
Haber, "Cumali Önal/İslamabad" imzasını taşıyordu ve Zaman'ın İslamabad muhabiri tarafından, bir ajansa dayandırılmadan yapılmış özgün bir haber olarak görünüyordu. Haberi ilginç kılan ayrıntı ise, Pakistan'ın Urduca yayınlanan en büyük gazetesi Ceng'deki bir habere dayanıyor; bu haberde ise Benazir'in babası Zülfikar Ali Butto, Pervez'in babası Seyyid Müşerrefüddin'i Dışişleri Bakanlığı'ndan attığı bilgisine yer veriliyor. İkili arasındaki ilişkiyi babalarına kadar götüren ilginç bir ayrıntı.
Ancak haber, daha sonra Türk medyasında neredeyse hiç görmediğimiz, oysa Pakistan'ı anlamak için son derece önemli bir ayrıntı olan Pakistan'ın çok parçalı etnik yapısına ışık tutuyor. 1948'de Pakistan kurulurken bugünkü Hindistan topraklarında yaşayan milyonlarca Müslüman'ın yollara dökülmesi, bunlardan onbinlerce, hatta yüzbinlercesinin yollarda telef olmasının ardından Pakistan'a ulaşanların "muhacir" olarak adlandırılmaları... İşte Pakistan'ın resmi dili Urducayı konuşan asıl insanlar bu muhacirler. Ancak muhacirler elbette boş bir araziye gelmiyorlar. Güneyde Karaçi kenti civarında Sind eyaletinde Sindi konuşanlar, batıda Belucistan eyaletindeki Beluciler, doğuda Pencablılar, kuzey-kuzeybatıda Afgan sınırıboyunca uzanan bölgede Peştun ve diğer yerel dilleri konuşan ahali, kuzeydoğuda ise Azad Keşmir... Cumali Önal'ın haberinde Müşerref'in "Hindistan göçmeni bir ailenin çocuğu" olarak tanımlanması, Butto'nun ise Karaçi bölgesindeki kabile ve aşiret bağlarına atıfta bulunulması, Pakistan'da yaşananları bir çerçeveye oturtmak açısından hayati bilgiler. Bu arada, Navaz Şerif'in, Lahor şehrini de içine alan Pencab (Penç-beş, ve ab-su, pencab: beş su) eyaletinden olduğunu hatırlayalım.
Muhacirler ile Sind eyaletinin yerli halkı arasındaki gerilimin 1990'larda Karaçi'yi 1970'lerin sağ-sol, Alevi-Sünni çatışmalarına bulanmış Türkiyesinden çok daha berbat bir yer haline getirişinin hikayesini, eğer yakınınızda Pakistanlı bir arkadaşınız varsa ona sorunuz. Anahtar kelime olarak "MQM (Muhacir Kavmi Movement)"i kullanabilirsiniz.
Şimdi, bu haberi Zaman'da okuduktan sonra hemen "Acaba diğer gazetelerde bu haber var mı?" diye merak ettim ve sabah sabah ufak bir tarama yaptım. Pazar günkü Hürriyet ve Milliyet'te böyle bir habere rastlamayınca aklıma dank etti ve önce İngiliz Sunday Times'a, ardından New York Times'a baktım. İkisinde de Pakistan üzerine birden fazla haber ve yorum vardı ama bu haber yoktu. Bu arada, New York Times'da, Türk gazetelerinin Almanya baskıları ve yeni Almancı kuşağı kazanma konusunda yaşadıkları zorluklar üzerine ilginç bir habere rastladım, ama tekrar konumuza dönecek olursam, sizden bir isteğim olacak:
Pervez Müşerref'in babasının Benazir Butto'nun babası tarafından Dışişleri Bakanlığı'ndaki işinden atılmasıyla ilgili bir habere rastlayacak olursanız haber verir misiniz?
Hadi bir medya taraması başlatalım ve son olayların ışığında medyada çıkan haber ve yorumların Pakistan hakkında bize kalıcı ne gibi bilgiler verdiklerine bir bakalım.
Haber, "Cumali Önal/İslamabad" imzasını taşıyordu ve Zaman'ın İslamabad muhabiri tarafından, bir ajansa dayandırılmadan yapılmış özgün bir haber olarak görünüyordu. Haberi ilginç kılan ayrıntı ise, Pakistan'ın Urduca yayınlanan en büyük gazetesi Ceng'deki bir habere dayanıyor; bu haberde ise Benazir'in babası Zülfikar Ali Butto, Pervez'in babası Seyyid Müşerrefüddin'i Dışişleri Bakanlığı'ndan attığı bilgisine yer veriliyor. İkili arasındaki ilişkiyi babalarına kadar götüren ilginç bir ayrıntı.
Ancak haber, daha sonra Türk medyasında neredeyse hiç görmediğimiz, oysa Pakistan'ı anlamak için son derece önemli bir ayrıntı olan Pakistan'ın çok parçalı etnik yapısına ışık tutuyor. 1948'de Pakistan kurulurken bugünkü Hindistan topraklarında yaşayan milyonlarca Müslüman'ın yollara dökülmesi, bunlardan onbinlerce, hatta yüzbinlercesinin yollarda telef olmasının ardından Pakistan'a ulaşanların "muhacir" olarak adlandırılmaları... İşte Pakistan'ın resmi dili Urducayı konuşan asıl insanlar bu muhacirler. Ancak muhacirler elbette boş bir araziye gelmiyorlar. Güneyde Karaçi kenti civarında Sind eyaletinde Sindi konuşanlar, batıda Belucistan eyaletindeki Beluciler, doğuda Pencablılar, kuzey-kuzeybatıda Afgan sınırıboyunca uzanan bölgede Peştun ve diğer yerel dilleri konuşan ahali, kuzeydoğuda ise Azad Keşmir... Cumali Önal'ın haberinde Müşerref'in "Hindistan göçmeni bir ailenin çocuğu" olarak tanımlanması, Butto'nun ise Karaçi bölgesindeki kabile ve aşiret bağlarına atıfta bulunulması, Pakistan'da yaşananları bir çerçeveye oturtmak açısından hayati bilgiler. Bu arada, Navaz Şerif'in, Lahor şehrini de içine alan Pencab (Penç-beş, ve ab-su, pencab: beş su) eyaletinden olduğunu hatırlayalım.
Muhacirler ile Sind eyaletinin yerli halkı arasındaki gerilimin 1990'larda Karaçi'yi 1970'lerin sağ-sol, Alevi-Sünni çatışmalarına bulanmış Türkiyesinden çok daha berbat bir yer haline getirişinin hikayesini, eğer yakınınızda Pakistanlı bir arkadaşınız varsa ona sorunuz. Anahtar kelime olarak "MQM (Muhacir Kavmi Movement)"i kullanabilirsiniz.
Şimdi, bu haberi Zaman'da okuduktan sonra hemen "Acaba diğer gazetelerde bu haber var mı?" diye merak ettim ve sabah sabah ufak bir tarama yaptım. Pazar günkü Hürriyet ve Milliyet'te böyle bir habere rastlamayınca aklıma dank etti ve önce İngiliz Sunday Times'a, ardından New York Times'a baktım. İkisinde de Pakistan üzerine birden fazla haber ve yorum vardı ama bu haber yoktu. Bu arada, New York Times'da, Türk gazetelerinin Almanya baskıları ve yeni Almancı kuşağı kazanma konusunda yaşadıkları zorluklar üzerine ilginç bir habere rastladım, ama tekrar konumuza dönecek olursam, sizden bir isteğim olacak:
Pervez Müşerref'in babasının Benazir Butto'nun babası tarafından Dışişleri Bakanlığı'ndaki işinden atılmasıyla ilgili bir habere rastlayacak olursanız haber verir misiniz?
Hadi bir medya taraması başlatalım ve son olayların ışığında medyada çıkan haber ve yorumların Pakistan hakkında bize kalıcı ne gibi bilgiler verdiklerine bir bakalım.
14 Kasım 2007 Çarşamba
google, wikipedia, bilmek-bulmak ve ilim-irfan üstüne güzelleme
Geçenlerde Zaman gazetesini internet üstünden okuyordum, bir yazı ilgimi çekti.
Yazıda, Kur'an'da Hz. Musa kıssası anlatılırken Firavun'un yardımcısı olarak ismi zikredilen "Haman" adlı birinden sözediliyor. Bu isim Kitabı Mukaddes'te, Babil kralının yardımcısı olarak yer alıyormuş ve bu ayrıntı zamanında oryantalistlere Kur'an'da hata bulduklarını iddia ettirmiş. Ancak Maurice Bucaille müslüman olduktan sonra konuyu araştırıyor. Artık 20. yüzyıla gelindiği için eski Mısır hiyeroglifleri okunabilmektedir. Bucaille, Viyana'daki bir müzde yer alan bir anıtta Haman isminin yer aldığını tespit ediyor ve bunu, Kur'an'ın bir mucizesi olarak kaydediyor. İşte Zaman gazetesindeki yazı Bucaille'in bu tespitini bize aktarıyor.
Zamanında Medeniyet Tarihi dersi asistanlığı yapmış, hatta bir yıl bu dersi kendim de vermiştim. Discovery Channel seyreden herkes gibi benim de seyrettiğim bir sürü eski Mısır, firavunlar, piramitlerin gizemleri ve Tutankamon belgeseli var. Dahası 1995'te Mısır'a gitmişliğim var. Mısır'da, bize kene gibi yapışan, istemediğimiz halde fahri turist rehberliğimize soyunan ve sonunda bir para söğüşleme tuzağına bizleri kısmen düşüren biriyle tanışmıştık. O Mısırlıyla konuşurken, söz Arap-İsrail savaşlarına gelmişti. Mısırlı kardeşimiz, Mısırlıların bu savaşlarda büyük kahramanlıklar yaptıklarını, ancak asıl olarak İsrail'le değil, Amerika ve diğer batılı güçlerle savaştıklarını söylemişti. Ben ise biraz da onu sinir etmek adına "İsrailliler kendilerini Musa'nın torunları, sizleri ise Firavun'un torunları olarak görüyorlar, ne dersin?" diye sorunca birden hiddetle ayağa kalkmış, "Biz Hüseyn'in torunlarıyız!" diye kükremişti.
Yukarıdaki yazıyı okuyunca aklıma önce bu olay geldi. Sonra, "Acaba Zaman'daki haberin esası nedir?" diye araştırmaya karar verdim. Web tarayıcımı açtım, google'a gittim, "haman ancient egypt" şeklinde bir arama başlattım. Karşıma çıkan ilk sonuç, tam da bu konuyu elen alan Wikipedia maddesi idi. Bu maddede, Zaman'daki haberin belkemiğini oluşturan Maurice Bucaille'in iki kaynağının ikisi de yer alıyor. Hatta, bu kaynaklardaki hiyeroglif şekiller, bunların okunuşu ve Kur'an'daki Haman ifadesinin Arap harfleriyle yazılışı ile bu okunuşlar arasındaki farklar da inceleniyor.
Wikipedia maddesinde verilen linklerden birincisi, bu konuda çok daha ayrıntılı bilgiler veriyor. Tabii Wikipedia'dan yola çıkınca artık linkin bu konuda Kur'an'ın yanında mı karşısında mı yer aldığına bakmak gerekiyor. Makalenin yazarlarının isimlerine bakınca, müslümanlar olduğunu görüp rahatlıyoruz. Yazı, Kur'an'ı "Kitabı Mukaddes'ten aşırma bir derleme" olarak gören oryantalist ve misyoner anlayışı açıkça çürütüyor, Bucaille'in bulduğu hiyeroglif teşhisi önemli buluyor ve ayrıntılı olarak inceliyor, ancak mevcut bilgiler ışığında "Bu hiyeroglifte geçen isim Kur'an'da yer alan Haman'dır" diye kesin bir hükme varılamayacağı sonucuna ulaşıyor:
"Although there are a lot of interesting similarities between the Haman's mentioned in the Qur'an and in the hieroglyph, it is currently not possible to determine with a great degree of certainty whether this hieroglyph refers to the Qur'anic Haman"
Wikipedia makalesinin sonunda dört link verilmiş. Bunlardan ilkini yukarıda ele almıştım. Sonuncu link ise bizi tanıdık bir yere, Harun Yahya'nın web sitesine götürüyor.
Bu yazıyı inceleyince, Zaman gazetesinde Mustafa Aydın imzasıyla yayınlanan yazının, Harun Yahya sitesinde yer alan yazının neredeyse birebir tercümesi olduğunu anlıyoruz.
Nitekim google arama sonuçlarında 4 ve 5. sırada yer alan sayfaların Harun Yahya sitesinde yer alan yukarıda atıfta bulunulmuş sayfalar olduğunu görüyoruz. (2. sırada Wikipedia maddesinin tartışma sayfası, 3. sırada ise Harun Yahya sitesindeki yazıyı alıntılayan başka bir sayfa yer alıyor.) Google sıralamasındaki 8. sayfa, Wikipedia makalesinin link verdiği birinci sayfa olan, yukarıda bahsettiğim islamic-awareness sitesindeki sayfa. Google sıralamasındaki 6 ve 7. sayfalar ise, islamic-awareness'e karşı Andrew Vargo adlı birinin cevabını içeriyor ve İslam karşıtı olduğu anlaşılan answering-islam.com adlı bir sitede yayınlanıyor.
Bundan sonra ne yapmalıyım, bu konuda daha fazla bilgiye nasıl ulaşabilirim? Zaman gazetesindeki yazıyı okuduktan sonra, "Fe subhanallah! İşte olay bu!" deyip durabilirdim (Tabii, Zaman gazetesindeki yazıyı okumaya bile gerek duymamış olma hali de mümkün bir hal, onu da atlamayalım). Onu yapmadım, bir adım ötesine gittim. Bunu yapınca, Zaman'daki yazının Harun Yahya'dan alıntı olduğunu, onun da Maurice Bucaille'e dayandığını, müslümanlar tarafından hazırlanan web sayfalarının son tahlilde Bucaille'e dayandığını gördüm. Eğer bundan sonra hala araştırmaya devam etmeyi düşünüyorsam şunları yapmalıyım:
1. Bucaille'in kaynaklarını kontrol etmeliyim. Bucaille'in atıfta bulunduğu iki kitap ve bir eski Mısır uzmanının tanıklığı var.
1a. Kitaplardan birinin adı "Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien." Yukarıda yer alan answering-islam.com sitesindeki sayfada böyle bir kitabın olmadığı ileri sürülüyor, ama Google Books'ta yapılan bir araştırma, ilk sırada yine Harun Yahya'nın bir kitabını çıkarsa da, 1933, 1948 ve 1984 tarihlerinde yayınlanan eski Mısır'la ilgili üç farklı kitapta bu kitaba atıf yapıldığını gösteriyor, demek ki bu kitap gerçekten mevcut. Kitabın varlığından emin oldum, ama hala kitabı görebilmiş değilim. ....
1aa. Bu kitapta sözü edilen Viyana'daki Hof Müzesi'ne gidebilirim. ....
1b. Bucaille'in sözünü ettiği diğer kitap "Die Ägyptischen Personennamen" adını taşıyor. Google Books sayesinde bu kitabın ISBN numarasının 0685717232 olduğunu tespit ettim. Demek ki bu kitap gerçekten var, ama ben hala bu kitabı incelemiş değilim. ....
1c. Bucaille kitabında, konuyu açtığı Fransız eski Mısır uzmanının (Egyptologist) kimliğini deklare etmiyor. Bu eski Mısır uzmanının kim olduğunu araştırabilirim.
2. Eğer Haman'ın eski Mısır'da yaşamış tarihi bir şahsiyet olarak izlerini sürmeye başladıysam ve Hof Müzesi'ndeki bir kitabede adının geçtiğini Bucaille'in rivayetiyle öğrendiysem, neden başka kitabelerde bu ismi aramıyorum? Daha doğrusu, bu konuda şimdiye kadar bir sürü yazılar yazılmış, polemikler yapılmış da, neden kimse başka kitabeleri incelememiş? Sonuç itibarıyla sadece bugünkü Mısır toprakları üzerinde bile o dönemden kalma binlerce kitabe vardır. Acaba birisi bunları taramış da başka bir Haman'a rastlamamış mı, yoksa kimse böyle bir tarama yapmamış mı? ....
3. Hiyerogliflerde okunan hmn-h (ilk h'nin altında bir düz çizgi var) ile Kur'an'da geçen Arapça "Haman" ibaresi arasında, eski Mısır dili, Kıptice ve oradan Arapçaya uzanan dil geçişleri ayrı bir lingüistik çalışmayı gerektiriyor. ....
4. Tekrar google'a dönebilirim. Aramaya başladığımda girdiğim "haman ancient egypt" anahtar kelimeleri bana 64 bin sonuç getirmişti. Bu sonuçların şimdiye kadar sadece 10'una baktım. Diğerlerinin hepsini değilse bile, daha düzgün ve şimdiye kadar incelediğim sayfalardaki bilgileri tekrarlayan, farklı şeyler söylemeyenlerini elemek suretiyle geride kalanlarını tarayabilirim. Şu ana kadarki araştırmamda önemli olduğu ortaya çıkan Almanca kaynakların varlığını dikkate alarak ve benim arama terimlerimin özellikle İngilizce sayfaları getirdiğini hatırlayarak, Almanca ve eski Mısır araştırmalarında kullanılan diğer Batı dillerindeki web sayfalarını, kitapları ve google'ın indeksleyebildiği diğer her türlü bilgi kırıntısını araştırabilirim. ....
Yalçın Küçük'ün kelime kökenini Yoldaş Yonah (Hem-rah, Farsça bir terkiptir, yol-daş yani aynı yolun yolcusu manasına; bizim Yunus aleyhisselam olarak tanıdığımız peygamberin adı Eski Ahit'te Yonah Yod-Nun-Hey harfleriyle yazılır) olarak düşündüğü Yunus Emre gibi ben de derim:
İlim ilim bilmektir
İlim hiyeroglif, linguistik, ibrani, arabi, tarih, arama motoru algoritması bilmektir
Bilmesen bile bileni, bilmeyi ve bulmayı bilmektir
Sen hiçbirin bilmezsin
Ya bilmediğini nasıl bulacaksın
Bu nice okumaktır.
Yazıda, Kur'an'da Hz. Musa kıssası anlatılırken Firavun'un yardımcısı olarak ismi zikredilen "Haman" adlı birinden sözediliyor. Bu isim Kitabı Mukaddes'te, Babil kralının yardımcısı olarak yer alıyormuş ve bu ayrıntı zamanında oryantalistlere Kur'an'da hata bulduklarını iddia ettirmiş. Ancak Maurice Bucaille müslüman olduktan sonra konuyu araştırıyor. Artık 20. yüzyıla gelindiği için eski Mısır hiyeroglifleri okunabilmektedir. Bucaille, Viyana'daki bir müzde yer alan bir anıtta Haman isminin yer aldığını tespit ediyor ve bunu, Kur'an'ın bir mucizesi olarak kaydediyor. İşte Zaman gazetesindeki yazı Bucaille'in bu tespitini bize aktarıyor.
Zamanında Medeniyet Tarihi dersi asistanlığı yapmış, hatta bir yıl bu dersi kendim de vermiştim. Discovery Channel seyreden herkes gibi benim de seyrettiğim bir sürü eski Mısır, firavunlar, piramitlerin gizemleri ve Tutankamon belgeseli var. Dahası 1995'te Mısır'a gitmişliğim var. Mısır'da, bize kene gibi yapışan, istemediğimiz halde fahri turist rehberliğimize soyunan ve sonunda bir para söğüşleme tuzağına bizleri kısmen düşüren biriyle tanışmıştık. O Mısırlıyla konuşurken, söz Arap-İsrail savaşlarına gelmişti. Mısırlı kardeşimiz, Mısırlıların bu savaşlarda büyük kahramanlıklar yaptıklarını, ancak asıl olarak İsrail'le değil, Amerika ve diğer batılı güçlerle savaştıklarını söylemişti. Ben ise biraz da onu sinir etmek adına "İsrailliler kendilerini Musa'nın torunları, sizleri ise Firavun'un torunları olarak görüyorlar, ne dersin?" diye sorunca birden hiddetle ayağa kalkmış, "Biz Hüseyn'in torunlarıyız!" diye kükremişti.
Yukarıdaki yazıyı okuyunca aklıma önce bu olay geldi. Sonra, "Acaba Zaman'daki haberin esası nedir?" diye araştırmaya karar verdim. Web tarayıcımı açtım, google'a gittim, "haman ancient egypt" şeklinde bir arama başlattım. Karşıma çıkan ilk sonuç, tam da bu konuyu elen alan Wikipedia maddesi idi. Bu maddede, Zaman'daki haberin belkemiğini oluşturan Maurice Bucaille'in iki kaynağının ikisi de yer alıyor. Hatta, bu kaynaklardaki hiyeroglif şekiller, bunların okunuşu ve Kur'an'daki Haman ifadesinin Arap harfleriyle yazılışı ile bu okunuşlar arasındaki farklar da inceleniyor.
Wikipedia maddesinde verilen linklerden birincisi, bu konuda çok daha ayrıntılı bilgiler veriyor. Tabii Wikipedia'dan yola çıkınca artık linkin bu konuda Kur'an'ın yanında mı karşısında mı yer aldığına bakmak gerekiyor. Makalenin yazarlarının isimlerine bakınca, müslümanlar olduğunu görüp rahatlıyoruz. Yazı, Kur'an'ı "Kitabı Mukaddes'ten aşırma bir derleme" olarak gören oryantalist ve misyoner anlayışı açıkça çürütüyor, Bucaille'in bulduğu hiyeroglif teşhisi önemli buluyor ve ayrıntılı olarak inceliyor, ancak mevcut bilgiler ışığında "Bu hiyeroglifte geçen isim Kur'an'da yer alan Haman'dır" diye kesin bir hükme varılamayacağı sonucuna ulaşıyor:
"Although there are a lot of interesting similarities between the Haman's mentioned in the Qur'an and in the hieroglyph, it is currently not possible to determine with a great degree of certainty whether this hieroglyph refers to the Qur'anic Haman"
Wikipedia makalesinin sonunda dört link verilmiş. Bunlardan ilkini yukarıda ele almıştım. Sonuncu link ise bizi tanıdık bir yere, Harun Yahya'nın web sitesine götürüyor.
Bu yazıyı inceleyince, Zaman gazetesinde Mustafa Aydın imzasıyla yayınlanan yazının, Harun Yahya sitesinde yer alan yazının neredeyse birebir tercümesi olduğunu anlıyoruz.
Nitekim google arama sonuçlarında 4 ve 5. sırada yer alan sayfaların Harun Yahya sitesinde yer alan yukarıda atıfta bulunulmuş sayfalar olduğunu görüyoruz. (2. sırada Wikipedia maddesinin tartışma sayfası, 3. sırada ise Harun Yahya sitesindeki yazıyı alıntılayan başka bir sayfa yer alıyor.) Google sıralamasındaki 8. sayfa, Wikipedia makalesinin link verdiği birinci sayfa olan, yukarıda bahsettiğim islamic-awareness sitesindeki sayfa. Google sıralamasındaki 6 ve 7. sayfalar ise, islamic-awareness'e karşı Andrew Vargo adlı birinin cevabını içeriyor ve İslam karşıtı olduğu anlaşılan answering-islam.com adlı bir sitede yayınlanıyor.
Bundan sonra ne yapmalıyım, bu konuda daha fazla bilgiye nasıl ulaşabilirim? Zaman gazetesindeki yazıyı okuduktan sonra, "Fe subhanallah! İşte olay bu!" deyip durabilirdim (Tabii, Zaman gazetesindeki yazıyı okumaya bile gerek duymamış olma hali de mümkün bir hal, onu da atlamayalım). Onu yapmadım, bir adım ötesine gittim. Bunu yapınca, Zaman'daki yazının Harun Yahya'dan alıntı olduğunu, onun da Maurice Bucaille'e dayandığını, müslümanlar tarafından hazırlanan web sayfalarının son tahlilde Bucaille'e dayandığını gördüm. Eğer bundan sonra hala araştırmaya devam etmeyi düşünüyorsam şunları yapmalıyım:
1. Bucaille'in kaynaklarını kontrol etmeliyim. Bucaille'in atıfta bulunduğu iki kitap ve bir eski Mısır uzmanının tanıklığı var.
1a. Kitaplardan birinin adı "Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien." Yukarıda yer alan answering-islam.com sitesindeki sayfada böyle bir kitabın olmadığı ileri sürülüyor, ama Google Books'ta yapılan bir araştırma, ilk sırada yine Harun Yahya'nın bir kitabını çıkarsa da, 1933, 1948 ve 1984 tarihlerinde yayınlanan eski Mısır'la ilgili üç farklı kitapta bu kitaba atıf yapıldığını gösteriyor, demek ki bu kitap gerçekten mevcut. Kitabın varlığından emin oldum, ama hala kitabı görebilmiş değilim. ....
1aa. Bu kitapta sözü edilen Viyana'daki Hof Müzesi'ne gidebilirim. ....
1b. Bucaille'in sözünü ettiği diğer kitap "Die Ägyptischen Personennamen" adını taşıyor. Google Books sayesinde bu kitabın ISBN numarasının 0685717232 olduğunu tespit ettim. Demek ki bu kitap gerçekten var, ama ben hala bu kitabı incelemiş değilim. ....
1c. Bucaille kitabında, konuyu açtığı Fransız eski Mısır uzmanının (Egyptologist) kimliğini deklare etmiyor. Bu eski Mısır uzmanının kim olduğunu araştırabilirim.
2. Eğer Haman'ın eski Mısır'da yaşamış tarihi bir şahsiyet olarak izlerini sürmeye başladıysam ve Hof Müzesi'ndeki bir kitabede adının geçtiğini Bucaille'in rivayetiyle öğrendiysem, neden başka kitabelerde bu ismi aramıyorum? Daha doğrusu, bu konuda şimdiye kadar bir sürü yazılar yazılmış, polemikler yapılmış da, neden kimse başka kitabeleri incelememiş? Sonuç itibarıyla sadece bugünkü Mısır toprakları üzerinde bile o dönemden kalma binlerce kitabe vardır. Acaba birisi bunları taramış da başka bir Haman'a rastlamamış mı, yoksa kimse böyle bir tarama yapmamış mı? ....
3. Hiyerogliflerde okunan hmn-h (ilk h'nin altında bir düz çizgi var) ile Kur'an'da geçen Arapça "Haman" ibaresi arasında, eski Mısır dili, Kıptice ve oradan Arapçaya uzanan dil geçişleri ayrı bir lingüistik çalışmayı gerektiriyor. ....
4. Tekrar google'a dönebilirim. Aramaya başladığımda girdiğim "haman ancient egypt" anahtar kelimeleri bana 64 bin sonuç getirmişti. Bu sonuçların şimdiye kadar sadece 10'una baktım. Diğerlerinin hepsini değilse bile, daha düzgün ve şimdiye kadar incelediğim sayfalardaki bilgileri tekrarlayan, farklı şeyler söylemeyenlerini elemek suretiyle geride kalanlarını tarayabilirim. Şu ana kadarki araştırmamda önemli olduğu ortaya çıkan Almanca kaynakların varlığını dikkate alarak ve benim arama terimlerimin özellikle İngilizce sayfaları getirdiğini hatırlayarak, Almanca ve eski Mısır araştırmalarında kullanılan diğer Batı dillerindeki web sayfalarını, kitapları ve google'ın indeksleyebildiği diğer her türlü bilgi kırıntısını araştırabilirim. ....
Yalçın Küçük'ün kelime kökenini Yoldaş Yonah (Hem-rah, Farsça bir terkiptir, yol-daş yani aynı yolun yolcusu manasına; bizim Yunus aleyhisselam olarak tanıdığımız peygamberin adı Eski Ahit'te Yonah Yod-Nun-Hey harfleriyle yazılır) olarak düşündüğü Yunus Emre gibi ben de derim:
İlim ilim bilmektir
İlim hiyeroglif, linguistik, ibrani, arabi, tarih, arama motoru algoritması bilmektir
Bilmesen bile bileni, bilmeyi ve bulmayı bilmektir
Sen hiçbirin bilmezsin
Ya bilmediğini nasıl bulacaksın
Bu nice okumaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)