[Bu yazı, 22 Mayıs 2008 tarihinde, Yargıtay bildirisinin ardından, Anayasa Mahkemesi'nin 5 Haziran 2008 kararından önce yazıldı.]
Ak Parti'ye açılan kapatma davası ve ardından yaşanan siyasi gelişmeleri üzüntüyle izliyorum. Tam 2007 Nisan'ında yaşanan e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı skandallarının kabusundan 22 Temmuz seçimleriyle uyandığımızı sanmıştık, bu sefer Doğan grubu medyasının Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına karşı yürüttüğü psikolojik harekata takıldık. Tam Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bir normalleşme atmosferine gireriz diye bekliyorduk, bu sefer başörtüsüyle ilgili anayasa değişiklikleri hakkında açılan iptal davası ve üniversitelerdeki keyfi ve yasakçı uygulamalar, ardından Ak Parti'ye açılan kapatma davası bozdu moralimizi. Bu kadar kötü hazırlanmış bir iddianame, böyle siyasi bir dava, yargının bu denli haddini aşması, Ak Parti'yi ve Erdoğan'ı bitirme adına Türkiye'nin bu denli pervasızca bir kaos ortamına sürüklenmesi... Bunları aklım almıyor. Bu yola girenlerin ülkeye ne büyük bir ihanet içinde olduklarını nasıl göremediklerini anlayamıyorum. Şimdi de yüksek yargının bildirileri çıktı.
Asker üzerinden sonuca gidemeyen karanlık çevrelerin şimdi de yargı yoluyla rejimi dinamitlediklerini görüyoruz. Dikkatimi ilk defa, Avrupa Komisyonu'nun 2004 yılı Türkiye ilerleme raporunu okuduğumda çekmişti, o zaman "bu yargıyla AB yolunda daha çok işimiz var, hadi siyasetçiler er ya da geç, AB yolunda ilerleyen bir Türkiye'de işlerin al takke ver külah şeklinde yürüyemeyeceğini görürler veya görecekler, ama Avrupa'dan, dünyadan bihaber yargımızı nasıl adam edeceğiz?" diye düşünmüştüm. Daha önceleri, adli yıl açılışlarında yapılan kimi konuşmalarda, yüksek yargı üyelerinin, Barolar Birliği çevresindeki kimi avukatların Anıtkabir'e cüppeleriyle çıkıp bütün olarak siyaset mekanizmasını şikayetlerini gördüğüm zaman, "Canım bırakalım, adamlar fikirlerini ifade etsinler, deşarj olsunlar, ne zararı var?" diye düşünürdüm çoğu zaman. Ama, Ak Parti'ye kapatma davası açmak gibi pervasız bir adımı atacaklarını hiç tahmin edemezdim. Adını koyalım: ciddi bir yargı sorunumuz var ve orta vadede çözümü çok zor bir sorun bu.
Bu arada, 2000 yılında mecliste Sadi Somuncuoğlu gibi siyasi çizgisi herkesin malumu olan bir ismi seçmek yerine Ahmet Necdet Sezer gibi ne idüğü belirsiz bir silik devlet memurunu cumhurbaşkanlığına getiren siyasetçilerin, başta kendi ikbali için 5+5 için bile milletvekillerine baskı yapan Erbakan olmak üzere, ne vahim bir hata yaptıklarını görmeliyiz. Bugünkü Anayasa Mahkemesi kompozisyonu, Sezer'in eseridir. Osman Paksüt, Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği'ni yapmış bir diplomattı. Bu adamın bir hakimlik geçmişi yok, hukuk üzerine basılı bir kitabı, bir hukuk adamı kimliği yok. Hukuk Fakültesi mezunu diye 2003'te Irak'a gönderilecek kadar dışişleri bürokrasisinin göbeğine girmiş bir adamın Anayasa Mahkemesi'ne nasıl olup da üye seçilebildiğini ve başkanvekilliğine kadar yükselebildiğini aklım hafsalam almıyor. Böyle bir mahkemeye nasıl saygı duyabilirim? "Canım olan oldu, artık 2000 yılındaki hesapların ne önemi var?" demeyelim, bundan sonra gözümüzü açık tutalım. Sezer olayından çıkarmamız gereken ders, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması gerektiğiydi, ama hala Abdullah Gül yerine etkisiz, silik bir ismin neden cumhurbaşkanı yapılmadığı konu edilebiliyor. Bugün Sezer tıynetli birisi cumhurbaşkanı olsaydı yaşayacağımız kaosun çok daha ağır olacağı açıkça ortadadır. En azından, "Ak Parti kapatıldıktan ve Erdoğan'a yasak geldikten sonra, Erdoğan bağımsız milletvekili olsa bile, cumhurbaşkanın ona hükümeti kurma görevi vereceği ne malum?" gibi bir saçma sapan, ülkeye hiçbir fayda getirmeyecek, ihanet kokan bir soru karşısında içimiz rahat, çünkü Çankaya'da Gül oturuyor. Orada Nimet Çubukçu, Hilmi Özkök veya sarışın güzel bir kadın otursaydı, bir de milli iradeye karşı kurulacak bu tip komplolarla uğraşmamız gerekecekti.
Hükümetin sergilediği "Bekle, gör" politikası gütmesi, kurbanlık koyun gibi boynunu bükerek Anayasa Mahkemesi kararını tevekkülle beklemesi beni üzüyor, çünkü bu şekilde aşağılanan ve etkisizleştirilen, aslında hükümet değil, bütün bir Türkiye, Türkiye'de seçimle tecelli eden milli irade. Hükümet parti kapatma gibi siyasi bir kararı hakimlerin elinden alan ve Ak Parti'nin kapatılması yönündeki senaryoları kesin olarak bitiren bir anayasa değişikliğini veya sonbaharda üstünde o kadar fırtına kopartılan sivil anayasa taslağını derhal referanduma sunmalıydı. Bunu yapamıyorduysa, istifa edip acilen erken seçime gitmeli, kendisine kurulan komployu seçim sandığında parçalamalıydı. Erdoğan'ın bu yola neden gitmediğini anlamıyorum. Ölümle veya şeref ve haysiyetini beş paralık edecek bir şantajla mı tehdit edildi, bilemiyorum. Belki de büyük bir fedakarlık yaptığını düşünerek böyle davranıyor. Ama her hal ve şartta, özgürlük alanını genişletecek bir hamle yapması, bütün fedakarlığını bu hamleye hasretmesi gerekirdi.
Ak Parti'nin kapatılmasını isteyen çevreler ve yüksek yargı tarafından, Ak Parti'ye açılan kapatma davasına, iddianameye ve genel olarak yüksek yargıya getirilen eleştirilere gösterilen tepkileri haksız ve ahlaksız buluyorum. Yargı kararlarına saygı duyarım ve uygulanmalarına sonuna kadar varım, ama bu kararların eleştirilemeyeceğini kabul edemem. Hele Yargıtay'ın, başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğine karşı çıkmasına ve kendini yasama organının yerine koymaya çalışmasına, çok daha üst perdeden tepki gösterilmesi gerekiyor.
Evet, artık "TBMM Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay'ı kapatabilir mi?"yi konuşmamızın vakti gelmiştir. "Ak Parti kapatılır, Erdoğan'a yasak gelirse, yeni parti kurulur, Erdoğan bağımsız milletvekili olarak meclise girer ve hükümeti kurar" gibi abuk sabuk, akla mantığa ziyan senaryoları konuşmak yerine, şu senaryoyu konuşmak çok daha sağlıklıdır:
"Meclis derhal toplansın, Anayasa Mahkemesi'yle ilgili anayasa maddelerini iptal etsin, "Anayasa Mahkemesi kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bütün üyeleri emekliye sevkedilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi'nde görüşülmekte olan bütün davalar Anayasa Yüksek Mahkemesi'ne devredilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi'nin üyeleri meclis tarafından şöyle seçilir, görev ve yetkileri şunlardır" diye bir anaysa değişikliği yapılsın"
Dikkat edin, "Meclis yüksek yargı organlarını kapatsın" demiyorum, şu anda böyle bir pozisyonu da savunmuyorum. Tartışma, meclisin böyle bir gücü ve yetkisinin olup olmadığıdır. Benim bu konudaki cevabım ise kesin ve net: Evet, meclisin Anayasa Mahkemesi'ni kapatmaya hem gücü hem de yetkisi vardır!
Bütün bu tartışmalarda Adnan Menderes'in 1960 öncesinde meclise hitaben söylediği "Siz dilerseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" sözünün niye yer almadığını da anlamıyorum. Adnan Menderes bu sözüyle şüphesiz meclise hilafeti geri getirme çağrısı yapmıyordu. Sadece meclisin neye muktedir olduğunu vurguluyordu, ama bu cesaretinin bedelini darağacında sallanarak ödedi. Türkiye'deki vesayet rejimini sona erdirmek için mücadeleye, demokrasi şehidi Adnan Menderes'in bıraktığı noktadan devam etmemiz lazım. Evet, TBMM dilerse hilafeti bile geri getirebilir, Anayasa Mahkemesi'ni bugün kapatır, yarın Anayasa Yüksek Mahkemesi diye yepyeni bir mahkeme yaratır! Yargıtay'ı bugün lağveder, yerine Yüksek Yargıtay'ı kurar. Danıştay'ı kapatır, Yüksek Danıştay'ı açar. Pervez Müşerref bunu Pakistan'da yaptı, ama Müşerref askeri darbeyle işbaşına gelmiş bir despottu. Pervez Müşerref yaparsa yargıya müdahale olur, kabul edilemez, ama TBMM yaparsa olmaz! Ben böyle düşünüyorum, ama görüldüğü üzere Pervez Müşerref hala iktidarda ve yaptığı yanına kar kaldı. Ama biz, TBMM anayasa değişikliği yapabilir mi, Anayasa Mahkemesi bu değişikliği iptal edebilir mi, bunları tartışıyoruz. Yani Pervez Müşerref yapıyor, TBMM yapamıyor. Yazık!
Dediğim gibi, Türkiye'nin yargı sorunu çok büyük bir sorundur ve büyük sorunlar büyük çözümlere ihtiyaç duyarlar. Yine yakın tarihimize bakalım ve 1933 üniversite reformunu hatırlayalım. 1933 yılında, İstanbul Darülfünunu'nun Türk İnkılabı'na ayak uyduramadığı görülünce, tam bir "Aç-Kapa!" daha doğrusu "Kapa-Aç" operasyonu yapılmıştı. Darülfunun kapatıldı, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu arada, tek tek atmakla başedilemeyecek bir sürü darülfunun hocasının da işine son verilmiş oldu. Görüldüğü üzere, inkılap işi tereddüde, yalpalamaya mahal vermiyor.
Türkiye'de siyasi tartışmaları, siyasetçilerin kelleleri üstünde kapatma davaları ve siyasi yasakların sallandırılması söyleminden acilen kurtarmalıyız. Medyaya, bürokrasi aygıtına, yüksek yargıya, askere ve kendini milli iradenin üstünde ve ülkenin gerçek sahibi olarak gören her türlü güç odağına hadlerini bildirmeliyiz. Seçimden seçime oylarıyla konuşan seçmenin karşısına böyle müstehzi bildirilerle çıkanlarla konuşmanın yolu, alttan almak değil, yüce meclisin yüceliğini hatırlatmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder