Mesut Yeğen, Türkiye'de Kürt sorunu üzerine çalışan başlıca akademisyenlerden biridir. Kürttür, cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını eleştiren biridir. Tam da bu nedenlerle profesör yapılmadığı, ilk bölümü Radikal 2'de 13 Şubat'ta yayınlanan, ikinci bölümü ise bir hafta sonra yayınlanacağı bildirildiği halde yayınlanmayan bu nedenle ertesi gün, 21 Şubat'ta Taraf'ta yayınlanan yazısı okununca anlaşılıyor. Yeğen bu iki yazısında olabildiğince nesnel davranmış, yıllar boyu çalıştığı ODTÜ Sosyoloji bölümünde yaşadığı özel olaylara hiç girmemiş.
Yeğen'in iki kez reddedilen profesörlük başvurularında olumsuz görüş beyan eden profesörlerden biri Ayşe Ayata, hani şu Kıbrıs "Barış" Harekatını (Orwell okumamış arkadaşlar galiba!) başlatmak üzere Bülent Ecevit'in Londra'dan verdiği şifreli "Ayşe tatile çıktı" mesajında adı geçen, Dışişleri Bakanı Turan Güneş'in kızı Ayşe. Diğeri de, Ayşe Ayata'nın kocası Sencer Ayata. Sencer Ayata CHP Parti Meclisi üyesi. Tıpkı Ayşe Ayata'nın kardeşi Hurşit Güneş gibi.
Bugün CHP yönetiminde olan Sencer Ayata ve Ayşe Ayata, Cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını, tabii CHP'nin Kürt politikalarını ve Kemalizm'i akademik ölçütler içinde eleştiren Yeğen'in profesörlüğe layık olmadığını düşünüyorlar. Aslında Yeğen'in eleştirilerini hazmedemiyorlar.
12 Haziran 2011'de yapılacağı ilan edilen seçimlere şunun şurasında kaç ay kaldı, ama CHP'lilerin Yeğen örneğindeki tavırları, CHP'nin neden iktidar alternatifi olamayacağını açıkça gösteriyor.
Mesut Yeğen'in Radikal İki'de 13 Şubat'ta yayınlanan yazısı:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1039888&Date=13.02.2011&CategoryID=42
Yazının Radikal İki'de 20 Şubat günü yayınlanmayan ancak ertesi gün Taraf'ta yayınlanan devamı:
http://istifhanem.com/2011/02/21/nasilprofesorolunur2-mesut/
26 Şubat 2011 Cumartesi
13 Şubat 2010 Cumartesi
Cemaat hakkında sorular ve cevaplarım
Yamuk Kereste blogunda Bahadır, Fethullah Gülen hareketi (Bahadır'ın ifadesiyle "Cemaat") ve bu hareketin ABD'yle ilişkileri hakkındaki endişelerini dile getirmiş. Kısaca söyleyecek olursam, ben Türkiye'nin en önemli ve en tehlikeli problemlerinin askeri vesayet, darbe tehdidi, taraflı ve bağnaz yargı, Kemalist-ulusalcı-laik elitin seçimle ortaya çıkan iradeyi hazmedememesi ve halkın değerleri ve inançlarıyla çatışma halinde olması olarak görüyorum. Bu problem ve tehditler yanında cemaatten kaynaklanabilecek problemlerin çok daha küçük ve zamanı geldiğinde bertaraf edilebilir olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, cemaatin Ak Parti hükümetine ve Türkiye'nin demokratikleşmesi yönündeki çabaları verdiği desteği takdirle karşılıyorum. En azından, 1990lardaki gibi statükoya oynamalarından iyidir.
Şimdi, Bahadır'ın cemaatle ilgili değerlendirmelerine gelecek olursam:
"1) Şeffaf değil."
Öncelikle, kim şeffaf ki? Aleviler? Sabetaycılar? Masonlar? Askerler? ADD? ÇEV? Misyonerler? ÇYDD? Yargı ve devletin diğer kurumlarında birbirlerini kolladıkları söylenen diğer etnik/mezhepsel/cemaatsal oluşumlar? Ülkü Ocakları? Öte yandan, üstünde bu kadar baskı ve şüphe olan bir yapı nasıl şeffaf olabilir? Üçüncü nokta, ben cemaatin dünyanın dört bir tarafındaki bir sürü kurumuna çatkapı gittim, ve çaldığım her kapının da açıldığını gördüm. Acaba Terakki Vakfı'nın kapısını çalsam açan olur mu?
"2) Otoriter olmaya meyilli. Bunu daha gücü tamamen ele geçirmeden bile yeterince gösterdi. Demokrasi söylemlerinin içselleştirilmemiş ucuz bir makyaj olduğu çok açık. Mutlak güce sahip olduğunda bu eğilimin zayıflaması sürpriz olur."
Yukarıdaki cevabım buraya da uygulanabilir. En azından cemaatin bir demokrasi söylemi var, kendisinden olmayan insanlara gazete, televizyonunda, yer veriyor. Diğerlerinde bu da yok!
"3) Kendi içinde de demokrat değil (?). Aslında bunu tam bilmiyorum. Dışarıdan resmedildiği gibi tamamen hiyerarşik, otoriter ve lider odaklı mı? Kararlar nasıl alınıyor? Personel politikaları nasıl belirleniyor? Kim nasıl görevlendiriliyor, yükseliyor ya da azlediliyor? Yerel unsurların, küçük oyuncuların sesi yukarıya ne kadar ve nasıl yükseliyor? İçeride oylama, eleştirme, danışma, feed-back kültürü var mı?"
Cemaat, Türkiye'deki cemaatlerin nerdeyse tamamı gibi geleneksel tarikat yapısının cumhuriyet sonrası döneme uyarlanmış bir şeklidir, dolayısıyla cemaatin demokrat olmasını beklemek, Katolik Kilisesi'nin veya Türk Silahlı Kuvvetleri'nin demokrat olmasını beklemekten farksız bence. Ancak, "Ya sev ya terket" veya "beğenmeyen dinlemesin" şeklinde bir demokratlıkları olduğu söylenebilir, yani cemaatten ayrılmak mümkün, ki Adnan hoca ve diğer bazı gruplar için söylenen "once in never out" iddialarının olduğu bir ülkede bu da bir şeydir. Ayşe Arman röportajını hatırlayabiliriz bu noktada.
Cemaat'te çok köklü bir "istişare" geleneği var, her seviyede kurumsallaşmış istişarelerde aşağıdan yukarıya kademe kademe her türlü eleştiri belli ölçüler içerisinde iletilebiliyor.
"4) Makyavelyen. “Once a Machiavellian, always a Machiavellian” ?"
Başörtüsü örneğiyle mukabele edeyim. Hoca, "tesettür füruattır" dedi ve 28 Şubat'tan sonra cemaatten çoğu kadın başını açtı, ama şu sözleri daha birkaç yıl önce söyleyen de aynı kişidir: "Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm'ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur'an'la, hem Sünnet-i sahiha ile, hem de 14 asırlık İslâm tarihindeki uygulamalarla sabittir. ... Tesettürü hafife alanlarla tartışmayın"
"5) Dış bağlantıları açık değil. Cemaatin tamamı değil elbette ama tepesi yabancı bir güç (muhtemelen ABD ama belki başkası) ile a) işbirliği içinde olabilir, b) direk ve bilerek ona hizmet ediyor olabilir, c) eylemleri farkında olmadan onun çıkarlarına hizmet ediyor olabilir, d) ABD cemaate muhbir(ler) vasıtası ile sızmış ve/veya teknik imkanlarla bilgi akışını ve/veya “merkez bilgisayarı” “hackleyerek” onun derlediği istihbarat havuzuna erişiyor olabilir."
İlk maddeye verdiğim cevap burada da geçerli. Bugün içine sızılmamış, dışarıyla bağlantısı olmayan bir yapı var mı dünyada? Bence önemli olan şudur, dünyadaki hiçbir güç, hiçbir maddi menfaat, binlerce insanı gurbette, vatanlarından ve sevdiklerinden uzakta, karın tokluğuna yıllarca canla başla çalıştırmaya, hele öldüklerinde o topraklarda gömülmeyi istemeye zorlayamaz.
ABD'nin Cemaat'e bakışı: 11 Eylül sonrası ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarının çok büyük bir bölümü, cemaatle ilgili olarak yürüttüğü savlanabilecek tutarlı stratejiyle kökten çelişiyor. Böyle bir Cemaat'i koruyup kollayan bir Amerika'da oğul Bush'un hiçbir zaman başkan seçilmemesi, Guantanamo, terör listesi, Irak, Afganistan, işkence, İsrail'e göz yumma vs hiçbirinin hiç yaşanmaması gerekirdi.
Şimdi, Bahadır'ın cemaatle ilgili değerlendirmelerine gelecek olursam:
"1) Şeffaf değil."
Öncelikle, kim şeffaf ki? Aleviler? Sabetaycılar? Masonlar? Askerler? ADD? ÇEV? Misyonerler? ÇYDD? Yargı ve devletin diğer kurumlarında birbirlerini kolladıkları söylenen diğer etnik/mezhepsel/cemaatsal oluşumlar? Ülkü Ocakları? Öte yandan, üstünde bu kadar baskı ve şüphe olan bir yapı nasıl şeffaf olabilir? Üçüncü nokta, ben cemaatin dünyanın dört bir tarafındaki bir sürü kurumuna çatkapı gittim, ve çaldığım her kapının da açıldığını gördüm. Acaba Terakki Vakfı'nın kapısını çalsam açan olur mu?
"2) Otoriter olmaya meyilli. Bunu daha gücü tamamen ele geçirmeden bile yeterince gösterdi. Demokrasi söylemlerinin içselleştirilmemiş ucuz bir makyaj olduğu çok açık. Mutlak güce sahip olduğunda bu eğilimin zayıflaması sürpriz olur."
Yukarıdaki cevabım buraya da uygulanabilir. En azından cemaatin bir demokrasi söylemi var, kendisinden olmayan insanlara gazete, televizyonunda, yer veriyor. Diğerlerinde bu da yok!
"3) Kendi içinde de demokrat değil (?). Aslında bunu tam bilmiyorum. Dışarıdan resmedildiği gibi tamamen hiyerarşik, otoriter ve lider odaklı mı? Kararlar nasıl alınıyor? Personel politikaları nasıl belirleniyor? Kim nasıl görevlendiriliyor, yükseliyor ya da azlediliyor? Yerel unsurların, küçük oyuncuların sesi yukarıya ne kadar ve nasıl yükseliyor? İçeride oylama, eleştirme, danışma, feed-back kültürü var mı?"
Cemaat, Türkiye'deki cemaatlerin nerdeyse tamamı gibi geleneksel tarikat yapısının cumhuriyet sonrası döneme uyarlanmış bir şeklidir, dolayısıyla cemaatin demokrat olmasını beklemek, Katolik Kilisesi'nin veya Türk Silahlı Kuvvetleri'nin demokrat olmasını beklemekten farksız bence. Ancak, "Ya sev ya terket" veya "beğenmeyen dinlemesin" şeklinde bir demokratlıkları olduğu söylenebilir, yani cemaatten ayrılmak mümkün, ki Adnan hoca ve diğer bazı gruplar için söylenen "once in never out" iddialarının olduğu bir ülkede bu da bir şeydir. Ayşe Arman röportajını hatırlayabiliriz bu noktada.
Cemaat'te çok köklü bir "istişare" geleneği var, her seviyede kurumsallaşmış istişarelerde aşağıdan yukarıya kademe kademe her türlü eleştiri belli ölçüler içerisinde iletilebiliyor.
"4) Makyavelyen. “Once a Machiavellian, always a Machiavellian” ?"
Başörtüsü örneğiyle mukabele edeyim. Hoca, "tesettür füruattır" dedi ve 28 Şubat'tan sonra cemaatten çoğu kadın başını açtı, ama şu sözleri daha birkaç yıl önce söyleyen de aynı kişidir: "Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm'ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur'an'la, hem Sünnet-i sahiha ile, hem de 14 asırlık İslâm tarihindeki uygulamalarla sabittir. ... Tesettürü hafife alanlarla tartışmayın"
"5) Dış bağlantıları açık değil. Cemaatin tamamı değil elbette ama tepesi yabancı bir güç (muhtemelen ABD ama belki başkası) ile a) işbirliği içinde olabilir, b) direk ve bilerek ona hizmet ediyor olabilir, c) eylemleri farkında olmadan onun çıkarlarına hizmet ediyor olabilir, d) ABD cemaate muhbir(ler) vasıtası ile sızmış ve/veya teknik imkanlarla bilgi akışını ve/veya “merkez bilgisayarı” “hackleyerek” onun derlediği istihbarat havuzuna erişiyor olabilir."
İlk maddeye verdiğim cevap burada da geçerli. Bugün içine sızılmamış, dışarıyla bağlantısı olmayan bir yapı var mı dünyada? Bence önemli olan şudur, dünyadaki hiçbir güç, hiçbir maddi menfaat, binlerce insanı gurbette, vatanlarından ve sevdiklerinden uzakta, karın tokluğuna yıllarca canla başla çalıştırmaya, hele öldüklerinde o topraklarda gömülmeyi istemeye zorlayamaz.
ABD'nin Cemaat'e bakışı: 11 Eylül sonrası ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarının çok büyük bir bölümü, cemaatle ilgili olarak yürüttüğü savlanabilecek tutarlı stratejiyle kökten çelişiyor. Böyle bir Cemaat'i koruyup kollayan bir Amerika'da oğul Bush'un hiçbir zaman başkan seçilmemesi, Guantanamo, terör listesi, Irak, Afganistan, işkence, İsrail'e göz yumma vs hiçbirinin hiç yaşanmaması gerekirdi.
11 Şubat 2010 Perşembe
Her gördüğü Officer'i Subay zanneden şaşkın gazeteci: Oray Eğin!
Büyük ve iddialı konuşmaktan her zaman kaçınmak lazım. Atalarımız boşuna "Büyük lokma ye, büyük konuşma" dememişler. Bu benim gibi blog yazarları için geçerli olduğu gibi, gazetelerdeki köşe yazarları için de geçerli. İşte Oray Eğin'in Yasemin Çongar'ın eşinin CIA ajanı olduğunu iddia ettiği 2 Şubat 2010 tarihli yazısını okurken aklıma bu düşünceler geldi.
Neymiş efendim, Yasemin Çongar AFSA'ya bir makale yazmış, makalenin altında kısa CV'si yer alıyormuş, oraya kiminle evli olduğunu da yazmış. "Tabii AFSA'nın periyodik yayın oganına yazınca bu bir anlamda zorunluluk gibi." diyor Eğin. Neden bir zorunluluk olsun? Oray Eğin aklınca burada bilgiçlik taslıyor, "Yasemin Çongar eşinin kimliğini gizliyor, ama AFSA dergisine yazınca mecburen kocasının kimliğini açıklamak zorunda kaldı" demeye getiriyor. Eğin'in Amerikan kültürüne aşina olmadığının isbatı işte burada. Bir gazete veya dergi yazısını veya bir kitabı eline alan Amerikalılar "Kim bu yazar?" diye gayrı ihtiyari sorarlar, bu nedenle kitapların arka veya iç kapaklarında yazarın bir ufak resmi ve kısa bir tanıtım yazısı olur. Kimse bunu bir CV diye düşünmez, görmez. Burada illa medeni halinden söz edeceksin diye bir şart da yoktur, ama mesela, yazardan "Connecticut'taki çiftliğinde iki köpeği, üç atı ve beş ineğiyle birlikte yaşıyor" diye söz edildiğini görebilirsiniz. Oray Eğin'in saçmaladığını göstermek için fazla uzun boylu araştırmaya gerek yok, AFSA dergisinde Çongar'ın makalesinden bir önceki makalenin yazarının nasıl tanıtıldığına bakmak yeter: "Thomas Gorguissian muhalif Mısır gazetesi Al-Wafd'ın Washington temsilcisidir. Foreign Service Dergisi'nin Eylül 2000 sayısında Amerikan başkanlık seçimleri üzerine yazmıştı." Hani Gorguissian'ın medeni hali? Diyeceksiniz, "Ya adam evli değilse?" Peki o zaman AFSA'da yazıları çıkan ve haklarındaki tanıtım yazısında medeni halleri belirtilmeyen Khaled Abdulkareem, Matt Lussenhop veya Elise Labott'u ne yapıcaz? Bu kişiler de mi bekar? Uzatmaya gerek yok, Oray Eğin'in bilgiçlik taslarken saçmaladığı anlaşılmıştır sanırım.
Diğer bir nokta, Oray Eğin'in Yasemin Çongar bu makalesini sanki son birkaç ay içinde yayınlamış da Eğin bu makaleyi ortaya çıkarmış gibi sunması. Oysa makale Nisan 2002 tarihli Foreign Service Journal dergisinde yayınlanmış. Çongar, Taraf gazetesinde çalışmaya başlamadan önce Washington'daki en önemli Türk gazetecisi olarak bilinen, tanınan bir yazardı.
Değinmek istediğim üçüncü nokta, Oray Eğin'in yazısında AFSA'yı tanıtırken kullandığı ifadede yer alan minik ama etkili psikolojik harekat çarpıtması. AFSA'yı Eğin şöyle açıklıyor: "Amerikan Dışişleri'nde ya da yurtdışı görevlerinde bulunmuş kişilerin haklarını koruyan, hatta devletle onlar adına pazarlık yapan profesyonel bir kuruluş." AFSA'nın ne olduğunu bir de kendi web sitesinden okuyalım ve Eğin'in ifadelerinin kaynağını görelim: "The American Foreign Service Association (AFSA), established in 1924, is the professional association of the United States Foreign Service." Bu cümleyi ben şöyle çevirirdim: "1924'te kurulan Amerikan Hariciye Mensupları Birliği (AFSA), Birleşik Devletler Hariciyesi mensuplarının mesleki birliğidir." "United States Foreign Service" deyimiyle neyin kastedildiğini ilgili Wikipedia makalesinden daha ayrıntılı okuyabilirsiniz, geçiyorum.
Buradaki kritik kelime, "profesyonel." Türkçe'de en çok, futbolcuların kulüplerinden maddi gerekçelerle ayrılırken kullandıkları "Sonuçta ben profesyonelim" sözündeki "profesyonel" ile kastettikleri, tam da bu ifadenin hemen ardından gelen "bu işten ekmek yiyorum" açıklamasında gizli: Profesyonel, yaptığı iş karşılığında bir ücret alan kişidir. Bu tanıma göre Oray Eğin de bir profesyonel, Arda Turan da, köşedeki simitçi de, Yasemin Çongar'ın eşi de. Bu durumda, Çongar'ın makalesinin yayınlandığı dergiyi çıkaran AFSA'nın kendisi değil, üyeleri profesyonel, yani iş, güç sahibi meslek erbabı oluyorlar. Ama Oray Eğin "profesyonel"liği, ASFA üyelerine değil ASFA'ya atfederek, sanki bu kuruluşu bir suç şebekesi, bir lobi şirketi, veya, hadi açıkça ifade edelim CIA'nin bir tetikçi örgütü haline getiriyor. Oysa AFSA'nın profesyonellikle ilişkisi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türk Tabibler Birliği (TTB) veya Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) profesyonellikle ilişkisinden farksız. Türkiye'de kurulmuş olsa, muhtemelen Kanarya Sevenler Derneği'yle aynı yasal statüde olacak, üyelerinin aidat ödediği bir kuruluş AFSA. Anlaşılıyor ki Oray Eğin, Ergenekon soruşturması ve davaları sürecinde iyice gördüğümüz üzere, Türkiye'deki bu adı "sivil" ama kendileri "derin" bağlantıları olan örgütlerle bir tutuyor AFSA'yı. Öyle ya, kim inanır Sinan Aygün'ün ATO'nun başına, Ankara'daki onbinlerce ticaret erbabının demokratik bir seçimle ortaya koydukları irade sonucu seçildiğine!
Türkçe'de "profesyonel"in yaygın olarak kullanıldığı bir başka kullanım daha var, o da "kiralık katil" veya "tetikçi," yani tam anlamıyla işine konsantre olan, işini yaparken duygularını hiçbir şekilde karıştırmayan kişi anlamında. Görüyorsunuz Oray Eğin ufak bir darbeyle AFSA'ya böylesi bir çağrışımı olan "profesyonel"liği yakıştırıyor, kafaları bulandırıyor.
Şimdi gelelim Eğin'in asıl fahiş çarpıtmasına. "Çongar'ın eşi Chris Mason'ın bir de unvanı var: FSO... Bu da 'Yabancı hizmet subayı' demek..." diyor Eğin. FSO, Foreign Service Officer'ın kısaltması. "Foreign Service"i "Yabancı hizmet" diye çevirmesi ayrı bir komedi, ama asıl skandal Eğin'in "officer"i gördüğü yerde hemen "subay"ı yapıştırması.
Demek ki Eğin hiç Amerika'da bulunmamış, Amerika merkezli hiçbir sivil toplum kuruluşuna veya "profesyonel" derneğe üye olmamış, bu konuda hiçbir şey bilmiyor. Hadi gazeteciyim diye geçiniyor, Amerikan gazetecilerinin örgütlerini bile bilmiyor Eğin. Yoksa, kısa adı ASNE olan American Society of Newspaper Editors'ün yöneticilerine "officers" dendiğini, benzeri bir sürü kuruluşun seçimle işbaşına gelen yöneticilerinin aynı şekilde "officer" olarak anıldığını bilirdi.
Hadi diyelim "officer"in bu anlamını bilmiyor, insan biraz düşünür, Amerikan şirketlerinin en tepesindeki yöneticiye verilen ve CEO diye kısaltılan "Chief Executive Officer" deyimindeki "officer"i aklına getirir de, "Ya acaba bu FSO'daki officer başka bir officer olmasın?" diyerekten kendini gazete köşelerinde rezil olmaktan kurtarır... Heyhat, Eğin'de bu hassasiyeti, okura saygıyı ara ki bulasın!
Halbuki "Foreign Service Officer" veya kısaca FSO'nun ne "yabancı hizmet"le ne de "subay"lıkla uzaktan yakından ilgisi yok. FSO'nun ne olduğunu öğrenmek için google'da ufacık bir araştırma, Wikipedia'daki FSO maddesini şöyle bir gözden geçirme yeterli olurdu. Öğreniyoruz ki FSO'nun bizdeki karşılığı basbayağı "hariciyeci" veya "diplomat"! "Türkiye'nin meşhur FSO'ları kimdir?" diye sorsanız ilk aklıma gelecek isimler, Şükrü Elekdağ, İnal Batu, Onur Öymen, Faruk Loğoğlu, Yalım Eralp olur. Bu isimlerin askerlikle, subaylıkla ne alakası var?! Pek tabii ki yok, işte FSO o derece askerlikle alakasız bir ünvan, bu kadar basit!
Eh, bir gazetede köşem olmadığı için güncel olayları Eğin kadar yakından(!) takip edemiyorum; bu yazıyı yazmam biraz gecikti. Bu arada Eğin, konuyla ilgili bir yazı daha kaleme aldı ve bu yazıda, Chris Mason'un gönderdiği, benim yukarıda FSO hakkında değindiğim hususları de içeren bir açıklamayı yayınladı. Eğin köşesinde Mason'un "Bununla birlikte 'Dışişleri Memuru' anlamına gelen 'Foreign Service Officer' kelimelerini akıl almaz bir biçimde tercüme ederek tamamen farklı bir anlamda yani yazınızda belirtildiği gibi 'Yabancı Hizmet Subayı' anlamında tercüme etmek suretiyle bu konu sanki üstü kapalı ve gizli bir şeymiş gibi yansıtılmakla, hakkımda şüpheye yol açmakta ve itibarımı zedelemektedir." cümlesine yer verdi, yani Eğin'in okurları, onun yaptığı bu fahiş hatayı okudular, bu konuda bilgilendiler.
Ha, hemen belirteyim, Chris Mason'un Dışişleri'nden önce bir askerlik geçmişi olmasının konumuzla uzaktan yakından ilgisi yok, çünkü konumuz Mason'un subay (kökenli) olup olmadığı değil, FSO'nun "yabancı hizmet subayı"(!) anlamına gelip gelmediği.
Böyle bir durumda, dürüst ve onurlu bir gazeteciye düşen şuydu: "Değerli okurlar, sayın Chris Mason ve Yasemin Çongar, ben büyük bir eşeklik etmişim. FSO'nun hariciyeci veya diplomat anlamına geldiğini araştırıp öğrenmem gerekirdi, ama bunu yapmadan FSO'yu "yabancı hizmet subayı" diye yanlış bir biçimde çevirmişim. Hepinizden özür diliyorum." Peki Eğin ne yaptı? Hiç bir şey!
Yüzsüzlüğün bu kadarına pes!
Neymiş efendim, Yasemin Çongar AFSA'ya bir makale yazmış, makalenin altında kısa CV'si yer alıyormuş, oraya kiminle evli olduğunu da yazmış. "Tabii AFSA'nın periyodik yayın oganına yazınca bu bir anlamda zorunluluk gibi." diyor Eğin. Neden bir zorunluluk olsun? Oray Eğin aklınca burada bilgiçlik taslıyor, "Yasemin Çongar eşinin kimliğini gizliyor, ama AFSA dergisine yazınca mecburen kocasının kimliğini açıklamak zorunda kaldı" demeye getiriyor. Eğin'in Amerikan kültürüne aşina olmadığının isbatı işte burada. Bir gazete veya dergi yazısını veya bir kitabı eline alan Amerikalılar "Kim bu yazar?" diye gayrı ihtiyari sorarlar, bu nedenle kitapların arka veya iç kapaklarında yazarın bir ufak resmi ve kısa bir tanıtım yazısı olur. Kimse bunu bir CV diye düşünmez, görmez. Burada illa medeni halinden söz edeceksin diye bir şart da yoktur, ama mesela, yazardan "Connecticut'taki çiftliğinde iki köpeği, üç atı ve beş ineğiyle birlikte yaşıyor" diye söz edildiğini görebilirsiniz. Oray Eğin'in saçmaladığını göstermek için fazla uzun boylu araştırmaya gerek yok, AFSA dergisinde Çongar'ın makalesinden bir önceki makalenin yazarının nasıl tanıtıldığına bakmak yeter: "Thomas Gorguissian muhalif Mısır gazetesi Al-Wafd'ın Washington temsilcisidir. Foreign Service Dergisi'nin Eylül 2000 sayısında Amerikan başkanlık seçimleri üzerine yazmıştı." Hani Gorguissian'ın medeni hali? Diyeceksiniz, "Ya adam evli değilse?" Peki o zaman AFSA'da yazıları çıkan ve haklarındaki tanıtım yazısında medeni halleri belirtilmeyen Khaled Abdulkareem, Matt Lussenhop veya Elise Labott'u ne yapıcaz? Bu kişiler de mi bekar? Uzatmaya gerek yok, Oray Eğin'in bilgiçlik taslarken saçmaladığı anlaşılmıştır sanırım.
Diğer bir nokta, Oray Eğin'in Yasemin Çongar bu makalesini sanki son birkaç ay içinde yayınlamış da Eğin bu makaleyi ortaya çıkarmış gibi sunması. Oysa makale Nisan 2002 tarihli Foreign Service Journal dergisinde yayınlanmış. Çongar, Taraf gazetesinde çalışmaya başlamadan önce Washington'daki en önemli Türk gazetecisi olarak bilinen, tanınan bir yazardı.
Değinmek istediğim üçüncü nokta, Oray Eğin'in yazısında AFSA'yı tanıtırken kullandığı ifadede yer alan minik ama etkili psikolojik harekat çarpıtması. AFSA'yı Eğin şöyle açıklıyor: "Amerikan Dışişleri'nde ya da yurtdışı görevlerinde bulunmuş kişilerin haklarını koruyan, hatta devletle onlar adına pazarlık yapan profesyonel bir kuruluş." AFSA'nın ne olduğunu bir de kendi web sitesinden okuyalım ve Eğin'in ifadelerinin kaynağını görelim: "The American Foreign Service Association (AFSA), established in 1924, is the professional association of the United States Foreign Service." Bu cümleyi ben şöyle çevirirdim: "1924'te kurulan Amerikan Hariciye Mensupları Birliği (AFSA), Birleşik Devletler Hariciyesi mensuplarının mesleki birliğidir." "United States Foreign Service" deyimiyle neyin kastedildiğini ilgili Wikipedia makalesinden daha ayrıntılı okuyabilirsiniz, geçiyorum.
Buradaki kritik kelime, "profesyonel." Türkçe'de en çok, futbolcuların kulüplerinden maddi gerekçelerle ayrılırken kullandıkları "Sonuçta ben profesyonelim" sözündeki "profesyonel" ile kastettikleri, tam da bu ifadenin hemen ardından gelen "bu işten ekmek yiyorum" açıklamasında gizli: Profesyonel, yaptığı iş karşılığında bir ücret alan kişidir. Bu tanıma göre Oray Eğin de bir profesyonel, Arda Turan da, köşedeki simitçi de, Yasemin Çongar'ın eşi de. Bu durumda, Çongar'ın makalesinin yayınlandığı dergiyi çıkaran AFSA'nın kendisi değil, üyeleri profesyonel, yani iş, güç sahibi meslek erbabı oluyorlar. Ama Oray Eğin "profesyonel"liği, ASFA üyelerine değil ASFA'ya atfederek, sanki bu kuruluşu bir suç şebekesi, bir lobi şirketi, veya, hadi açıkça ifade edelim CIA'nin bir tetikçi örgütü haline getiriyor. Oysa AFSA'nın profesyonellikle ilişkisi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türk Tabibler Birliği (TTB) veya Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) profesyonellikle ilişkisinden farksız. Türkiye'de kurulmuş olsa, muhtemelen Kanarya Sevenler Derneği'yle aynı yasal statüde olacak, üyelerinin aidat ödediği bir kuruluş AFSA. Anlaşılıyor ki Oray Eğin, Ergenekon soruşturması ve davaları sürecinde iyice gördüğümüz üzere, Türkiye'deki bu adı "sivil" ama kendileri "derin" bağlantıları olan örgütlerle bir tutuyor AFSA'yı. Öyle ya, kim inanır Sinan Aygün'ün ATO'nun başına, Ankara'daki onbinlerce ticaret erbabının demokratik bir seçimle ortaya koydukları irade sonucu seçildiğine!
Türkçe'de "profesyonel"in yaygın olarak kullanıldığı bir başka kullanım daha var, o da "kiralık katil" veya "tetikçi," yani tam anlamıyla işine konsantre olan, işini yaparken duygularını hiçbir şekilde karıştırmayan kişi anlamında. Görüyorsunuz Oray Eğin ufak bir darbeyle AFSA'ya böylesi bir çağrışımı olan "profesyonel"liği yakıştırıyor, kafaları bulandırıyor.
Şimdi gelelim Eğin'in asıl fahiş çarpıtmasına. "Çongar'ın eşi Chris Mason'ın bir de unvanı var: FSO... Bu da 'Yabancı hizmet subayı' demek..." diyor Eğin. FSO, Foreign Service Officer'ın kısaltması. "Foreign Service"i "Yabancı hizmet" diye çevirmesi ayrı bir komedi, ama asıl skandal Eğin'in "officer"i gördüğü yerde hemen "subay"ı yapıştırması.
Demek ki Eğin hiç Amerika'da bulunmamış, Amerika merkezli hiçbir sivil toplum kuruluşuna veya "profesyonel" derneğe üye olmamış, bu konuda hiçbir şey bilmiyor. Hadi gazeteciyim diye geçiniyor, Amerikan gazetecilerinin örgütlerini bile bilmiyor Eğin. Yoksa, kısa adı ASNE olan American Society of Newspaper Editors'ün yöneticilerine "officers" dendiğini, benzeri bir sürü kuruluşun seçimle işbaşına gelen yöneticilerinin aynı şekilde "officer" olarak anıldığını bilirdi.
Hadi diyelim "officer"in bu anlamını bilmiyor, insan biraz düşünür, Amerikan şirketlerinin en tepesindeki yöneticiye verilen ve CEO diye kısaltılan "Chief Executive Officer" deyimindeki "officer"i aklına getirir de, "Ya acaba bu FSO'daki officer başka bir officer olmasın?" diyerekten kendini gazete köşelerinde rezil olmaktan kurtarır... Heyhat, Eğin'de bu hassasiyeti, okura saygıyı ara ki bulasın!
Halbuki "Foreign Service Officer" veya kısaca FSO'nun ne "yabancı hizmet"le ne de "subay"lıkla uzaktan yakından ilgisi yok. FSO'nun ne olduğunu öğrenmek için google'da ufacık bir araştırma, Wikipedia'daki FSO maddesini şöyle bir gözden geçirme yeterli olurdu. Öğreniyoruz ki FSO'nun bizdeki karşılığı basbayağı "hariciyeci" veya "diplomat"! "Türkiye'nin meşhur FSO'ları kimdir?" diye sorsanız ilk aklıma gelecek isimler, Şükrü Elekdağ, İnal Batu, Onur Öymen, Faruk Loğoğlu, Yalım Eralp olur. Bu isimlerin askerlikle, subaylıkla ne alakası var?! Pek tabii ki yok, işte FSO o derece askerlikle alakasız bir ünvan, bu kadar basit!
Eh, bir gazetede köşem olmadığı için güncel olayları Eğin kadar yakından(!) takip edemiyorum; bu yazıyı yazmam biraz gecikti. Bu arada Eğin, konuyla ilgili bir yazı daha kaleme aldı ve bu yazıda, Chris Mason'un gönderdiği, benim yukarıda FSO hakkında değindiğim hususları de içeren bir açıklamayı yayınladı. Eğin köşesinde Mason'un "Bununla birlikte 'Dışişleri Memuru' anlamına gelen 'Foreign Service Officer' kelimelerini akıl almaz bir biçimde tercüme ederek tamamen farklı bir anlamda yani yazınızda belirtildiği gibi 'Yabancı Hizmet Subayı' anlamında tercüme etmek suretiyle bu konu sanki üstü kapalı ve gizli bir şeymiş gibi yansıtılmakla, hakkımda şüpheye yol açmakta ve itibarımı zedelemektedir." cümlesine yer verdi, yani Eğin'in okurları, onun yaptığı bu fahiş hatayı okudular, bu konuda bilgilendiler.
Ha, hemen belirteyim, Chris Mason'un Dışişleri'nden önce bir askerlik geçmişi olmasının konumuzla uzaktan yakından ilgisi yok, çünkü konumuz Mason'un subay (kökenli) olup olmadığı değil, FSO'nun "yabancı hizmet subayı"(!) anlamına gelip gelmediği.
Böyle bir durumda, dürüst ve onurlu bir gazeteciye düşen şuydu: "Değerli okurlar, sayın Chris Mason ve Yasemin Çongar, ben büyük bir eşeklik etmişim. FSO'nun hariciyeci veya diplomat anlamına geldiğini araştırıp öğrenmem gerekirdi, ama bunu yapmadan FSO'yu "yabancı hizmet subayı" diye yanlış bir biçimde çevirmişim. Hepinizden özür diliyorum." Peki Eğin ne yaptı? Hiç bir şey!
Yüzsüzlüğün bu kadarına pes!
7 Haziran 2008 Cumartesi
Tartışmanın vakti gelmiştir: TBMM Anayasa Mahkemesi'ni kapatsın, yerine Anayasa Yüksek Mahkemesi'ni açsın!
[Bu yazı, 22 Mayıs 2008 tarihinde, Yargıtay bildirisinin ardından, Anayasa Mahkemesi'nin 5 Haziran 2008 kararından önce yazıldı.]
Ak Parti'ye açılan kapatma davası ve ardından yaşanan siyasi gelişmeleri üzüntüyle izliyorum. Tam 2007 Nisan'ında yaşanan e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı skandallarının kabusundan 22 Temmuz seçimleriyle uyandığımızı sanmıştık, bu sefer Doğan grubu medyasının Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına karşı yürüttüğü psikolojik harekata takıldık. Tam Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bir normalleşme atmosferine gireriz diye bekliyorduk, bu sefer başörtüsüyle ilgili anayasa değişiklikleri hakkında açılan iptal davası ve üniversitelerdeki keyfi ve yasakçı uygulamalar, ardından Ak Parti'ye açılan kapatma davası bozdu moralimizi. Bu kadar kötü hazırlanmış bir iddianame, böyle siyasi bir dava, yargının bu denli haddini aşması, Ak Parti'yi ve Erdoğan'ı bitirme adına Türkiye'nin bu denli pervasızca bir kaos ortamına sürüklenmesi... Bunları aklım almıyor. Bu yola girenlerin ülkeye ne büyük bir ihanet içinde olduklarını nasıl göremediklerini anlayamıyorum. Şimdi de yüksek yargının bildirileri çıktı.
Asker üzerinden sonuca gidemeyen karanlık çevrelerin şimdi de yargı yoluyla rejimi dinamitlediklerini görüyoruz. Dikkatimi ilk defa, Avrupa Komisyonu'nun 2004 yılı Türkiye ilerleme raporunu okuduğumda çekmişti, o zaman "bu yargıyla AB yolunda daha çok işimiz var, hadi siyasetçiler er ya da geç, AB yolunda ilerleyen bir Türkiye'de işlerin al takke ver külah şeklinde yürüyemeyeceğini görürler veya görecekler, ama Avrupa'dan, dünyadan bihaber yargımızı nasıl adam edeceğiz?" diye düşünmüştüm. Daha önceleri, adli yıl açılışlarında yapılan kimi konuşmalarda, yüksek yargı üyelerinin, Barolar Birliği çevresindeki kimi avukatların Anıtkabir'e cüppeleriyle çıkıp bütün olarak siyaset mekanizmasını şikayetlerini gördüğüm zaman, "Canım bırakalım, adamlar fikirlerini ifade etsinler, deşarj olsunlar, ne zararı var?" diye düşünürdüm çoğu zaman. Ama, Ak Parti'ye kapatma davası açmak gibi pervasız bir adımı atacaklarını hiç tahmin edemezdim. Adını koyalım: ciddi bir yargı sorunumuz var ve orta vadede çözümü çok zor bir sorun bu.
Bu arada, 2000 yılında mecliste Sadi Somuncuoğlu gibi siyasi çizgisi herkesin malumu olan bir ismi seçmek yerine Ahmet Necdet Sezer gibi ne idüğü belirsiz bir silik devlet memurunu cumhurbaşkanlığına getiren siyasetçilerin, başta kendi ikbali için 5+5 için bile milletvekillerine baskı yapan Erbakan olmak üzere, ne vahim bir hata yaptıklarını görmeliyiz. Bugünkü Anayasa Mahkemesi kompozisyonu, Sezer'in eseridir. Osman Paksüt, Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği'ni yapmış bir diplomattı. Bu adamın bir hakimlik geçmişi yok, hukuk üzerine basılı bir kitabı, bir hukuk adamı kimliği yok. Hukuk Fakültesi mezunu diye 2003'te Irak'a gönderilecek kadar dışişleri bürokrasisinin göbeğine girmiş bir adamın Anayasa Mahkemesi'ne nasıl olup da üye seçilebildiğini ve başkanvekilliğine kadar yükselebildiğini aklım hafsalam almıyor. Böyle bir mahkemeye nasıl saygı duyabilirim? "Canım olan oldu, artık 2000 yılındaki hesapların ne önemi var?" demeyelim, bundan sonra gözümüzü açık tutalım. Sezer olayından çıkarmamız gereken ders, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması gerektiğiydi, ama hala Abdullah Gül yerine etkisiz, silik bir ismin neden cumhurbaşkanı yapılmadığı konu edilebiliyor. Bugün Sezer tıynetli birisi cumhurbaşkanı olsaydı yaşayacağımız kaosun çok daha ağır olacağı açıkça ortadadır. En azından, "Ak Parti kapatıldıktan ve Erdoğan'a yasak geldikten sonra, Erdoğan bağımsız milletvekili olsa bile, cumhurbaşkanın ona hükümeti kurma görevi vereceği ne malum?" gibi bir saçma sapan, ülkeye hiçbir fayda getirmeyecek, ihanet kokan bir soru karşısında içimiz rahat, çünkü Çankaya'da Gül oturuyor. Orada Nimet Çubukçu, Hilmi Özkök veya sarışın güzel bir kadın otursaydı, bir de milli iradeye karşı kurulacak bu tip komplolarla uğraşmamız gerekecekti.
Hükümetin sergilediği "Bekle, gör" politikası gütmesi, kurbanlık koyun gibi boynunu bükerek Anayasa Mahkemesi kararını tevekkülle beklemesi beni üzüyor, çünkü bu şekilde aşağılanan ve etkisizleştirilen, aslında hükümet değil, bütün bir Türkiye, Türkiye'de seçimle tecelli eden milli irade. Hükümet parti kapatma gibi siyasi bir kararı hakimlerin elinden alan ve Ak Parti'nin kapatılması yönündeki senaryoları kesin olarak bitiren bir anayasa değişikliğini veya sonbaharda üstünde o kadar fırtına kopartılan sivil anayasa taslağını derhal referanduma sunmalıydı. Bunu yapamıyorduysa, istifa edip acilen erken seçime gitmeli, kendisine kurulan komployu seçim sandığında parçalamalıydı. Erdoğan'ın bu yola neden gitmediğini anlamıyorum. Ölümle veya şeref ve haysiyetini beş paralık edecek bir şantajla mı tehdit edildi, bilemiyorum. Belki de büyük bir fedakarlık yaptığını düşünerek böyle davranıyor. Ama her hal ve şartta, özgürlük alanını genişletecek bir hamle yapması, bütün fedakarlığını bu hamleye hasretmesi gerekirdi.
Ak Parti'nin kapatılmasını isteyen çevreler ve yüksek yargı tarafından, Ak Parti'ye açılan kapatma davasına, iddianameye ve genel olarak yüksek yargıya getirilen eleştirilere gösterilen tepkileri haksız ve ahlaksız buluyorum. Yargı kararlarına saygı duyarım ve uygulanmalarına sonuna kadar varım, ama bu kararların eleştirilemeyeceğini kabul edemem. Hele Yargıtay'ın, başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğine karşı çıkmasına ve kendini yasama organının yerine koymaya çalışmasına, çok daha üst perdeden tepki gösterilmesi gerekiyor.
Evet, artık "TBMM Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay'ı kapatabilir mi?"yi konuşmamızın vakti gelmiştir. "Ak Parti kapatılır, Erdoğan'a yasak gelirse, yeni parti kurulur, Erdoğan bağımsız milletvekili olarak meclise girer ve hükümeti kurar" gibi abuk sabuk, akla mantığa ziyan senaryoları konuşmak yerine, şu senaryoyu konuşmak çok daha sağlıklıdır:
"Meclis derhal toplansın, Anayasa Mahkemesi'yle ilgili anayasa maddelerini iptal etsin, "Anayasa Mahkemesi kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bütün üyeleri emekliye sevkedilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi'nde görüşülmekte olan bütün davalar Anayasa Yüksek Mahkemesi'ne devredilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi'nin üyeleri meclis tarafından şöyle seçilir, görev ve yetkileri şunlardır" diye bir anaysa değişikliği yapılsın"
Dikkat edin, "Meclis yüksek yargı organlarını kapatsın" demiyorum, şu anda böyle bir pozisyonu da savunmuyorum. Tartışma, meclisin böyle bir gücü ve yetkisinin olup olmadığıdır. Benim bu konudaki cevabım ise kesin ve net: Evet, meclisin Anayasa Mahkemesi'ni kapatmaya hem gücü hem de yetkisi vardır!
Bütün bu tartışmalarda Adnan Menderes'in 1960 öncesinde meclise hitaben söylediği "Siz dilerseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" sözünün niye yer almadığını da anlamıyorum. Adnan Menderes bu sözüyle şüphesiz meclise hilafeti geri getirme çağrısı yapmıyordu. Sadece meclisin neye muktedir olduğunu vurguluyordu, ama bu cesaretinin bedelini darağacında sallanarak ödedi. Türkiye'deki vesayet rejimini sona erdirmek için mücadeleye, demokrasi şehidi Adnan Menderes'in bıraktığı noktadan devam etmemiz lazım. Evet, TBMM dilerse hilafeti bile geri getirebilir, Anayasa Mahkemesi'ni bugün kapatır, yarın Anayasa Yüksek Mahkemesi diye yepyeni bir mahkeme yaratır! Yargıtay'ı bugün lağveder, yerine Yüksek Yargıtay'ı kurar. Danıştay'ı kapatır, Yüksek Danıştay'ı açar. Pervez Müşerref bunu Pakistan'da yaptı, ama Müşerref askeri darbeyle işbaşına gelmiş bir despottu. Pervez Müşerref yaparsa yargıya müdahale olur, kabul edilemez, ama TBMM yaparsa olmaz! Ben böyle düşünüyorum, ama görüldüğü üzere Pervez Müşerref hala iktidarda ve yaptığı yanına kar kaldı. Ama biz, TBMM anayasa değişikliği yapabilir mi, Anayasa Mahkemesi bu değişikliği iptal edebilir mi, bunları tartışıyoruz. Yani Pervez Müşerref yapıyor, TBMM yapamıyor. Yazık!
Dediğim gibi, Türkiye'nin yargı sorunu çok büyük bir sorundur ve büyük sorunlar büyük çözümlere ihtiyaç duyarlar. Yine yakın tarihimize bakalım ve 1933 üniversite reformunu hatırlayalım. 1933 yılında, İstanbul Darülfünunu'nun Türk İnkılabı'na ayak uyduramadığı görülünce, tam bir "Aç-Kapa!" daha doğrusu "Kapa-Aç" operasyonu yapılmıştı. Darülfunun kapatıldı, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu arada, tek tek atmakla başedilemeyecek bir sürü darülfunun hocasının da işine son verilmiş oldu. Görüldüğü üzere, inkılap işi tereddüde, yalpalamaya mahal vermiyor.
Türkiye'de siyasi tartışmaları, siyasetçilerin kelleleri üstünde kapatma davaları ve siyasi yasakların sallandırılması söyleminden acilen kurtarmalıyız. Medyaya, bürokrasi aygıtına, yüksek yargıya, askere ve kendini milli iradenin üstünde ve ülkenin gerçek sahibi olarak gören her türlü güç odağına hadlerini bildirmeliyiz. Seçimden seçime oylarıyla konuşan seçmenin karşısına böyle müstehzi bildirilerle çıkanlarla konuşmanın yolu, alttan almak değil, yüce meclisin yüceliğini hatırlatmaktır.
Ak Parti'ye açılan kapatma davası ve ardından yaşanan siyasi gelişmeleri üzüntüyle izliyorum. Tam 2007 Nisan'ında yaşanan e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı skandallarının kabusundan 22 Temmuz seçimleriyle uyandığımızı sanmıştık, bu sefer Doğan grubu medyasının Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına karşı yürüttüğü psikolojik harekata takıldık. Tam Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bir normalleşme atmosferine gireriz diye bekliyorduk, bu sefer başörtüsüyle ilgili anayasa değişiklikleri hakkında açılan iptal davası ve üniversitelerdeki keyfi ve yasakçı uygulamalar, ardından Ak Parti'ye açılan kapatma davası bozdu moralimizi. Bu kadar kötü hazırlanmış bir iddianame, böyle siyasi bir dava, yargının bu denli haddini aşması, Ak Parti'yi ve Erdoğan'ı bitirme adına Türkiye'nin bu denli pervasızca bir kaos ortamına sürüklenmesi... Bunları aklım almıyor. Bu yola girenlerin ülkeye ne büyük bir ihanet içinde olduklarını nasıl göremediklerini anlayamıyorum. Şimdi de yüksek yargının bildirileri çıktı.
Asker üzerinden sonuca gidemeyen karanlık çevrelerin şimdi de yargı yoluyla rejimi dinamitlediklerini görüyoruz. Dikkatimi ilk defa, Avrupa Komisyonu'nun 2004 yılı Türkiye ilerleme raporunu okuduğumda çekmişti, o zaman "bu yargıyla AB yolunda daha çok işimiz var, hadi siyasetçiler er ya da geç, AB yolunda ilerleyen bir Türkiye'de işlerin al takke ver külah şeklinde yürüyemeyeceğini görürler veya görecekler, ama Avrupa'dan, dünyadan bihaber yargımızı nasıl adam edeceğiz?" diye düşünmüştüm. Daha önceleri, adli yıl açılışlarında yapılan kimi konuşmalarda, yüksek yargı üyelerinin, Barolar Birliği çevresindeki kimi avukatların Anıtkabir'e cüppeleriyle çıkıp bütün olarak siyaset mekanizmasını şikayetlerini gördüğüm zaman, "Canım bırakalım, adamlar fikirlerini ifade etsinler, deşarj olsunlar, ne zararı var?" diye düşünürdüm çoğu zaman. Ama, Ak Parti'ye kapatma davası açmak gibi pervasız bir adımı atacaklarını hiç tahmin edemezdim. Adını koyalım: ciddi bir yargı sorunumuz var ve orta vadede çözümü çok zor bir sorun bu.
Bu arada, 2000 yılında mecliste Sadi Somuncuoğlu gibi siyasi çizgisi herkesin malumu olan bir ismi seçmek yerine Ahmet Necdet Sezer gibi ne idüğü belirsiz bir silik devlet memurunu cumhurbaşkanlığına getiren siyasetçilerin, başta kendi ikbali için 5+5 için bile milletvekillerine baskı yapan Erbakan olmak üzere, ne vahim bir hata yaptıklarını görmeliyiz. Bugünkü Anayasa Mahkemesi kompozisyonu, Sezer'in eseridir. Osman Paksüt, Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği'ni yapmış bir diplomattı. Bu adamın bir hakimlik geçmişi yok, hukuk üzerine basılı bir kitabı, bir hukuk adamı kimliği yok. Hukuk Fakültesi mezunu diye 2003'te Irak'a gönderilecek kadar dışişleri bürokrasisinin göbeğine girmiş bir adamın Anayasa Mahkemesi'ne nasıl olup da üye seçilebildiğini ve başkanvekilliğine kadar yükselebildiğini aklım hafsalam almıyor. Böyle bir mahkemeye nasıl saygı duyabilirim? "Canım olan oldu, artık 2000 yılındaki hesapların ne önemi var?" demeyelim, bundan sonra gözümüzü açık tutalım. Sezer olayından çıkarmamız gereken ders, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması gerektiğiydi, ama hala Abdullah Gül yerine etkisiz, silik bir ismin neden cumhurbaşkanı yapılmadığı konu edilebiliyor. Bugün Sezer tıynetli birisi cumhurbaşkanı olsaydı yaşayacağımız kaosun çok daha ağır olacağı açıkça ortadadır. En azından, "Ak Parti kapatıldıktan ve Erdoğan'a yasak geldikten sonra, Erdoğan bağımsız milletvekili olsa bile, cumhurbaşkanın ona hükümeti kurma görevi vereceği ne malum?" gibi bir saçma sapan, ülkeye hiçbir fayda getirmeyecek, ihanet kokan bir soru karşısında içimiz rahat, çünkü Çankaya'da Gül oturuyor. Orada Nimet Çubukçu, Hilmi Özkök veya sarışın güzel bir kadın otursaydı, bir de milli iradeye karşı kurulacak bu tip komplolarla uğraşmamız gerekecekti.
Hükümetin sergilediği "Bekle, gör" politikası gütmesi, kurbanlık koyun gibi boynunu bükerek Anayasa Mahkemesi kararını tevekkülle beklemesi beni üzüyor, çünkü bu şekilde aşağılanan ve etkisizleştirilen, aslında hükümet değil, bütün bir Türkiye, Türkiye'de seçimle tecelli eden milli irade. Hükümet parti kapatma gibi siyasi bir kararı hakimlerin elinden alan ve Ak Parti'nin kapatılması yönündeki senaryoları kesin olarak bitiren bir anayasa değişikliğini veya sonbaharda üstünde o kadar fırtına kopartılan sivil anayasa taslağını derhal referanduma sunmalıydı. Bunu yapamıyorduysa, istifa edip acilen erken seçime gitmeli, kendisine kurulan komployu seçim sandığında parçalamalıydı. Erdoğan'ın bu yola neden gitmediğini anlamıyorum. Ölümle veya şeref ve haysiyetini beş paralık edecek bir şantajla mı tehdit edildi, bilemiyorum. Belki de büyük bir fedakarlık yaptığını düşünerek böyle davranıyor. Ama her hal ve şartta, özgürlük alanını genişletecek bir hamle yapması, bütün fedakarlığını bu hamleye hasretmesi gerekirdi.
Ak Parti'nin kapatılmasını isteyen çevreler ve yüksek yargı tarafından, Ak Parti'ye açılan kapatma davasına, iddianameye ve genel olarak yüksek yargıya getirilen eleştirilere gösterilen tepkileri haksız ve ahlaksız buluyorum. Yargı kararlarına saygı duyarım ve uygulanmalarına sonuna kadar varım, ama bu kararların eleştirilemeyeceğini kabul edemem. Hele Yargıtay'ın, başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğine karşı çıkmasına ve kendini yasama organının yerine koymaya çalışmasına, çok daha üst perdeden tepki gösterilmesi gerekiyor.
Evet, artık "TBMM Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay'ı kapatabilir mi?"yi konuşmamızın vakti gelmiştir. "Ak Parti kapatılır, Erdoğan'a yasak gelirse, yeni parti kurulur, Erdoğan bağımsız milletvekili olarak meclise girer ve hükümeti kurar" gibi abuk sabuk, akla mantığa ziyan senaryoları konuşmak yerine, şu senaryoyu konuşmak çok daha sağlıklıdır:
"Meclis derhal toplansın, Anayasa Mahkemesi'yle ilgili anayasa maddelerini iptal etsin, "Anayasa Mahkemesi kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bütün üyeleri emekliye sevkedilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi'nde görüşülmekte olan bütün davalar Anayasa Yüksek Mahkemesi'ne devredilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi'nin üyeleri meclis tarafından şöyle seçilir, görev ve yetkileri şunlardır" diye bir anaysa değişikliği yapılsın"
Dikkat edin, "Meclis yüksek yargı organlarını kapatsın" demiyorum, şu anda böyle bir pozisyonu da savunmuyorum. Tartışma, meclisin böyle bir gücü ve yetkisinin olup olmadığıdır. Benim bu konudaki cevabım ise kesin ve net: Evet, meclisin Anayasa Mahkemesi'ni kapatmaya hem gücü hem de yetkisi vardır!
Bütün bu tartışmalarda Adnan Menderes'in 1960 öncesinde meclise hitaben söylediği "Siz dilerseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" sözünün niye yer almadığını da anlamıyorum. Adnan Menderes bu sözüyle şüphesiz meclise hilafeti geri getirme çağrısı yapmıyordu. Sadece meclisin neye muktedir olduğunu vurguluyordu, ama bu cesaretinin bedelini darağacında sallanarak ödedi. Türkiye'deki vesayet rejimini sona erdirmek için mücadeleye, demokrasi şehidi Adnan Menderes'in bıraktığı noktadan devam etmemiz lazım. Evet, TBMM dilerse hilafeti bile geri getirebilir, Anayasa Mahkemesi'ni bugün kapatır, yarın Anayasa Yüksek Mahkemesi diye yepyeni bir mahkeme yaratır! Yargıtay'ı bugün lağveder, yerine Yüksek Yargıtay'ı kurar. Danıştay'ı kapatır, Yüksek Danıştay'ı açar. Pervez Müşerref bunu Pakistan'da yaptı, ama Müşerref askeri darbeyle işbaşına gelmiş bir despottu. Pervez Müşerref yaparsa yargıya müdahale olur, kabul edilemez, ama TBMM yaparsa olmaz! Ben böyle düşünüyorum, ama görüldüğü üzere Pervez Müşerref hala iktidarda ve yaptığı yanına kar kaldı. Ama biz, TBMM anayasa değişikliği yapabilir mi, Anayasa Mahkemesi bu değişikliği iptal edebilir mi, bunları tartışıyoruz. Yani Pervez Müşerref yapıyor, TBMM yapamıyor. Yazık!
Dediğim gibi, Türkiye'nin yargı sorunu çok büyük bir sorundur ve büyük sorunlar büyük çözümlere ihtiyaç duyarlar. Yine yakın tarihimize bakalım ve 1933 üniversite reformunu hatırlayalım. 1933 yılında, İstanbul Darülfünunu'nun Türk İnkılabı'na ayak uyduramadığı görülünce, tam bir "Aç-Kapa!" daha doğrusu "Kapa-Aç" operasyonu yapılmıştı. Darülfunun kapatıldı, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu arada, tek tek atmakla başedilemeyecek bir sürü darülfunun hocasının da işine son verilmiş oldu. Görüldüğü üzere, inkılap işi tereddüde, yalpalamaya mahal vermiyor.
Türkiye'de siyasi tartışmaları, siyasetçilerin kelleleri üstünde kapatma davaları ve siyasi yasakların sallandırılması söyleminden acilen kurtarmalıyız. Medyaya, bürokrasi aygıtına, yüksek yargıya, askere ve kendini milli iradenin üstünde ve ülkenin gerçek sahibi olarak gören her türlü güç odağına hadlerini bildirmeliyiz. Seçimden seçime oylarıyla konuşan seçmenin karşısına böyle müstehzi bildirilerle çıkanlarla konuşmanın yolu, alttan almak değil, yüce meclisin yüceliğini hatırlatmaktır.
2 Aralık 2007 Pazar
Dikkatimi çeken birkaç haber
Bir ay kadar önce The Times'da okumuştum, Sam Shuster adlı bir dermatologun yayınladığı bir bilimsel makalede Karl Marx'ın, şiddetli psikolojik etkileri olabilen bir cilt hastalığı şikayeti olduğu ileri sürülüyormuş.
Shuster, Marx'ın yazıları ve mektuplarında değişik tarihlerde verdiği bilgilerden hareketle Marx'ın hidradenitis suppurativa adlı bir cilt rahatsızlığı olduğunu tespit etmiş. Bu hastalığa yakalananlar öfke nöbetlerine kapılır, görünüşleri olumsuz etkilendiği için kendilerine saygıları azalır, moralleri bozulur ve kendilerinden nefret etmeye başlarlamış. İlginçtir ki bu hastalık daha 1839'da bir Fransız doktoru tarafından tespit edilmiş, ama İngiltere'de bilinmiyormuş, dolayısıyla Marx'a doğru teşhis hiçbir zaman konulamamış. Kendi iç dünyasında yaşadığı çalkantılar, gerilimler Marx'ı insanlık tarihini bir sınıf mücadelesi olarak görmeye daha bir itmiş, burjuvaziye duyduğu nefreti keskinleştirmiş olabilir. Kaderin şu cilvesine bakın ki, eğer bu hastalığı teşhis ve tedavi edilmiş olsaydı, belki Marx bildiğimiz Marx olmayacak, Kapital'i yazmayacaktı. Kimbilir?
İlgimi çeken diğer bir haber, Amerikan ABC kanalının web sitesinde, İsrail'in son Suriye saldırısıyla ilgili. Bu haber, İsrail'in uydu ve havadan gözetleme teknolojilerinde geldiği son noktalar hakkında başka kaynaklarda ulaşılmasının zor olduğunu düşündüğüm teknik bilgiler veriyor.
Son olarak, geçenlerde İngilizce Zaman'da rastladığım bir haber ise beni endişeye sevketti. Kudüs'ten verdiği haberlerle tanıdığım Ayşe Karabat bu kez, "İlk kurşun" şehri Ayvalık'tan haber veriyor. Kimi Ayvalık'a yıllar önce yerleşmiş, kimi yakın zamanlarda gelmiş, Ayvalık'ta iş tutmuş Kürt vatandaşlarımıza yönelik örtülü boykot ve ufak çaplı da olsa bazı saldırılar olduğunu yazıyor Karabat. Bu haber Zaman'ın Türkçe baskısında yer alıyor mu diye baktım ama göremedim. Bizleri güneydoğu'da verdiğimiz şehitler kadar üzüntü ve endişeye sevketmesi gereken bir haber bu.
Shuster, Marx'ın yazıları ve mektuplarında değişik tarihlerde verdiği bilgilerden hareketle Marx'ın hidradenitis suppurativa adlı bir cilt rahatsızlığı olduğunu tespit etmiş. Bu hastalığa yakalananlar öfke nöbetlerine kapılır, görünüşleri olumsuz etkilendiği için kendilerine saygıları azalır, moralleri bozulur ve kendilerinden nefret etmeye başlarlamış. İlginçtir ki bu hastalık daha 1839'da bir Fransız doktoru tarafından tespit edilmiş, ama İngiltere'de bilinmiyormuş, dolayısıyla Marx'a doğru teşhis hiçbir zaman konulamamış. Kendi iç dünyasında yaşadığı çalkantılar, gerilimler Marx'ı insanlık tarihini bir sınıf mücadelesi olarak görmeye daha bir itmiş, burjuvaziye duyduğu nefreti keskinleştirmiş olabilir. Kaderin şu cilvesine bakın ki, eğer bu hastalığı teşhis ve tedavi edilmiş olsaydı, belki Marx bildiğimiz Marx olmayacak, Kapital'i yazmayacaktı. Kimbilir?
İlgimi çeken diğer bir haber, Amerikan ABC kanalının web sitesinde, İsrail'in son Suriye saldırısıyla ilgili. Bu haber, İsrail'in uydu ve havadan gözetleme teknolojilerinde geldiği son noktalar hakkında başka kaynaklarda ulaşılmasının zor olduğunu düşündüğüm teknik bilgiler veriyor.
Son olarak, geçenlerde İngilizce Zaman'da rastladığım bir haber ise beni endişeye sevketti. Kudüs'ten verdiği haberlerle tanıdığım Ayşe Karabat bu kez, "İlk kurşun" şehri Ayvalık'tan haber veriyor. Kimi Ayvalık'a yıllar önce yerleşmiş, kimi yakın zamanlarda gelmiş, Ayvalık'ta iş tutmuş Kürt vatandaşlarımıza yönelik örtülü boykot ve ufak çaplı da olsa bazı saldırılar olduğunu yazıyor Karabat. Bu haber Zaman'ın Türkçe baskısında yer alıyor mu diye baktım ama göremedim. Bizleri güneydoğu'da verdiğimiz şehitler kadar üzüntü ve endişeye sevketmesi gereken bir haber bu.
15 Kasım 2007 Perşembe
Pakistan üzerine bir haberden yola çıkarak bir medya taraması
Pazar günkü Zaman gazetesini internetten okurken, Pervez Müşerref ile Benazir Butto arasında, babaları üzerinden kurulan ilginç bir ilişkiye yer veren haber dikkatimi çekti.
Haber, "Cumali Önal/İslamabad" imzasını taşıyordu ve Zaman'ın İslamabad muhabiri tarafından, bir ajansa dayandırılmadan yapılmış özgün bir haber olarak görünüyordu. Haberi ilginç kılan ayrıntı ise, Pakistan'ın Urduca yayınlanan en büyük gazetesi Ceng'deki bir habere dayanıyor; bu haberde ise Benazir'in babası Zülfikar Ali Butto, Pervez'in babası Seyyid Müşerrefüddin'i Dışişleri Bakanlığı'ndan attığı bilgisine yer veriliyor. İkili arasındaki ilişkiyi babalarına kadar götüren ilginç bir ayrıntı.
Ancak haber, daha sonra Türk medyasında neredeyse hiç görmediğimiz, oysa Pakistan'ı anlamak için son derece önemli bir ayrıntı olan Pakistan'ın çok parçalı etnik yapısına ışık tutuyor. 1948'de Pakistan kurulurken bugünkü Hindistan topraklarında yaşayan milyonlarca Müslüman'ın yollara dökülmesi, bunlardan onbinlerce, hatta yüzbinlercesinin yollarda telef olmasının ardından Pakistan'a ulaşanların "muhacir" olarak adlandırılmaları... İşte Pakistan'ın resmi dili Urducayı konuşan asıl insanlar bu muhacirler. Ancak muhacirler elbette boş bir araziye gelmiyorlar. Güneyde Karaçi kenti civarında Sind eyaletinde Sindi konuşanlar, batıda Belucistan eyaletindeki Beluciler, doğuda Pencablılar, kuzey-kuzeybatıda Afgan sınırıboyunca uzanan bölgede Peştun ve diğer yerel dilleri konuşan ahali, kuzeydoğuda ise Azad Keşmir... Cumali Önal'ın haberinde Müşerref'in "Hindistan göçmeni bir ailenin çocuğu" olarak tanımlanması, Butto'nun ise Karaçi bölgesindeki kabile ve aşiret bağlarına atıfta bulunulması, Pakistan'da yaşananları bir çerçeveye oturtmak açısından hayati bilgiler. Bu arada, Navaz Şerif'in, Lahor şehrini de içine alan Pencab (Penç-beş, ve ab-su, pencab: beş su) eyaletinden olduğunu hatırlayalım.
Muhacirler ile Sind eyaletinin yerli halkı arasındaki gerilimin 1990'larda Karaçi'yi 1970'lerin sağ-sol, Alevi-Sünni çatışmalarına bulanmış Türkiyesinden çok daha berbat bir yer haline getirişinin hikayesini, eğer yakınınızda Pakistanlı bir arkadaşınız varsa ona sorunuz. Anahtar kelime olarak "MQM (Muhacir Kavmi Movement)"i kullanabilirsiniz.
Şimdi, bu haberi Zaman'da okuduktan sonra hemen "Acaba diğer gazetelerde bu haber var mı?" diye merak ettim ve sabah sabah ufak bir tarama yaptım. Pazar günkü Hürriyet ve Milliyet'te böyle bir habere rastlamayınca aklıma dank etti ve önce İngiliz Sunday Times'a, ardından New York Times'a baktım. İkisinde de Pakistan üzerine birden fazla haber ve yorum vardı ama bu haber yoktu. Bu arada, New York Times'da, Türk gazetelerinin Almanya baskıları ve yeni Almancı kuşağı kazanma konusunda yaşadıkları zorluklar üzerine ilginç bir habere rastladım, ama tekrar konumuza dönecek olursam, sizden bir isteğim olacak:
Pervez Müşerref'in babasının Benazir Butto'nun babası tarafından Dışişleri Bakanlığı'ndaki işinden atılmasıyla ilgili bir habere rastlayacak olursanız haber verir misiniz?
Hadi bir medya taraması başlatalım ve son olayların ışığında medyada çıkan haber ve yorumların Pakistan hakkında bize kalıcı ne gibi bilgiler verdiklerine bir bakalım.
Haber, "Cumali Önal/İslamabad" imzasını taşıyordu ve Zaman'ın İslamabad muhabiri tarafından, bir ajansa dayandırılmadan yapılmış özgün bir haber olarak görünüyordu. Haberi ilginç kılan ayrıntı ise, Pakistan'ın Urduca yayınlanan en büyük gazetesi Ceng'deki bir habere dayanıyor; bu haberde ise Benazir'in babası Zülfikar Ali Butto, Pervez'in babası Seyyid Müşerrefüddin'i Dışişleri Bakanlığı'ndan attığı bilgisine yer veriliyor. İkili arasındaki ilişkiyi babalarına kadar götüren ilginç bir ayrıntı.
Ancak haber, daha sonra Türk medyasında neredeyse hiç görmediğimiz, oysa Pakistan'ı anlamak için son derece önemli bir ayrıntı olan Pakistan'ın çok parçalı etnik yapısına ışık tutuyor. 1948'de Pakistan kurulurken bugünkü Hindistan topraklarında yaşayan milyonlarca Müslüman'ın yollara dökülmesi, bunlardan onbinlerce, hatta yüzbinlercesinin yollarda telef olmasının ardından Pakistan'a ulaşanların "muhacir" olarak adlandırılmaları... İşte Pakistan'ın resmi dili Urducayı konuşan asıl insanlar bu muhacirler. Ancak muhacirler elbette boş bir araziye gelmiyorlar. Güneyde Karaçi kenti civarında Sind eyaletinde Sindi konuşanlar, batıda Belucistan eyaletindeki Beluciler, doğuda Pencablılar, kuzey-kuzeybatıda Afgan sınırıboyunca uzanan bölgede Peştun ve diğer yerel dilleri konuşan ahali, kuzeydoğuda ise Azad Keşmir... Cumali Önal'ın haberinde Müşerref'in "Hindistan göçmeni bir ailenin çocuğu" olarak tanımlanması, Butto'nun ise Karaçi bölgesindeki kabile ve aşiret bağlarına atıfta bulunulması, Pakistan'da yaşananları bir çerçeveye oturtmak açısından hayati bilgiler. Bu arada, Navaz Şerif'in, Lahor şehrini de içine alan Pencab (Penç-beş, ve ab-su, pencab: beş su) eyaletinden olduğunu hatırlayalım.
Muhacirler ile Sind eyaletinin yerli halkı arasındaki gerilimin 1990'larda Karaçi'yi 1970'lerin sağ-sol, Alevi-Sünni çatışmalarına bulanmış Türkiyesinden çok daha berbat bir yer haline getirişinin hikayesini, eğer yakınınızda Pakistanlı bir arkadaşınız varsa ona sorunuz. Anahtar kelime olarak "MQM (Muhacir Kavmi Movement)"i kullanabilirsiniz.
Şimdi, bu haberi Zaman'da okuduktan sonra hemen "Acaba diğer gazetelerde bu haber var mı?" diye merak ettim ve sabah sabah ufak bir tarama yaptım. Pazar günkü Hürriyet ve Milliyet'te böyle bir habere rastlamayınca aklıma dank etti ve önce İngiliz Sunday Times'a, ardından New York Times'a baktım. İkisinde de Pakistan üzerine birden fazla haber ve yorum vardı ama bu haber yoktu. Bu arada, New York Times'da, Türk gazetelerinin Almanya baskıları ve yeni Almancı kuşağı kazanma konusunda yaşadıkları zorluklar üzerine ilginç bir habere rastladım, ama tekrar konumuza dönecek olursam, sizden bir isteğim olacak:
Pervez Müşerref'in babasının Benazir Butto'nun babası tarafından Dışişleri Bakanlığı'ndaki işinden atılmasıyla ilgili bir habere rastlayacak olursanız haber verir misiniz?
Hadi bir medya taraması başlatalım ve son olayların ışığında medyada çıkan haber ve yorumların Pakistan hakkında bize kalıcı ne gibi bilgiler verdiklerine bir bakalım.
14 Kasım 2007 Çarşamba
google, wikipedia, bilmek-bulmak ve ilim-irfan üstüne güzelleme
Geçenlerde Zaman gazetesini internet üstünden okuyordum, bir yazı ilgimi çekti.
Yazıda, Kur'an'da Hz. Musa kıssası anlatılırken Firavun'un yardımcısı olarak ismi zikredilen "Haman" adlı birinden sözediliyor. Bu isim Kitabı Mukaddes'te, Babil kralının yardımcısı olarak yer alıyormuş ve bu ayrıntı zamanında oryantalistlere Kur'an'da hata bulduklarını iddia ettirmiş. Ancak Maurice Bucaille müslüman olduktan sonra konuyu araştırıyor. Artık 20. yüzyıla gelindiği için eski Mısır hiyeroglifleri okunabilmektedir. Bucaille, Viyana'daki bir müzde yer alan bir anıtta Haman isminin yer aldığını tespit ediyor ve bunu, Kur'an'ın bir mucizesi olarak kaydediyor. İşte Zaman gazetesindeki yazı Bucaille'in bu tespitini bize aktarıyor.
Zamanında Medeniyet Tarihi dersi asistanlığı yapmış, hatta bir yıl bu dersi kendim de vermiştim. Discovery Channel seyreden herkes gibi benim de seyrettiğim bir sürü eski Mısır, firavunlar, piramitlerin gizemleri ve Tutankamon belgeseli var. Dahası 1995'te Mısır'a gitmişliğim var. Mısır'da, bize kene gibi yapışan, istemediğimiz halde fahri turist rehberliğimize soyunan ve sonunda bir para söğüşleme tuzağına bizleri kısmen düşüren biriyle tanışmıştık. O Mısırlıyla konuşurken, söz Arap-İsrail savaşlarına gelmişti. Mısırlı kardeşimiz, Mısırlıların bu savaşlarda büyük kahramanlıklar yaptıklarını, ancak asıl olarak İsrail'le değil, Amerika ve diğer batılı güçlerle savaştıklarını söylemişti. Ben ise biraz da onu sinir etmek adına "İsrailliler kendilerini Musa'nın torunları, sizleri ise Firavun'un torunları olarak görüyorlar, ne dersin?" diye sorunca birden hiddetle ayağa kalkmış, "Biz Hüseyn'in torunlarıyız!" diye kükremişti.
Yukarıdaki yazıyı okuyunca aklıma önce bu olay geldi. Sonra, "Acaba Zaman'daki haberin esası nedir?" diye araştırmaya karar verdim. Web tarayıcımı açtım, google'a gittim, "haman ancient egypt" şeklinde bir arama başlattım. Karşıma çıkan ilk sonuç, tam da bu konuyu elen alan Wikipedia maddesi idi. Bu maddede, Zaman'daki haberin belkemiğini oluşturan Maurice Bucaille'in iki kaynağının ikisi de yer alıyor. Hatta, bu kaynaklardaki hiyeroglif şekiller, bunların okunuşu ve Kur'an'daki Haman ifadesinin Arap harfleriyle yazılışı ile bu okunuşlar arasındaki farklar da inceleniyor.
Wikipedia maddesinde verilen linklerden birincisi, bu konuda çok daha ayrıntılı bilgiler veriyor. Tabii Wikipedia'dan yola çıkınca artık linkin bu konuda Kur'an'ın yanında mı karşısında mı yer aldığına bakmak gerekiyor. Makalenin yazarlarının isimlerine bakınca, müslümanlar olduğunu görüp rahatlıyoruz. Yazı, Kur'an'ı "Kitabı Mukaddes'ten aşırma bir derleme" olarak gören oryantalist ve misyoner anlayışı açıkça çürütüyor, Bucaille'in bulduğu hiyeroglif teşhisi önemli buluyor ve ayrıntılı olarak inceliyor, ancak mevcut bilgiler ışığında "Bu hiyeroglifte geçen isim Kur'an'da yer alan Haman'dır" diye kesin bir hükme varılamayacağı sonucuna ulaşıyor:
"Although there are a lot of interesting similarities between the Haman's mentioned in the Qur'an and in the hieroglyph, it is currently not possible to determine with a great degree of certainty whether this hieroglyph refers to the Qur'anic Haman"
Wikipedia makalesinin sonunda dört link verilmiş. Bunlardan ilkini yukarıda ele almıştım. Sonuncu link ise bizi tanıdık bir yere, Harun Yahya'nın web sitesine götürüyor.
Bu yazıyı inceleyince, Zaman gazetesinde Mustafa Aydın imzasıyla yayınlanan yazının, Harun Yahya sitesinde yer alan yazının neredeyse birebir tercümesi olduğunu anlıyoruz.
Nitekim google arama sonuçlarında 4 ve 5. sırada yer alan sayfaların Harun Yahya sitesinde yer alan yukarıda atıfta bulunulmuş sayfalar olduğunu görüyoruz. (2. sırada Wikipedia maddesinin tartışma sayfası, 3. sırada ise Harun Yahya sitesindeki yazıyı alıntılayan başka bir sayfa yer alıyor.) Google sıralamasındaki 8. sayfa, Wikipedia makalesinin link verdiği birinci sayfa olan, yukarıda bahsettiğim islamic-awareness sitesindeki sayfa. Google sıralamasındaki 6 ve 7. sayfalar ise, islamic-awareness'e karşı Andrew Vargo adlı birinin cevabını içeriyor ve İslam karşıtı olduğu anlaşılan answering-islam.com adlı bir sitede yayınlanıyor.
Bundan sonra ne yapmalıyım, bu konuda daha fazla bilgiye nasıl ulaşabilirim? Zaman gazetesindeki yazıyı okuduktan sonra, "Fe subhanallah! İşte olay bu!" deyip durabilirdim (Tabii, Zaman gazetesindeki yazıyı okumaya bile gerek duymamış olma hali de mümkün bir hal, onu da atlamayalım). Onu yapmadım, bir adım ötesine gittim. Bunu yapınca, Zaman'daki yazının Harun Yahya'dan alıntı olduğunu, onun da Maurice Bucaille'e dayandığını, müslümanlar tarafından hazırlanan web sayfalarının son tahlilde Bucaille'e dayandığını gördüm. Eğer bundan sonra hala araştırmaya devam etmeyi düşünüyorsam şunları yapmalıyım:
1. Bucaille'in kaynaklarını kontrol etmeliyim. Bucaille'in atıfta bulunduğu iki kitap ve bir eski Mısır uzmanının tanıklığı var.
1a. Kitaplardan birinin adı "Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien." Yukarıda yer alan answering-islam.com sitesindeki sayfada böyle bir kitabın olmadığı ileri sürülüyor, ama Google Books'ta yapılan bir araştırma, ilk sırada yine Harun Yahya'nın bir kitabını çıkarsa da, 1933, 1948 ve 1984 tarihlerinde yayınlanan eski Mısır'la ilgili üç farklı kitapta bu kitaba atıf yapıldığını gösteriyor, demek ki bu kitap gerçekten mevcut. Kitabın varlığından emin oldum, ama hala kitabı görebilmiş değilim. ....
1aa. Bu kitapta sözü edilen Viyana'daki Hof Müzesi'ne gidebilirim. ....
1b. Bucaille'in sözünü ettiği diğer kitap "Die Ägyptischen Personennamen" adını taşıyor. Google Books sayesinde bu kitabın ISBN numarasının 0685717232 olduğunu tespit ettim. Demek ki bu kitap gerçekten var, ama ben hala bu kitabı incelemiş değilim. ....
1c. Bucaille kitabında, konuyu açtığı Fransız eski Mısır uzmanının (Egyptologist) kimliğini deklare etmiyor. Bu eski Mısır uzmanının kim olduğunu araştırabilirim.
2. Eğer Haman'ın eski Mısır'da yaşamış tarihi bir şahsiyet olarak izlerini sürmeye başladıysam ve Hof Müzesi'ndeki bir kitabede adının geçtiğini Bucaille'in rivayetiyle öğrendiysem, neden başka kitabelerde bu ismi aramıyorum? Daha doğrusu, bu konuda şimdiye kadar bir sürü yazılar yazılmış, polemikler yapılmış da, neden kimse başka kitabeleri incelememiş? Sonuç itibarıyla sadece bugünkü Mısır toprakları üzerinde bile o dönemden kalma binlerce kitabe vardır. Acaba birisi bunları taramış da başka bir Haman'a rastlamamış mı, yoksa kimse böyle bir tarama yapmamış mı? ....
3. Hiyerogliflerde okunan hmn-h (ilk h'nin altında bir düz çizgi var) ile Kur'an'da geçen Arapça "Haman" ibaresi arasında, eski Mısır dili, Kıptice ve oradan Arapçaya uzanan dil geçişleri ayrı bir lingüistik çalışmayı gerektiriyor. ....
4. Tekrar google'a dönebilirim. Aramaya başladığımda girdiğim "haman ancient egypt" anahtar kelimeleri bana 64 bin sonuç getirmişti. Bu sonuçların şimdiye kadar sadece 10'una baktım. Diğerlerinin hepsini değilse bile, daha düzgün ve şimdiye kadar incelediğim sayfalardaki bilgileri tekrarlayan, farklı şeyler söylemeyenlerini elemek suretiyle geride kalanlarını tarayabilirim. Şu ana kadarki araştırmamda önemli olduğu ortaya çıkan Almanca kaynakların varlığını dikkate alarak ve benim arama terimlerimin özellikle İngilizce sayfaları getirdiğini hatırlayarak, Almanca ve eski Mısır araştırmalarında kullanılan diğer Batı dillerindeki web sayfalarını, kitapları ve google'ın indeksleyebildiği diğer her türlü bilgi kırıntısını araştırabilirim. ....
Yalçın Küçük'ün kelime kökenini Yoldaş Yonah (Hem-rah, Farsça bir terkiptir, yol-daş yani aynı yolun yolcusu manasına; bizim Yunus aleyhisselam olarak tanıdığımız peygamberin adı Eski Ahit'te Yonah Yod-Nun-Hey harfleriyle yazılır) olarak düşündüğü Yunus Emre gibi ben de derim:
İlim ilim bilmektir
İlim hiyeroglif, linguistik, ibrani, arabi, tarih, arama motoru algoritması bilmektir
Bilmesen bile bileni, bilmeyi ve bulmayı bilmektir
Sen hiçbirin bilmezsin
Ya bilmediğini nasıl bulacaksın
Bu nice okumaktır.
Yazıda, Kur'an'da Hz. Musa kıssası anlatılırken Firavun'un yardımcısı olarak ismi zikredilen "Haman" adlı birinden sözediliyor. Bu isim Kitabı Mukaddes'te, Babil kralının yardımcısı olarak yer alıyormuş ve bu ayrıntı zamanında oryantalistlere Kur'an'da hata bulduklarını iddia ettirmiş. Ancak Maurice Bucaille müslüman olduktan sonra konuyu araştırıyor. Artık 20. yüzyıla gelindiği için eski Mısır hiyeroglifleri okunabilmektedir. Bucaille, Viyana'daki bir müzde yer alan bir anıtta Haman isminin yer aldığını tespit ediyor ve bunu, Kur'an'ın bir mucizesi olarak kaydediyor. İşte Zaman gazetesindeki yazı Bucaille'in bu tespitini bize aktarıyor.
Zamanında Medeniyet Tarihi dersi asistanlığı yapmış, hatta bir yıl bu dersi kendim de vermiştim. Discovery Channel seyreden herkes gibi benim de seyrettiğim bir sürü eski Mısır, firavunlar, piramitlerin gizemleri ve Tutankamon belgeseli var. Dahası 1995'te Mısır'a gitmişliğim var. Mısır'da, bize kene gibi yapışan, istemediğimiz halde fahri turist rehberliğimize soyunan ve sonunda bir para söğüşleme tuzağına bizleri kısmen düşüren biriyle tanışmıştık. O Mısırlıyla konuşurken, söz Arap-İsrail savaşlarına gelmişti. Mısırlı kardeşimiz, Mısırlıların bu savaşlarda büyük kahramanlıklar yaptıklarını, ancak asıl olarak İsrail'le değil, Amerika ve diğer batılı güçlerle savaştıklarını söylemişti. Ben ise biraz da onu sinir etmek adına "İsrailliler kendilerini Musa'nın torunları, sizleri ise Firavun'un torunları olarak görüyorlar, ne dersin?" diye sorunca birden hiddetle ayağa kalkmış, "Biz Hüseyn'in torunlarıyız!" diye kükremişti.
Yukarıdaki yazıyı okuyunca aklıma önce bu olay geldi. Sonra, "Acaba Zaman'daki haberin esası nedir?" diye araştırmaya karar verdim. Web tarayıcımı açtım, google'a gittim, "haman ancient egypt" şeklinde bir arama başlattım. Karşıma çıkan ilk sonuç, tam da bu konuyu elen alan Wikipedia maddesi idi. Bu maddede, Zaman'daki haberin belkemiğini oluşturan Maurice Bucaille'in iki kaynağının ikisi de yer alıyor. Hatta, bu kaynaklardaki hiyeroglif şekiller, bunların okunuşu ve Kur'an'daki Haman ifadesinin Arap harfleriyle yazılışı ile bu okunuşlar arasındaki farklar da inceleniyor.
Wikipedia maddesinde verilen linklerden birincisi, bu konuda çok daha ayrıntılı bilgiler veriyor. Tabii Wikipedia'dan yola çıkınca artık linkin bu konuda Kur'an'ın yanında mı karşısında mı yer aldığına bakmak gerekiyor. Makalenin yazarlarının isimlerine bakınca, müslümanlar olduğunu görüp rahatlıyoruz. Yazı, Kur'an'ı "Kitabı Mukaddes'ten aşırma bir derleme" olarak gören oryantalist ve misyoner anlayışı açıkça çürütüyor, Bucaille'in bulduğu hiyeroglif teşhisi önemli buluyor ve ayrıntılı olarak inceliyor, ancak mevcut bilgiler ışığında "Bu hiyeroglifte geçen isim Kur'an'da yer alan Haman'dır" diye kesin bir hükme varılamayacağı sonucuna ulaşıyor:
"Although there are a lot of interesting similarities between the Haman's mentioned in the Qur'an and in the hieroglyph, it is currently not possible to determine with a great degree of certainty whether this hieroglyph refers to the Qur'anic Haman"
Wikipedia makalesinin sonunda dört link verilmiş. Bunlardan ilkini yukarıda ele almıştım. Sonuncu link ise bizi tanıdık bir yere, Harun Yahya'nın web sitesine götürüyor.
Bu yazıyı inceleyince, Zaman gazetesinde Mustafa Aydın imzasıyla yayınlanan yazının, Harun Yahya sitesinde yer alan yazının neredeyse birebir tercümesi olduğunu anlıyoruz.
Nitekim google arama sonuçlarında 4 ve 5. sırada yer alan sayfaların Harun Yahya sitesinde yer alan yukarıda atıfta bulunulmuş sayfalar olduğunu görüyoruz. (2. sırada Wikipedia maddesinin tartışma sayfası, 3. sırada ise Harun Yahya sitesindeki yazıyı alıntılayan başka bir sayfa yer alıyor.) Google sıralamasındaki 8. sayfa, Wikipedia makalesinin link verdiği birinci sayfa olan, yukarıda bahsettiğim islamic-awareness sitesindeki sayfa. Google sıralamasındaki 6 ve 7. sayfalar ise, islamic-awareness'e karşı Andrew Vargo adlı birinin cevabını içeriyor ve İslam karşıtı olduğu anlaşılan answering-islam.com adlı bir sitede yayınlanıyor.
Bundan sonra ne yapmalıyım, bu konuda daha fazla bilgiye nasıl ulaşabilirim? Zaman gazetesindeki yazıyı okuduktan sonra, "Fe subhanallah! İşte olay bu!" deyip durabilirdim (Tabii, Zaman gazetesindeki yazıyı okumaya bile gerek duymamış olma hali de mümkün bir hal, onu da atlamayalım). Onu yapmadım, bir adım ötesine gittim. Bunu yapınca, Zaman'daki yazının Harun Yahya'dan alıntı olduğunu, onun da Maurice Bucaille'e dayandığını, müslümanlar tarafından hazırlanan web sayfalarının son tahlilde Bucaille'e dayandığını gördüm. Eğer bundan sonra hala araştırmaya devam etmeyi düşünüyorsam şunları yapmalıyım:
1. Bucaille'in kaynaklarını kontrol etmeliyim. Bucaille'in atıfta bulunduğu iki kitap ve bir eski Mısır uzmanının tanıklığı var.
1a. Kitaplardan birinin adı "Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien." Yukarıda yer alan answering-islam.com sitesindeki sayfada böyle bir kitabın olmadığı ileri sürülüyor, ama Google Books'ta yapılan bir araştırma, ilk sırada yine Harun Yahya'nın bir kitabını çıkarsa da, 1933, 1948 ve 1984 tarihlerinde yayınlanan eski Mısır'la ilgili üç farklı kitapta bu kitaba atıf yapıldığını gösteriyor, demek ki bu kitap gerçekten mevcut. Kitabın varlığından emin oldum, ama hala kitabı görebilmiş değilim. ....
1aa. Bu kitapta sözü edilen Viyana'daki Hof Müzesi'ne gidebilirim. ....
1b. Bucaille'in sözünü ettiği diğer kitap "Die Ägyptischen Personennamen" adını taşıyor. Google Books sayesinde bu kitabın ISBN numarasının 0685717232 olduğunu tespit ettim. Demek ki bu kitap gerçekten var, ama ben hala bu kitabı incelemiş değilim. ....
1c. Bucaille kitabında, konuyu açtığı Fransız eski Mısır uzmanının (Egyptologist) kimliğini deklare etmiyor. Bu eski Mısır uzmanının kim olduğunu araştırabilirim.
2. Eğer Haman'ın eski Mısır'da yaşamış tarihi bir şahsiyet olarak izlerini sürmeye başladıysam ve Hof Müzesi'ndeki bir kitabede adının geçtiğini Bucaille'in rivayetiyle öğrendiysem, neden başka kitabelerde bu ismi aramıyorum? Daha doğrusu, bu konuda şimdiye kadar bir sürü yazılar yazılmış, polemikler yapılmış da, neden kimse başka kitabeleri incelememiş? Sonuç itibarıyla sadece bugünkü Mısır toprakları üzerinde bile o dönemden kalma binlerce kitabe vardır. Acaba birisi bunları taramış da başka bir Haman'a rastlamamış mı, yoksa kimse böyle bir tarama yapmamış mı? ....
3. Hiyerogliflerde okunan hmn-h (ilk h'nin altında bir düz çizgi var) ile Kur'an'da geçen Arapça "Haman" ibaresi arasında, eski Mısır dili, Kıptice ve oradan Arapçaya uzanan dil geçişleri ayrı bir lingüistik çalışmayı gerektiriyor. ....
4. Tekrar google'a dönebilirim. Aramaya başladığımda girdiğim "haman ancient egypt" anahtar kelimeleri bana 64 bin sonuç getirmişti. Bu sonuçların şimdiye kadar sadece 10'una baktım. Diğerlerinin hepsini değilse bile, daha düzgün ve şimdiye kadar incelediğim sayfalardaki bilgileri tekrarlayan, farklı şeyler söylemeyenlerini elemek suretiyle geride kalanlarını tarayabilirim. Şu ana kadarki araştırmamda önemli olduğu ortaya çıkan Almanca kaynakların varlığını dikkate alarak ve benim arama terimlerimin özellikle İngilizce sayfaları getirdiğini hatırlayarak, Almanca ve eski Mısır araştırmalarında kullanılan diğer Batı dillerindeki web sayfalarını, kitapları ve google'ın indeksleyebildiği diğer her türlü bilgi kırıntısını araştırabilirim. ....
Yalçın Küçük'ün kelime kökenini Yoldaş Yonah (Hem-rah, Farsça bir terkiptir, yol-daş yani aynı yolun yolcusu manasına; bizim Yunus aleyhisselam olarak tanıdığımız peygamberin adı Eski Ahit'te Yonah Yod-Nun-Hey harfleriyle yazılır) olarak düşündüğü Yunus Emre gibi ben de derim:
İlim ilim bilmektir
İlim hiyeroglif, linguistik, ibrani, arabi, tarih, arama motoru algoritması bilmektir
Bilmesen bile bileni, bilmeyi ve bulmayı bilmektir
Sen hiçbirin bilmezsin
Ya bilmediğini nasıl bulacaksın
Bu nice okumaktır.
Bismillah!
Bismillah her hayrın başıdır, biz de hayırlı olmasını dilediğimiz bu işe "Bismillah!" diyerek başlayalım. Ve minallahi't-tevfik...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)