27 Mayıs 2018 Pazar

Türkiye Kudüs'ü İsrail'in değil Filistin'in başkenti olarak tanır (2005'ten bir yazı)

Aşağıdaki yazıyı 3 Ocak 2005'te, o tarihte Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül'ün bir İsrail seyahati öncesinde yazmışım. "One minute"ten, 2007 e-muhtırasından, Ergenekon-Balyoz davalarından, FETÖ'nün FETÖ olmasından çok önce yazılmış bu yazı, o tarihte Ak Parti tabanındaki bir kişinin Kudüs hassasiyeti olarak okunmalı.

-------

Dışişleri Bakanı Gül'ün İsrail ziyareti

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, İsrail'e gidiyor. Daha doğrusu Gül, İsrail,
Filistin ve Ürdün'ü kapsayan bir geziye çıkıyor. Dışişleri bakanının bu
ziyarette İsrail başbakanı Ariel Sharon ile de görüşeceği anlaşılıyor. Ak
Parti hükümetinin İsrail ile ilişkileri olabilecek en soğuk duzeye çektiği,
nitekim İsraillilerin uzun süredir bu ziyaretin gerçekleşmesi için baskı
yaptıkları, Gül'ün ancak buraya kadar direnebildiği söyleniyor.

Sonuç itibariyle Türkiye, 1948'de kurulduğu zaman İsrail'i ilk tanıyan
ülkelerden birisidir ve iki ülke arasında 1990ların sonunda çeşitli
nedenlerle oldukça yakın ilişkiler kurulmuştur. Ayrıca İsrail'i Türkiye'de
destekleyen güçlü kesimlerin olduğu biliniyor. Bu durumda hükümet için
İsrail'le ilişkiler, en azından "katlanılması gereken" bir durumdur.

Ancak diplomasi, kaba fırça darbelerinin yanında, hassas ve ince çizgileri
belirleme sanatıdır. Bu gezide Abdullah Gül'ün, İsrail ile Filistin
arasında, bir zamanlar ABD'nin Türkiye ile Yunanistan arasında gözettiğine
benzer, tam bir denge kurduğumuzu açıkça göstermesi gereklidir. Yani Gül,
İsrail ziyaretinde ne yaptıysa aynısını, eksiksiz bir biçimde, gezisinin
Filistin ayağında da yapmalıdır. Ariel Sharon ile kaç dakika görüştüyse,
Mahmud Abbas ile görüşmesini de tam olarak aynı dakika kadar yapmalıdır.
İçeride Abbas ile oturup televizyon mu seyrederler, tavla mı oynarlar, orası
önemli değil.

Dışişleri bakanı, bu gezisinde özellikle Türkiye'nin Kudüs'ü İsrail'in
başkenti olarak tanımadığını gösteren davranışlar sergilemelidir. Nitekim
bizim İsrail elçiliğimiz Kudüs'te değil Tel-Aviv'dedir. Sharon ve diğer
İsrailli yetkililerle bütün görüşmelerini Tel Aviv'de yapmalıdır. Kudüs'teki
İsrail Parlamentosu Knesset'e kesinlikle adım atmamalıdır. Özellikle Doğu
Kudüs'teki hiçbir İsrail resmi makamıyla temas etmemelidir. Doğu Kudüs'te
bir zamanlar FKÖ'nün gayriresmi temsilciliği olan "Orient House"i ziyaret
etmeye çalışmalıdır.

İsraillerin Gül'ün programına, Kudüs'teki Holocaust anma müzesi Yad Vashem'i
ziyareti koyacakları kesin gibidir. Buna karşılık Gül de mutlaka
Filistinlilerin bir mezarlığını ziyaret etmeli, çocukları İsrail tarafından
öldürülmüş bir Filistinli aileyi ziyaret etmeye çalışmalıdır. Gül'ün
programında, bölgenin Osmanlı geçmişini hatırlatacak unsurlar mutlaka yer
almalıdır. Mesela Kudüs'teki Özbek tekkesi ziyaret edilebilir.

Eğer şimdiye kadar Türk dışişleri bakanları veya Türk yetkililer
yapmadılarsa, Kudüs ziyaretlerinde ilgili makamlara Osmanlı arşivlerinden
uygun belgelerin suretleri hediye edilebilir. Church of the Holy
Sepulchüre'daki Hristiyan gruplar ayrı ayrı, kendi aralarındaki hiyerarşiden
önce Osmanlı döneminde tanınmış hakları gözetilerek ziyaret edilmeli,
kendilerine hediyeler verilmelidir. Burasının hemen yani basındaki Hz. Ömer
mescidi mutlaka ziyaret edilmeli, burada medeniyetler çatışmasına karşı
İslam'ın barış mesajını içeren demeçler verilmelidir. Mescid-i Aksa vakıf
idaresi ve Kudüs Müftüsü mutlaka ziyaret edilmelidir.

Diplomaside semboller önemlidir. Diplomaside davalar, küçük ayrıntılarda
uzun yıllar boyu ısrar edilmesi sonucu inşa edilir. Büyük devlet olmanın
gereği, bu ayrıntılara dikkat etmekten ve konuların tarihi boyutlarındansa
haberdar olmaktan geçer. Polonya'nın Rusya ve Prusya tarafından ortadan
kaldırılması, Osmanlılar tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiş, 19.
yüzyılda ne zaman İstanbul'daki sefirlerin bir resmi kabulü yapılsa,
teşrifatçıların yüksek sesle "Lehistan sefiri nerede?" diye sormaları adet
olmuş. Bu şekilde Osmanlı Devleti, Lehistan'ın yıkılmasını hiçbir zaman
kabul etmediğini göstermiş. Polonyalılarda Türkiye'ye karşı hala süregelen
sempatinin köklerinde bu yatmaktadır. Şimdi Türkiye'nin Filistin davasına
vereceği en büyük destek, uluslararası hukuk ve diplomasinin kadim
kurallarına atıfta bulunmak, İsraillilere bir oldu-bittinin kabul
edilemeyeceği mesajını sürekli vermektir.

Tabii, içinde muhterem Ahmet Davudoğlu'nun bulunduğu bir dış politika ekibi,
bu hususların hepsini, çok daha incelikli bir şekilde düşünmüştür, benimki
sadece kendi kafamdan geçenleri yazıya dökmek.