Aşağıdaki yazıyı bundan 13 yıl önce, Şubat 2001'de, Es'ad Coşan hocaefendinin Avustralya'da şüpheli bir şekilde vefatının ardından defnedilmesinin hemen sonrasında kaleme almışım. Gülen Cemaati'ni 1980lerin ortalarından beri takip eden biri olarak, bu yazıyı yazdığımda artık bu cemaatin, Türkiye'deki diğer İslami gruplar, cemaatler ve tarikatlar gibi, dışa açılması, bir anlamda "normalleşme"si gerektiğini düşünüyordum. Ben bu yazıyı yazdıktan bir buçuk yıl sonra Ak Parti iktidara geldi ve Türkiye'de normalleşme adına önemli adımlar atıldı. Ancak son dönemde yaşadıklarımız, Gülen Cemaati'nin hala içine kapalı ve tedbirci yapısını devam ettirdiğini gösteriyor.
Bu blogda geçenlerde yayınladığım "Fethullah Gülen bir simulacrum mudur?" başlıklı yazıda, Fethullah Gülen figürü üzerinden, cemaatin içinde bulunduğu garip durumu ele almıştım. Bir taraftan Gülen figürünün kendisi, gerçeküstü veya gerçek ötesi, post-modern bir durum arzederken diğer taraftan da "Cemaat" olgusu, bir türlü isimlendirilemeyen, tanımlanamayan bir mahiyet arzediyor. Son 5-6 yılda, Gülen Cemaati'nin "Cemaat nedir?" sorusuna vermeye çalıştığı cevaplara, kendilerini nasıl isimlendirmeye çalıştıklarına bir bakalım. Batı'da çeşitli akademik konferanslarla kendilerini tanıtırken, "Gülen Hareketi" (Gülen Movement) ismini kullandılar. Hareket kelimesinin verdiği aksiyoner hava aynı zamanda "Gönüllüler Hareketi" tanımlamasıyla karşımıza çıktı. Bu dönemde cemaat, kendisini bir "sivil toplum kuruluşu" olarak lanse ediyor, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı üzerinden resmiyet kazanmaya çalışıyordu. Derken, 7 Şubat krizi zamanlarında, cemaat içinde eskiden beri kullanılan ama dışarıya pek yansımayan, ta Risale-i Nurlarda geçen "İman ve Kur'an Hizmeti" tabirinden kısaltmayla "Hizmet" ismini sirkülasyona soktular. Nihayet Ekrem Dumanlı'nın icat ettiği "Camia" sözünü görüyoruz. Camia kelimesi günümüz Türkçesinde, futbol kulübü taraftarları topluluğu veya büyük şehirlerdeki hemşehri toplulukları gibi, fazla hiyerarşik olmayan, bireylerin gönül bağlarıyla bağlı olduğu toplulukları ifade etmek için kullanılır. Gülen Cemaati örneğinde ise Camia ifadesiyle, cemaatin katı hiyerarşik yapısının perdelenmek istendiğini düşünebiliriz. Bir de, Gülen'in ABD'de olması ve cemaatin sosyal medyadaki hızlı silahşörleri olan Zaman ve Today's Zaman yazarlarının yurtdışı bağlantılı oldukları ithamından hareketle, Nazlı Ilıcak'a yazdırılan kitabın başlığında yer alan "The Cemaat" ifadesi var.
Sonuçta şu noktadayız. Karşımızda, Cemaat, Camia, Hizmet, Gülen Hareketi gibi isimlerle anılan, ancak anıldığı isimlerin sayısı arttıkça ne idüğü giderek müphemleşen bir yapı var. İşte bu atmosferde, benim ta 2001'de yaptığım aşağıdaki tespitlerin daha da önemli olduğunu düşünüyorum.
Cemaat safları geniş tutmayalım, avluya taşmak yasak!
Esad Coşan hocaefendinin vefatı, cenazesinin Türkiye'ye getirilmesi, Fatih
Camisi'nde cenaze namazının kılınması ve defnedilmesi süreci, "tarikatler"
konusunun birkaç günlüğüne de olsa yeniden gündeme yerleşmesine yol açtı.
"Esad Coşan merhum, vefatıyla gündem oluşturdu" denebilir, veya "Bu defa
düğmeye ilahi emrin tecellisi bastı" denebilir. Ama geçtiğimiz Pazar Esad
Coşan hocanın vefat ettiği haberinin Türkiye'ye ulaşmasından sonra bir hafta
boyunca olayların gelişmesinde rol oynayan önemli "aktörler" vardı. Bu bir
hafta boyunca neler olabileceği, önce Esad Coşan'ın ailesine ve cemaatine
bağlıydı; bence Esad hoca ve damadının defin yeri konusunda farklı bir tavır
sergileyerek aleyhteki medya kampanyasını pekala bertaraf edebilirlerdi.
Medya'nın bu vefatı değerlendirme şekli de belirleyici bir faktördü; onlar
tam da kendilerinden bekleneni yaptılar. Raflardan hafif tozlanmış
"tarikat-siyaset-ticaret" dosyalarını indirdiler, Türkiye'deki tarikatleri
ve kollarını gösteren semaları yeniden hatırladılar. Televizyonlarda
tartışmalar, açık oturumlar yapıldı. Kimin ne söyleyeceğinin belli olduğu
programlardı bunlar. Herkesin bir atımlık kursunu vardı, ve zaten herkes
kurşununu atalı yıllar olmuştu. Herşeyden önce 1997 öncesi irtica söylemleri
bugüne uymuyordu. Eskiden "İmam-Hatiplerin sayısı hızla artıyor" denirdi, şimdi
İmam-Hatip mi kalmıştı geride! Eskiden "tarikat-siyaset" ilişkisinden söz
edilirdi. Şimdi "tarikat şeyhlerinin önünde oy dilenen" partiler barajı geçemez
olmuştu. Eskiden MSP çizgisinin kuruluşunda M. Zahid Kotku'nun etkisinden söz
edilirdi. Ama şimdi Esad Coşan vefat etmişti. Esad Coşan Erbakan'a ve dinin
siyasallaştırılmasına karşı çıkmamış mıydı? Başbakanlık Konutu'nda tarikat
şeyhlerine yemek verilmesini de gündeme getirmek zordu, çünkü Esad Coşan o
yemeğe de katılmamıştı! Anlayacağınız bu sefer çetin cevize çatmıştı medya.
Karşılarında ne bir Hasan Mezarcı vardı, ne bir Ali Kalkancı, ne Şevki Yılmaz.
Önce Esad Coşan'ın geride bıraktığı ailesine ve cemaatine bakalım. Şüphesiz
cenazelerin nereye defnedileceklerine ben değil Coşan ailesi karar
verecektir. Onların cenazeleri Türkiye'ye getirme kararlarına saygı
göstermek zorundayım. Ama bu kararda, Coşan'ın Türkiye'deki sevenlerinin
yoğun -hatta bencil- hisleri de rol oynamış olmalıdır. Uzaktan gördüğüm,
cemaatin "hocamızın dirisine sahip çıkamadık, bari oluşüne sahip çıkalım" dediğidir.
Ben Esad Hoca'yı Avustralya'ya götüren gücün, Eyyub
el-Ensari'yi İstanbul'a, Sarı Saltuk'u Balkanlara, İbn Abbas'ın oğlunu
Semerkand'a düşüren güç olduğuna inanıyorum. Uzun sayılacak bir kararsızlık
evresinin ardından cenazelerin Türkiye'de defnedilmesine karar verildi,
amenna, ama Süleymaniye haziresine defin isteğinin bazı çevrelerde büyük bir
infiale yolaçacağı belli değil miydi? 1980'de Mehmed Zahid Kotku efendinin,
sonra Özal'ın annesinin Süleymaniye'ye defnedilmesinin, irtica
kampanyalarında ne büyük bir propaganda malzemesi yapıldığı unutulmuşsa
bile, Yusuf Bozkurt Özal'ın daha haftalar önce vefatından sonra aynı
konuların yeniden servise konduğu da mı hatırlanmamıştı?
Esad Coşan hocanın vefatı, Türkiye'deki İslami hareketlerin tarihinde bir
devrin çoktan sona ermiş olduğunun en açık göstergesidir. Bu olay, dini
kesimlere kendi içine kapalı "cemaat devri"nin bittiğini, dışa açık "cemiyet
devri"ne geçmeleri gerektiğini hatırlatırken, Türkiye
gözlemcilerine -özellikle medyaya- "dinin siyasallaşması süreci", "siyasal
İslam", "fundamentalizm", "Yeşil Kuşak" gibi hemen hepsi Batı'dan ithal
kavramların günümüz Türkiyesi'ni anlamakta yetersiz kalacağını düşündürmesi
beklenirdi. 85'ten sonra İskenderpaşa cemaatinin çıkardığı İslam dergisi,
İslami camianın "ana damar" ya da "establishment" olarak tanımlanabilecek
büyük cemaatlerinin ağırlık merkezini oluşturuyordu. Dergide Esad Coşan
hocanın Halil Necatioğlu imzasıyla kaleme aldığı başyazılar ise sadece
cemaatin değil geniş çerçevede bütün İslami kesimlerin sözcülüğünü
yapıyordu.
Esad Coşan'ın Türkiye'den ayrılmasında konjonktürün etkili olmuş gibi
göründüğünden, ama bunda cemaatinin iç dinamiklerinin de rol oynamış
olduğundan sözetmiştim. Nitekim vefatından sonra yaşananlar bana, geride
bıraktığı cemaatin, istikametini kaybetmiş, dağılmış ve parçalanmış olduğunu
bir daha gösterdi. Ancak unutmayalım ki, köklü bir geleneğe dayanan bir
topluluktan söz ediyoruz, on yıl önce moda olmuş bir türedi akımdan değil.
Burada, "süreklilik ve değişme" üstüne çıkarılacak çok dersler var,
özellikle de içinde olsun olmasın, Fethullah Gülen cemaatini izleyen
arkadaşlar için. Her ne kadar Risale-i Nur çizgisinde de olsa, bugünkü
haliyle cemaatin temelinde Fethullah Hoca var ve -Allah gecinden versin- her
insan gibi o da ölümlüdür. Soldan sağa Türkiye'deki toplumsal hareketler
konusunda engin bilgisi olan bir tanıdığım geçenlerde, Gülen cemaati için
"Onlar henüz iç çekişmeyle, bölünme ve parçalanmayla denenmediler. Dünya
malı, para-pul aralarına bi girsin, vay onların haline" demişti. Gerçekten
de bir topluluğu çökertmenin en etkili yolu, içine nifak salmak, üyelerini
birbirine düşürmektir. Bunların olmasını istediğim için yazmıyorum, sadece
Hz. Peygamberin sahabelerinin bile basına gelenleri hatırlatmak istiyorum.
Bence Türkiye'deki İslami hareketlerin "cemaat" devri 1990ların ortalarında
bitti. O zamana kadar cemaatler kendi küçük dünyalarında yaşayıp
gidiyorlardı. Onları bilen bilirdi, bilmeyen de zaten merak etmezdi. Ama
1980lerdeki büyüme sonucunda artık "mızrak çuvala sığmaz oldu," cemaatler
kabuklarını kırmak zorunda kaldılar. "Cemaat" devrinin bitmesiyle
Türkiye'deki İslami hareketlerin -ve Türkiye'nin- gerilemesinin paralel
gitmesi ise basit bir tesadüf olamaz.
Bu gelişmeyi 1993-94'te ilk farkedenlerin başında Fethullah Gülen gelir. O
zamana kadar Fethullah Hoca zaman zaman ismi haberlerde geçse de, gazete
okuyup TV seyreden ortalama bir Türk'ün tanımadığı biriydi. Vesikalık bir
fotoğrafı bile gazetelerde yayınlanmamıştı, bunu en önce kendisi
istemiyordu. Cumhuriyet muhabirleri vaaz verirken resmini çekebilmek için
çarşaflı kadın kılığına girmeyi bile denemişler ancak başaramamışlardı. Hal
böyleyken bir anda Sabah, Milliyet gibi gazetelere ses getiren röportajlar
verdi, özel televizyonlarda konuştu. Şöhretli köşe yazarları kendisinden
"Sayın Fethullah Gülen" diye söz eder oldular. Fethullah Hoca, bu tanıtım
atağıyla sadece kendi cemaati içindekileri değil herkesi şaşırttı.
Hazırlanışı ve sahneye konusu itibariyle kusursuz olan bu radikal politika
değişikliği, Fethullah Gülen'in değişen Türkiye'yi nasıl mükemmel okuduğunun
en bariz örneğidir.
"Cemaat" devrinin bittiği ve "cemiyet" devrine geçilmesi gerektiği sözlerimi
açmam gerekiyor. Burada engin sosyolojik tahlillere girişecek değilim, zaten
bunun için gerekli donanımım da yok. Çok daha genel bir olayın Türkiye
özelindeki bir uygulamasından bahsettiğimin farkındayım. Zorunlu olarak
yazdıklarım, uzun bir zaman dilimine yayılmış birbirinden kopuk
gözlemlerimin el yordamı bir derlemesi olacaktır. Gönül isterdi ki ülkemizde
bu konuyla ilgili onlarca, yüzlerce master-doktora tezleri yapılsın,
kitaplar yazılsın, filmler çekilsin. Ama ne yazık ki sistemli çalışmalar
bize lüks geliyor, böyle köşe yazısı formunda attırıp tutturmalarla idare
etmek zorunda kalıyoruz.
Cemaat bir alt-kültürdür, içine kapalıdır, yarı-gizlidir. Cemaat ne kadar
küçük olduğunun ve dışındaki dünyanın ne kadar büyük olduğunun her zaman
farkındadır. Dağılmadan varlığını sürdürebilmesi için kendi merkezi
etrafında dönmek ve bir çekim kuvveti oluşturmak zorundadır. Bunun en kolay
yolu ise taassuptan geçer. "Biz iyiyiz ve bizim dışımızdaki her şey kötüdür"
diyen insanlar ne kadar az olurlarsa olsunlar, birbirilerine kenetlenirler.
Bunlar tabii ki sadece İslami cemaatler için değil, sol fraksiyonlar,
çevreci gruplar ve her türlü marjinal örgütlenme için de geçerli olan genel
geçer yargılar. Siz de tanıma imkanı bulduğunuz grupların bu
karakteristikleri taşıyıp taşımadıklarını gözleyebilirsiniz.
Başkaları tarafından ciddiye alınmayacak kadar küçük bir topluluktur cemaat.
Tek hücreli bir canlı gibi cemaatin etrafına bir duvar çekmesi ve girip
çıkanı kontrol altında tutması gerekir. Cemaat üyeleri, kendilerini
"dışarıdakiler"den ayırt etmek zorunda görürler. Gündelik hayatın
sıradanlığını bozan birkaç küçük ama sembolik değeri büyük farklılık cemaat
üyelerinin "kimlik" kazanmaları için en kolay yoldur. 1980 öncesi sol-sağ
çatışması döneminde erkeklerin bıyıkları ayırt edici semboller haline
gelmişti. Bir başka örnek dildeki farklılaşmalar. Türkiye'de bir insanın
siyasi görüşünü kullandığı kelimelerden anlayabilirsiniz.
İslami cemaatlerin farklı kimliklerini ortaya koydukları en çarpıcı
sahaların başında ise namazın rükünleri gelir. Bir müslümanın hangi
mezhepten, hatta hangi cemaatten olduğunu anlamanın kolay bir yolu, namaz
kılışının detaylarına bakmaktır. Bazıları tahiyyat sırasında "La ilahe
illallah" okunurken sağ basparmaklarını kaldırır, başkaları dua ederken
avuçlarını -Allah'ın rahmeti dökülmesin diye- birleştirir, kimileri kıyamda
ayaklarını yanındakinin ayaklarına değecek kadar açar, diğerleri farzdan
sonra Salaten Tuncina okur ve afet kelimesi geçince avuç içlerini yere
çevirir, bir kısmı takkesiz namaz kılmayı düşünemezken bazısı namaz sonunda
tesbihatı tespihle kesinlikle yapmaz, parmaklarını kullanır... Bu
farklılıkların hiçbiri namazın farz rükünlerinde değildir, ve illa ki bu
insanlara bakan herkes onların aynı namazı kıldıklarını bilir, ama müstehab
ve mendub rükünlerdeki farklılaşmalar birer kimlik haline dönüşür. Çarpıcı
olan nokta, bunun sadece günümüz Türkiyesi'nde değil İslam Dünyası'nda
farklı zaman ve mekanlarda tekrar tekrar karşımıza çıkmasıdır.
80lerdeki cemaatlerin pek çok özelliği, mesela içlerine kapalı olmaları,
otokratik hiyerarşileri, taassupları, kendilerini doğuran devrin özel
şartlarının bir sonucu, hatta dayatmasıydı. Ama yine de o halleriyle birer
"anomalı" idiler. Varlıklarını sürdürmek için dünyayı "biz ve ötekiler" diye
ikiye ayıran sınırı sürekli gergin tutmaları gerekiyordu. Bu sağlıksız ve
tehlikeli bir durumdur. Ve aslında Türkiye'nin kimlik bunalımıyla yakından
ilişkilidir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen sürenin kahır ekseriyeti
"örfi idare", "sıkıyönetim" ve "olağanüstü hal" altında geçmiş, bir türlü "hayat
normale dönememiş." Cemaatler de sonuçta bu olağanüstü dönemin ürünleriydi.
"Cemaat"ten "cemiyet"e geçişi bir normalleşme süreci olarak ortaya koyuyorum.
Cemaat kendi kabuğunu kırdıkça dışındaki "cemiyet"in farkına varır, bir taraftan
da kendi içinde "cemiyet" hayatının normlarını benimsemektedir. "Cemaat" kendi
dışındaki "cemiyet"i tehdit olarak görmekten uzaklaşır, "cemiyet" de "cemaat"in
aslında kendi içinden bir parça olduğunun farkına varır. Cemaat hiyerarşisi
gevşer; fertlerin hareket sahası artar. Cemaatin mensupları üstündeki kontrolünü
kaybetmesi kaçınılmazdır. Böylece cemaat artık üstünden kalkılamaz hale gelen
organizasyon yükünden kurtulur ve rahatlar.
Bu sürecin başlangıcı 90ların başına kadar çekilebilir. Öte yandan, 28 Şubat
süreci İslami cemaatlerin kendileriyle hesaplaşmalarına önemli bir ivme
kazandırmıştır. Prof. Dr. Mehmet Aydın bu düşünceleri seslendirmekten
çekinmiyor, "28 Şubat sürecinin pek çok tahribatı olmuştur. Ancak ilginç bir
şekilde 28 Şubat süreci, İslami cemaatleri iç kritiklerini yapmaya zorlamıştır.
Siz dışarıya karşı demokrasiden, özgürlüklerden, çoğulculuktan söz edeceksiniz,
sonra kendi içinizde abinin, şeyhin, hocanın sözlerini tartışılmaz kılacaksınız.
Açıkça söyleyebilirim ki, 28 Şubat sürecinden sonra İslami hareketler
demokratikleşmeyi öğrendiler. Artık bireye çok daha geniş bir özgürlük alanı
tanıyorlar" anlamına gelen sözler ediyor. Mehmet Aydın'ın katıldığı çeşitli TV
programlarında bu konuda söylediklerini yazılı olarak "İçe Dönük Kritik" adli
kitabında bulabilirsiniz.
Türkiye içinden geçmeyi bir türlü bitiremediği "olağanüstü dönem"den çıktıkça
İslami gruplar o ölçüde normalleşecekler.
4 Ocak 2014 Cumartesi
3 Ocak 2014 Cuma
Musa Bekuf da kim ola?
Gülen cemaatinin son operasyonları vesilesiyle şu günlerde Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzamanın talebeleri "abiler" ve çeşitli Nur cemaatleri bolca bahis mevzuu ediliyor. Risale-i Nurları okumaya çalışan pek çok kişi, ağır ağdalı diline takılır. Hatta yine son dönemde çokça tartışılan "Risaleleri sadeleştirme" çalışmaları da Bediüzzaman'ın dili ve üslubunun, onun Risalelerde ifade ettiği fikirleri ile bugünün okuru arasında bir engel haline geldiği kabulünden yola çıkmıştır. Ne var ki, acizane Osmanlı tarihiyle uğraşan biri olarak farkettim ki, Risalelerin anlaşılmasında belki dilden de önemli engel, Risalelerin nasıl bir tarihsel süreç içinde yazıldıklarının yeterince hesaba katılmamasıdır. Gerçi Bediüzzaman'ın hayatını anlatan Tarihçe-i Hayat, Risale-i Nur Külliyatı'nın önemli eserleri arasında yer alır ve her Nur talebesi, Bediüzzaman'ın hayatını dikkatle okur, ama ben yine de, özellikle Bediüzzaman'ın İkinci Meşrutiyet dönemi fikirleri ve yaşadıkları üstünde yeterince düşünülmediği fikrindeyim. Said Nursi'nin Hürriyet, istibdat, Kanun-ı Esasi, şura, Meclis gibi siyasi kavramların İslamileştirilmesi yönündeki katkıları ve düşünceleri, Volkan dergisi yazıları, 31 Mart vakasıyla ilgisi ve sonrasında yargılandığı Divan-ı Harbi-i Örfi'deki savunması, hem onun Türkiye'de İslamcılık düşüncesine yaptığı katkılar olarak önemlidir hem de "Eski Said"in siyasete ve topluma açık fikirleriyle cumhuriyet döneminde sürgünlerde, hapislerde, mahkemelerde geçen "Yeni Said"in bütün gücünü Risalelere hasretmesi arasındaki farkı görebilmek, yani Risaleleri anlayabilmek için gereklidir.
İşte bu düşüncelerle, bundan 7-8 yıl evvel katıldığım bir Risale dersinde dikkatimi çeken bir noktayı vurgulamak istiyorum. O ders esnasında, sayfaları karıştırırken aşağıdaki satırlar gözüme ilişti. Kendi kendime hemen sordum:
"Acaba Musa Bekuf da kim ola?" diye.
--------------------------
--------------------------
Osmanlı tarihiyle uğraşan biri olarak, eski yazı Türkçe metinlerin Latin harflerine
çevrilmeleri sırasında yapılmış çok çeşitli hatalar gördüm, okudum. "Gemi"yi
"kemha" diye okuyup, metni "Tuna nehri üstünde gidip gelen kemhalar" diye
anlayan ve bunun üzerine, Osmanlılarla Habsburglar arasında canlı bir
tekstil ticareti olduğu sonucunu çıkaran tarihçiler mi istersiniz,
Geyve'deki bir mahalle adını "Babailer" yerine "Babaylar" diye okuyup
Babailer isyanından sonra Anadolu'nun dört bir tarafına dağılan Babai
dervişlerinin izlerini kaybeden tarihçiler mi istersiniz, "Tarih-i Cevdet"i
"Tarih-i Cudat", "Levendat taifesi"ni "Londat taifesi" diye okuyanlar mı
istersiniz...
Burada da, "Bigiyef" olmuş "Bekuf." Musa Bekuf bir Sarı Çizmeli Mehmed Ağa,
ama Musa Bigiyef deyince, yazarın Cedidçilik veya Tecdidçilik hareketinin
önde gelen isimlerinden İslamcı, Kazan Tatarlarından Musa Carullah
Bigiyef'ten söz ettiği anlaşılıyor. Nitekim google'a Musa Bekuf girince bir
şey bulamıyorsunuz, ama Musa Bigiyef deyince karşınıza bir sürü bağlantı
çıkıyor. Böylece Mustafa Sabri'nin de kim olduğunu anlıyoruz: son Osmanlı
şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi. Bu iki ismin arka arkaya
zikredilmeleri ise, aralarında büyük bir tartışma yaşanmasından ötürü. Ki,
bu tartışmanın bugün Türkiye'de hala sürdüğünü pekala söyleyebiliriz.
Risaleleri çok kişi okur, çokları metinlere zaman ve mekandan soyutlanmış
bir şekilde yaklaşırlar. Oysa her metin gibi bu metinler de belli bir
dönemin şartları içinde ve belli bir coğrafyada, yani cumhuriyet
Türkiyesinde yazılmışlar, muhatapları ilk önce o dönemin insanları. Müellif,
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerini yaşamış, bilhassa II. Meşrutiyet dönemi
sonrası siyasi gelişmelerde aktif rol almış ve bütün bunlardan bazı dersler
çıkarmış. Sonra, cumhuriyetin kurulmasıyla girilen yeni dönemde, çıkardığı
bu derslerin ışığında kendisine yeni bir yol çiziyor.
Metinde sözü edilen kişilerin kim olduğunu bilmeyince, yazarın neden
bahsettiği de tam olarak anlaşılamıyor. Ortasından izlemeye başlanan bir
tartışma programında, söz sırası kendisine gelince, kendisinden önceki
konuşmacıları eleştiren birinin ne dediğini tam olarak anlayamadığımız gibi,
bu metni de anlayamıyoruz. Anlayamayınca, ona bir kudsiyet izafe etmek
kolaylaşıyor.
Oysa Mustafa Sabri isminin başına "Son Osmanlı şeyhülislamlarından"
sıfatını, sonuna da "Efendi" unvanını ekleyince, Musa Bekuf'un ise Musa
Carullah Bigiyef olduğunu tespit edince, en azından bir kitapçıya gidip, bu
iki ismin de kitaplarını alıp okuma ve bu metni bir perspektife yerleştirme
imkanımız oluyor.
İşte bu düşüncelerle, bundan 7-8 yıl evvel katıldığım bir Risale dersinde dikkatimi çeken bir noktayı vurgulamak istiyorum. O ders esnasında, sayfaları karıştırırken aşağıdaki satırlar gözüme ilişti. Kendi kendime hemen sordum:
"Acaba Musa Bekuf da kim ola?" diye.
--------------------------
Mustafa Sabri ile Musa Bekuf'un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: "Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor." Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf'e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu'cizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır. Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhâlefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zâhiri dalâlet ifade ediyor fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazen kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnete taassub cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş. Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhâlefet eden mes'elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor.
Kâle Muhyiddin: Tahrumu mütalaati kütübina ala men leyse minna
yâni: "Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarargörür." Evet bu zamanda Muhyiddin'in kitabları, hususan vahdet-ül vücudadair mes'elelerini okumak, zararlıdır.
--------------------------
Osmanlı tarihiyle uğraşan biri olarak, eski yazı Türkçe metinlerin Latin harflerine
çevrilmeleri sırasında yapılmış çok çeşitli hatalar gördüm, okudum. "Gemi"yi
"kemha" diye okuyup, metni "Tuna nehri üstünde gidip gelen kemhalar" diye
anlayan ve bunun üzerine, Osmanlılarla Habsburglar arasında canlı bir
tekstil ticareti olduğu sonucunu çıkaran tarihçiler mi istersiniz,
Geyve'deki bir mahalle adını "Babailer" yerine "Babaylar" diye okuyup
Babailer isyanından sonra Anadolu'nun dört bir tarafına dağılan Babai
dervişlerinin izlerini kaybeden tarihçiler mi istersiniz, "Tarih-i Cevdet"i
"Tarih-i Cudat", "Levendat taifesi"ni "Londat taifesi" diye okuyanlar mı
istersiniz...
Burada da, "Bigiyef" olmuş "Bekuf." Musa Bekuf bir Sarı Çizmeli Mehmed Ağa,
ama Musa Bigiyef deyince, yazarın Cedidçilik veya Tecdidçilik hareketinin
önde gelen isimlerinden İslamcı, Kazan Tatarlarından Musa Carullah
Bigiyef'ten söz ettiği anlaşılıyor. Nitekim google'a Musa Bekuf girince bir
şey bulamıyorsunuz, ama Musa Bigiyef deyince karşınıza bir sürü bağlantı
çıkıyor. Böylece Mustafa Sabri'nin de kim olduğunu anlıyoruz: son Osmanlı
şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi. Bu iki ismin arka arkaya
zikredilmeleri ise, aralarında büyük bir tartışma yaşanmasından ötürü. Ki,
bu tartışmanın bugün Türkiye'de hala sürdüğünü pekala söyleyebiliriz.
Risaleleri çok kişi okur, çokları metinlere zaman ve mekandan soyutlanmış
bir şekilde yaklaşırlar. Oysa her metin gibi bu metinler de belli bir
dönemin şartları içinde ve belli bir coğrafyada, yani cumhuriyet
Türkiyesinde yazılmışlar, muhatapları ilk önce o dönemin insanları. Müellif,
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerini yaşamış, bilhassa II. Meşrutiyet dönemi
sonrası siyasi gelişmelerde aktif rol almış ve bütün bunlardan bazı dersler
çıkarmış. Sonra, cumhuriyetin kurulmasıyla girilen yeni dönemde, çıkardığı
bu derslerin ışığında kendisine yeni bir yol çiziyor.
Metinde sözü edilen kişilerin kim olduğunu bilmeyince, yazarın neden
bahsettiği de tam olarak anlaşılamıyor. Ortasından izlemeye başlanan bir
tartışma programında, söz sırası kendisine gelince, kendisinden önceki
konuşmacıları eleştiren birinin ne dediğini tam olarak anlayamadığımız gibi,
bu metni de anlayamıyoruz. Anlayamayınca, ona bir kudsiyet izafe etmek
kolaylaşıyor.
Oysa Mustafa Sabri isminin başına "Son Osmanlı şeyhülislamlarından"
sıfatını, sonuna da "Efendi" unvanını ekleyince, Musa Bekuf'un ise Musa
Carullah Bigiyef olduğunu tespit edince, en azından bir kitapçıya gidip, bu
iki ismin de kitaplarını alıp okuma ve bu metni bir perspektife yerleştirme
imkanımız oluyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)