Geçen hafta Perşembe günü öğleden sonra Ahmet Şık'ın yazmakta olduğu "İmamın Ordusu" adlı kitabın taslak metinleri internete sızdı. Önce, 289 sayfalık "dokunan yanar" adlı bir PDF belgesi yayınlandı, birkaç saat sonra, imaminordusu.com adlı kim tarafından kurulduğu belli olmayan bir web sitesi tarafından bir başka metin yayınlandı.
Ben ilk metni baştan sona hızlıca inceledim, ikinciye göz gezdirdim. İki metin arasındaki temel fark, ilkinde, 49 sayfalık polis raporunda uzun uzun anlatılan, kitabın bir ekip çalışması olduğunu ve Ahmet Şık'a talimatla yazdırıldığını gösterdiği ileri sürülen not ve yorumlara pek rastlanmıyor. Toplam 10-15 not-yorum ya var ya yok. İkincide ise bu not-yorumlardan bol miktarda var. Benim anladığıma göre bu not-yorumların bir kısmı Microsoft Word'un "comment" özelliği kullanılarak, bir kısmı ise metin içine doğrudan parantez içinde büyük harfle ve kırmızı-sarı renkle işaretlenerek yazılmış. İkinci metin, ilk metnin üstünde çalıştırılmış ve geliştirilmiş bir hali. Mesela ikinci metinde kitap, Adil Serdar Saçan'ın ifadesinden uzun bir alıntıyla başlıyor, ilk metinde bu alıntı yok. Aşağıdaki değerlendirmelerim kitabın 289 sayfalık bu ilk sızdırılan haline dayanıyor.
Öncelikle bu kitap, son 10 yılda aşina olduğumuz, Tuncay Özkan'ın "Bay Pipo"sundan Soner Yalçın'ın "Efendi"sine uzanan, gazeteciler tarafından yazılan kitap türünün bir örneği. Demek istediğim, bir sürü olay, bir sürü isim veriliyor, ama arada fazla bir analitik çözümleme yapılmıyor. Bu yönüyle Ergenekon iddianameleri külliyatına da benzediğini söyleyebilirim. Ama iddianame, hukuki bir belgedir, sanıkları mahkum ettirmeye çalışır (Bir argüman tarzı ve bir edebi metin olarak iddianameleri diğer analitik metin türleri, özellikle master-doktora tezleriyle karşılaştıran bir yazıyı yakında sizinle paylaşıcam). Bu kitapları da belli kişileri veya grupları kamuoyu önünde yargılayıp mahkum etmeyi amaçlayan kamusal iddianameler olarak görebiliriz.
Ahmet Şık'ın uzun yıllar muhabirlik yaptığını biliyoruz. Kitabın girişinde Fethullah Gülen cemaatinin tarihçesini Said Nursi'nin ölümünden sonra Nurcular arasındaki ayrılıklar ve gruplaşmalardan başlatarak anlatıyor, sonra 12 Eylül'den sonraki gelişmeleri özellikle ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlayarak açıklıyor. Bu bölümde Ahmet Şık'ın entellektüel birikiminin ve araştırmacılığının son derece zayıf olduğunu görüyoruz. Soner Yalçın'ın Efendi'sinde ne kadar bölük pörçük olursa olsun, sosyal ve ekonomik tarih araştırmalarına, dünyada yaşanan gelişmelere vs atıflar vardır, "büyük resim"i yakalamak için biraz gayret sarfettiğini görebilirsiniz. Ahmet Şık'ın kitabının bu giriş bölümünde bu tip gayretlerin hiçbiri yok. Benim düşüncem, ya bu kitap projesi o kadar aceleye getirildi ki, çalakalem sağdan soldan yapılan derlemelerden başka bir şey değil. Ya da Ahmet Şık gerçekten üstünde kitap yazdığı konu hakkında hiç bir araştırma yapmamış, kafasını ellerinin arasına alıp hiç düşünmemiş.
Kitapta Fethullah Gülen cemaatinin ortaya çıkışı anlatılırken, Ahmet Şık'ın "cemaat nedir?" "Bir insan niye cemaate girer? Cemaatte ne bulur?" "Fethullah Gülen cemaatinin mensupları nasıl düşünür? Nasıl konuşur? Dünyaya nasıl bakar?" gibi soruları hiç sormadığı, bu soruların aklına bile gelmediği açıkça görülüyor. Onları geçtim, Ahmet Şık'ın üniversitede, en azından birinci sınıfta bir sosyoloji dersi bile almadığı anlaşılıyor. Bu bölümdeki anlatımından önde gelen Nurcu abileri ve grupların isimlerini çıkarın, yerine 1980 öncesi Türk solunun öncü isimlerini ve fraksiyonları koyun, şablonun aynı olduğunu göreceksiniz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Ahmet Şık bu kitabı hazırlarken, Fethullah Gülen'in bir kitabını alıp da karıştırmamış, bir vaazını dinlememiş ve kendine "Fethullah Gülen'i diğer cemaat önderlerinden ve Türkiye'deki diğer hocalardan ayıran nedir? Yoksa ayıran bir şey yok mudur?" sorularını sormamış.
Kitapta 12 Eylül sonrasında özelde Fethullah Gülen cemaatinin, genelde Türkiye'deki İslami grupların yükselişinin ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlanması da bana son derece bayatlamış bir yorumun hiçbir analize tabi tutulmadan kullanıldığını gösteriyor. ABD'nin "yeşil kuşak" projesi külliyen yalandır demiyorum. İçinde doğruluk payı olabilir. Ama, 1980lerde Reagan döneminde ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarını, gizli yönleriyle de açıklayan bir sürü birinci el kaynak yayınlandı. Özellikle 11 Eylül'den sonra, bazıları o dönemde CIA'de, Amerikan Dışişleri'nde veya Reagan yönetiminde görev yapmış, son dönemde de neo-conları destekleyen isimler, ABD'nin Afganistan-Pakistan, İran, Mısır ve Arap ülkeleri ve nihayet Türkiye siyaseti üzerine, bugünkü Wikileaks belgeleri kadar önemli bir sürü ifşaatta bulundular. Ahmet Şık hiçbir şey yapmasa, sırf Fehmi Koru/Taha Kıvanç'ın yazılarında atıfta bulunduğu kitaplara baksa, yine bir sürü malzemeye ulaşırdı. Bunların hiçbirisi yok. Öyle olunca, ben de şu sonuca varmadan edemiyorum: Ahmet Şık'ın ya İngilizcesi yok, ya da böyle bir entellektüel birikimi.
Ahmet Şık'ın çalışmasının değerini gözümde iyice düşüren bir başka nokta, Nurettin Veren'in kitabında zikredilen "Işık Evlerinde uygulanan yemin metni"ni kitabına alması oldu. Bu yeminin uydurma olduğu her halinden belli. Fethullah Gülen'in bir iki makalesini okuyan, vaazını dinleyen biri, bu yemin metninin İslami literatüre yabancı biri tarafından uydurulduğunu rahatlıkla anlayabilir. Metin "Gücüm yettiği kadar Kur’an’ı (bu orijinal metinde Fethullah Gülen’e idi. Sonra tepki çeker, uygun olmaz görüşü ile Kur’an olarak değiştirildi) hayatıma gaye edineceğime" diye başlıyor. Böyle saçma bir ifade olur mu? Ne demek "Gücüm yettiği kadar?" Bu metni uyduran, herhalde takiyye söylemlerinden fazlaca etkilenmiş ki, "güçleri yetmediği yerde Kur'an'ı hayatlarına gaye edinmekten vazgeçebilirler" diye düşünmüş olmalı. Ama "Sizden biri bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle uyarsın. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu imanın en zayıf mertebesidir" hadisini, "Ameller niyetlere göredir" düsturunu hiç duymamış galiba. Bir müslüman bir kötülüğü defetmeye "gücü yetmediği" zaman kalbiyle buğzettiğinde de "Kur'an'ı hayatına gaye edinmeye" devam eder, ama uydurmacı bunun farkında değil!
Yemin metninin devamında " talebe arkadaşların izzet ve onurlarını izzetim ve onurum kadar yükseltmeye çalışacağıma" deniyor. Böyle Arapça kelimelerin birbirine ve ile bağlandığı ifadeler, birer deyim niteliğindedir, belli kalıplara uyar. "İzzet ve haysiyet" olur, "izzet ve şeref" olur, "izzet ve namus" olur, "izzet ve azamet" olur, ama Batı dillerindeki "honour"ün karşılığı olarak 1930larda uydurulmuş, hatta ilk başta Fransızca okunuşuna uyarak "onör" diye yazılmış "onur" kelimesi kullanılarak "izzet ve onur" dendiğinde olmaz! Hele Fethullah Gülen'in yazdığı iddia edilen bir yemin metninde hiç olmaz! Ahmet Şık ne yazık ki, bu yemin metninin uydurma olduğunu anlayamayacak kadar konuya yabancı...
Eldeki metin gerçekten daha üstünde çok çalışılması gereken bir taslak metin. Kitap haline getirildiğinde son üçte birlik bölümünün çok daha uzayacağını ve şu anda 290 sayfa olan metnin 400 sayfayı geçeceğini düşünüyorum. Sanıyorum bu nedenle, başka kaynaklara dayanılan ilk bölümleri metnin büyük bölümünü kaplıyor. Metnin ilk 200 sayfası büyük ölçüde, Nurettin Veren'in "Kuşatma: ABD'nin Truva Atı Fethullah Gülen"; Saygı Öztürk'ün "Okyanus Ötesindeki Vaiz"; Zübeyir Kındıra'nın "Fethullah'ın Copları"; Hanefi Avcı'nın "Haliç'te Yaşayan Simonlar" adlarıyla yayınlanmış kitapların bir özeti mahiyetinde. Mesela s.47-51 Kındıra, s.51-72 Öztürk'ün kitabından alınmış. Bu sayfalar arasında, bu kitaplarda verilen bilgilerin başka kaynaklar kullanılarak zenginleştirildiğini de göremiyoruz (ya da bu henüz bir taslak olduğu için henüz o zenginleştirme işlemini yapacak vakit olmamış).
Daha doğrusu yapılan alıntılar o kadar çok ve birbirleriyle o kadar insicamsız ki, bu metin bir kitap olmaktan çok bir "copy-paste" yığını olarak duruyor. Bu yönüyle de, "Google iddianamesi" olarak bilinen, Ak Parti'nın kapatılma davası iddianamesine benziyor. Ben üniversite birinci sınıf öğrencilerine verilen Medeniyet Tarihi derslerinde böyle üç-dört kaynaktan kes-yapıştır yoluyla hazırlanan ödev makaleleri çok okudum. Öğrenci önüne üç-dört kitabı açar, önce bir kitaptan iki-üç paragraf, ardından diğer kitaba geçer, oradan iki-üç paragraf, bu şekilde yazar geçer gider. Ahmet Şık'ın kitap taslağı işte bunlardan farksız.
Akademik bir gözle bakınca, Ahmet Şık'ın kitap taslağının yetersiz ve muhtemelen jüri tarafından baştan yazılması isteğiyle reddedileceği bir yüksek lisans tezine benzetebilirim. Bu taslaktan bir doktora tezi olması mümkün değil, çünkü taslakta "orjinal katkı" yok.
Kullanılan en önemli belgeler ise, Fethullah Gülen hakkında Ankara 2 nolu DGM'de 2001 yılında görülen dava evrakı, Ünal Erkan'ın Emniyet Genel Müdürü olduğu 1991 yılında Emniyet'te yapılan soruşturma, Adil Serdar Saçan'ın İstanbul KOM Şube Müdürü iken yürüttüğü soruşturma, Telekulak soruşturması gibi mahiyeti kamuoyunca bilinen, yıllardır üstünde yazılıp çizilen belgeler. Bu yönüyle kitapta orjinal malzeme yok denecek kadar az, olanlar da, son iki yıla ait, başrollerinde Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın olduğu emniyet içi çekişme ve karşılıklı suçlamalarla ilgili, kaynağı bu kişiler olan şeyler.
Size şimdi bu kitabı değerli kılabilecek bir fırsatı Ahmet Şık'ın nasıl kaçırdığını bir örnekle göstermek istiyorum. Kitabın 51-63. sayfaları arasında, Saygı Öztürk'ün kitabına dayanılarak, 1991-92'de Ünal Erkan döneminde emniyetteki kura çekimi skandalı üstüne yapılan soruşturma ve sonrasında bu soruşturmanın cemaat tarafından örtbas edilmesi uzun uzun anlatılıyor. O bölümde, bu soruşturmayı yürüten ve sonra haklarında soruşturmalar açılan, ardından kızağa alınan ve de sonunda emekli olan iki müfettişin adı veriliyor: İzzet Sezgin Şenel ve Ahmet Nihat Dündar. Ahmet Şık eğer bir muhabir veya gazeteci refleksiyle hareket etseydi, bu noktada Saygı Öztürk'ün kitabından copy-paste yapmayı bırakır, bu iki müfettişi arayıp bulmaya, onlarla konuşmaya çalışırdı. Eğer hayatta değilseler bile en azından aileleriyle görüşebilirdi, çünkü böyle bir soruşturmanın arkasından gadre uğrayıp emekli olmak zorunda kalan müfettişler eşlerine, çocuklarına mutlaka birşeyler anlatmışlar, her ne kadar yasak olsa da ellerinde bazı belge ve bilgileri, notları tutmuşlardır. Maalesef kitapta böyle araştırmacı-gazetecilik örneklerine hiç rastlayamıyoruz. Ahmet Şık önüne üç-beş kitabı almış, bunlara bir de emniyet içindeki kaynaklarının kendisine verdiği çok özel bilgileri eklemiş ve ortaya bu taslak metin çıkmış. Yine dediğim gibi, tutuklanmasaydı belki Ahmet Şık çalışmasının geri kalan bölümünde bu boşlukları dolduracaktı, ama eldeki metinde bu yönde bir emare, bir ışık görünmüyor.
Kitabın son 100 sayfası ise, Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın aslında ne kadar kahraman ve dürüst polisler oldukları ama cemaatin gadrine uğradıklarını uzun uzun, zaman zaman insanı sıkacak ayrıntılarla anlatıyor. Kitabın son 100 sayfasını Sabri Uzun yazmış olsa, bu anlaşılabilir, denir ki adam şu anda rüşvet ve kaçakçılık iddialarıyla yargılanıyor, bu şekilde kendini aklamaya çalışıyor. Ama eğer kitabın yazarı Ahmet Şık'sa ve konu "imamın ordusu"ysa, ciddi bir içerik planlaması sorunu var demektir metinde. Şöyle söyleyeyim, 1993-95 yıllarında Hakkari Dağ Komando Tugayı'nın komutanı olan Osman Pamukoğlu'nun sanki güneydoğuda o dönemde PKK'nın aktif olduğu başka bölgeler yokmuş ve sanki 93 öncesi ve 95 sonrasında PKK diye bir şey yokmuş gibi, kendi komutanlığı dönemindeki olayları "PKK'yla ben mücadele ettim" diye sunması gibi bir şey...
Hatta, Alaattin Çakıcı-Korkmaz Yiğit görüşmesinin ses kaydının önce Fikri Sağlar'a sızdırılması ardından basına yansımasının ardından patlayan Türkbank ihalesi skandalı sayfalar boyunca uzun uzun anlatılıyor. Kitabın bu bölümlerini okurken insanın kafası "Yahu kim iyi polisti, kim kötü polisti" diye epey bir karışıyor. Bu bölümü 2-3 kez okudum. Benim anladığım, Çakıcı-Yiğit ses kaydını Sağlar'a veren, Fethullahçı bir komisermiş. Ama aslında operasyonun başında Sabri Uzun varmış. Daha sonra Fethullahçı polisler, Sabri Uzun'un Türkbank ihalesine fesat karıştırıldığını bildiğini, ama bunu hükümete kasten haber vermediğini ileri sürüp Uzun'a komplo kurmuşlar, ama işin aslı öyle değilmiş... Tamam, Sabri Uzun çok iyi polismiş de, memlekette albay ve üstü rütbedeki her subayın, şube müdürü ve üstü rütbedeki her emniyetçinin başından geçmiş bir gadre uğrama hikayesi vardır...
Sonuç olarak, Hanefi Avcı'nın kitabını okuduysanız, bu kitap onun ikinci bölümüne çok benziyor. Mesela 174-184. sayfalar arasında, Elazığ'da 2002 yılında yaşanan bir olay, tamamen Hanefi Avcı'nın kitabından aktarma suretiyle anlatılıyor.
Kitabın 249-274. sayfaları arasında ise tamamen Devrimci Karargah örgütü konu ediliyor. Bu örgütün uydurma bir örgüt olduğu, hakkında düzenlenen iddianamenin hiçbir delile dayanmadığı vs ileri sürülüyor. Hatırlayacak olursanız bu örgüt davasında Hanefi Avcı, örgüt yöneticisi olduğu ileri sürülen Necdet Kılıç'a yardım ettiği, onun teknik takipten kurtulmasına yardımcı olduğu iddiasıyla sanık olarak yargılanıyor.
Peki, Ahmet Şık'ın kitabı nasıl düzeltilebilir, veya bu konuda nasıl derli-toplu bir kitap yazılabilir? Öncelikle, kitabın temel tezini veya ana argümanını hatırlayalım. Ahmet Şık diyor ki:
1. Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme var.
2. Bu örgütlenme, öncelikle kendi elemanlarını koruyor, kayırıyor, kritik noktaları ele geçirmeye çalışıyor.
3. Sonra kendisinden olmayanlara karşı iftira kampanyaları açarak onları gözden düşürüyor. "Dokunan yanar" (Bu sözü Ahmet Şık söyleyince popüler oldu, ama aslında Ağustos 2010'da, Hanefi Avcı'nın kitabının yayınlanmasından sonra, 2001'de Emniyet'teki Fethullahçı yapılanma üstüne kitap yazan Zübeyir Kındıra'nın BirGün gazetesine verdiği röportajda söylediği bir söz)
4. Son yıllarda bu yapılanma, başta Ergenekon olmak üzere Hrant Dink, Zirve Kitabevi, Şemdinli, Balyoz, hatta 1999 öncesindeki Türkbank ihalesi davası gibi Türkiye'de gündemi belirleyen pek çok davada hukukun dışına çıkmıştır.
Burada diğer iddiaların da dayandığı temel iddia, Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme olduğu. Bunu ispatlamak için, "şu şu şu isimler Fethullahçıdır" demek gerek. Kitapta, bu şekilde isim verilerek suçlanan isimler var, ama bu isimleri Adil Serdar Saçan, Hanefi Avcı vs uzun süredir itham etmekteydi. Mesela en açık suçlanan isim, Hrant Dink davasında ihmali bulunduğu ileri sürülen Ramazan Akyürek. O zaman Ahmet Şık'ın yapması gereken, kitabının her bir bölümünde tek tek bu Fethullahçı polisleri alacak, kariyerlerinin başından itibaren ne yapmışlar, ne etmişler inceleyecek. Ama mesela Ramazan Akyürek'le ilgili olarak böyle bir bölüm yazacak olsa, şu anda Adil Serdar Saçan'ın ifadesi, ki kendisi de bir polis ve şu anda Ergenekon sanığı, 1989'da Adil Serdar Saçan'la Ankara Kocatepe Camii'ndeki Bediüzzaman Said Nursi mevlidinin izleme raporu hakkındaki anlaşmazlığı ve Hrant Dink olayında ihmali olduğu dışında şu ana kadar topladığı bir veri göremiyorum.
Akyürek gibi ismi açıkça zikredilen birkaç kişinin dışında, Fethullahçı olduğu ileri sürülen veya ima edilen, isimlerinin baş harfleri verilmiş bir sürü kişi var: N.M. (s.50), İ.K. (s.56), A.Ş, İ.T, R. F, C.Y, A.T, A.K, İ.B, M.K, R.K, B,C, H.İ.O, Emniyet Müdürü A.Ö ve A.E, akademide öğretim üyelerinden İ.Y.T A.Ş, R.F, B.C, A.K, H.İ.O, R K ve C.Y (s.59), H.B.E., M.T., S.T., C.M., M.E., İ.K.... (s.61)... diye devam edebiliriz. Ama kitapta böyle kodlu olarak verilen isimlerin çoğu kitapta sadece bir yerde zikrediliyor. Bu polisler daha sonra ne yapmışlar, ne etmişler, hiçbir bilgimiz yok. Ahmet Şık kitabını bu şekilde, tek tek isimler üstünden giderek tasarlamış olsa, şu anda daha kitap yazım işinin çook başında olduğunu görürüz.
Sözkonusu kişiler yazar-çizer takımından olsa, yazdıklarından bir sürü karine çıkarabilir insan, ama bir Emniyetçi hakkında, işi cadı avına dönüştürmeden insan nasıl bilgi toplayabilir ki? İşte burada ciddi bir metodolojik sorunla karşı karşıyayız. Ahmet Şık'ın iddiaları o kadar büyük iddialar ki, bu iddiaları ancak bir savcılık soruşturması paklar. Nitekim Ramazan Akyürek'le ilgili olarak Hrant Dink davası soruşturmasının derinleştirilmesiyle, tam da bunun yapılacağı görülüyor. Aksi takdirde, yapılan iş bir cadı avından farksız bir hal alacaktır, nitekim kitabın büyük bölümü bir cadı avı şeklinde kurgulanmış.
Mesela s.75'te uzunca alıntılanan bir rapordan bir cümle: "Emniyet Müdürü K. İ., Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmaktadır." Şimdi, Ahmet Şık'ın kitabını okuyan biri, bu emniyet müdürü K.İ.'nin Fethullahçı olduğunu düşünebilir ve eğer emniyetteki Fethullahçı yapılanmadan endişe duyuyorsa, K.İ.'ye karşı hınçlanabilir. Fakat rapordan yapılan alıntının başını okuduğumuzda, Ahmet Şık'ın bu raporu "1998 yılında İstihbarat birimlerince hazırlanarak Başbakanlık Takip Kurulu’na (BTK) gönderilen raporlarda irticai faaliyetlerin polisten gördüğü destek anlatılıyordu." diye açıkladığını görüyoruz. "Hangi istihbarat birimiymiş yahu?" diye kendi kendimize sorarken, bir dipnot görüyor ve dipnotu okumaya başlıyoruz. Karşımıza Batı Çalışma Grubu adlı heyula çıkıyor!
Bu noktada konu, temel hak ve hürriyetlerin korunması ve hukukun üstünlüğüne saygıya gelip dayanıyor. Ahmet Şık'ın gözaltına alınması ve tutuklanması, ardından kitap taslağının İthaki Yayınevi'nden, Radikal gazetesinden alınmasına "düşünce özgürlüğüne vurulan darbe", "sansür", "sivil dikta" gibi tepki gösterenleri anlıyorum. Ama, kimse kusura bakmasın, Batı Çalışma Grubu'nun ve onun sivil görünümlü uzantısı BTK'nın 28 Şubat sürecinde bugün Ergenekon davası sürecindeki hukuksuzluklarla karşılaştırılamayacak çaptaki faaliyetleri sırasında toplanmış yalanlarını istihbarat notu diye yutturmaya çalışan Ahmet Şık'ın yaptığını bir gazetecilik başarısı veya bir demokrasi kahramanlığı olarak göremem.
"Velev ki Ahmet Şık bu kitabı Ergenekon terör örgütünün emriyle yazmış olsun. Velev ki Nedim Şener ve Soner Yalçın'la aralarında inkar ettiği bir bağlantı olmuş olsun. Bir kitaba, hem de yayınlanmamış bir kitaba yönelik operasyon fikir özgürlüğüne indirilmiş darbedir" diyenlere, Ahmet Şık'ın kitabında, bulabildiği tek "suç"u "Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmak" olan K.İ.'yi, 28 Şubat döneminin hukuk katili BÇG-BTK raporlarına dayanarak suçladığını hatırlatmak istiyorum. Ahmet Şık'ınki can da, K.İ.'ninki patlıcan mı?
Peki bundan sonra ne olur? Mevcut haliyle kitap taslağında Fethullahçı polis olduğu ileri sürülen isimlerin büyük çoğunluğu hakkında sadece "Fethullahçıdır" diye bir suçlama olduğunu, haklarında başka herhangi bir bilgi ortaya konmadığını (veya konamadığını) özellikle vurgulamak istiyorum. Kitabın muhtemel etkilerini üç başlıkta inceleyebiliriz. Öncelikle, kitapta ileri sürülen iddiaların öncelikle muhatabı savcılar. Bir savcının kitabı suç duyurusu olarak kabul edip soruşturma açması gerek. Ama kitap içinde ele alan konular zaten soruşturma ve yargılamaların konusu olmuşken, hatta Fethullah Gülen hakkındaki yargılamanın sonunda verilen beraat kararı Yargıtay'ca onanmışken, hele Ahmet Şık'ın, kitabında BÇG-BTK raporları gibi mesnetsiz kaynaklara yer vermesi nedeniyle inandırıcılığı büyük ölçüde zedelenmişken hukuki yoldan hiçbir şey çıkmayacağını söyleyebilirim.
Kitabın diğer bir etkisi, devletin her kademesindeki unsurların ve özellikle de Ak Parti'nin, Emniyet teşkilatındaki Fethullahçı yapılanmanın artık kontrol altına alınması gerektiği yönünde daha bir kararlı hareket etmesini sağlamak olabilir. Ancak, kitapta yazılanlar, sorumlu mevkileri işgal edenlerin zaten bildikleri şeyler. Kitabın etkisi, bu konuların kamuoyunda önceki kitaplara göre çok daha fazla tartışılması ve bunun sonucunda özellikle Ak Parti'nin, artık bundan böyle Ergenekon soruşturmasında olup bitenlerden "bu iş yargının işidir" diyerek sıyrılamayacağını anlaması olabilir.
Üçüncü bir değerlendirme, bu kitabın asıl amacının Türkiye'de cemaate ve Ak Parti'ye karşı yoğun bir tepkiyi körüklemek ve 12 Haziran seçimlerinde Ak Parti iktidarını düşürmek olduğudur. Benim düşünceme göre bu kitaptan bir şey çıkmaz. Çünkü kitap, bir şey çıkması amaçlanarak yazılmış bir kitap değil. Hanefi Avcı'nın kitabı da referandumda Hayır çıkmasına yönelik bir hamleydi. Bu kitabın da benzer şekilde asıl amacına ulaşamayacağını düşünüyorum.