28 Nisan 2011 Perşembe

Yargı "yerindelik" veya "performans" denetimi yapmalı mı?

Pazartesi günü Taraf'ta Neşe Düzel'in "Kamu Harcamalarını İzleme Platformu Sözcüsü ve Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi olan iktisat profesörü" Nurhan Yentürk'le yaptığı bir röportaj yayınlandı. Röportajda çeşitli konulara değinilmesine rağmen en çok ses getiren, Yentürk'ün SHÇEK'de çocuk başına ayda 4 bin lira harcama yapıldığı ve Sayıştay Kanunu'nda yapılan son değişikliklerden sonra bu harcamanın hesabının sorulamadığı, çünkü bu değişikliğin artık Sayıştay'ın "performans denetimi" yapmasına izin verilmediği iddiasıydı. Yentürk'ün sözlerinden ilgili bölüm:
 
"Biz platform olarak bazı verileri inceledik, oturduk hesap ettik... Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk başına ayda 4 bin lira harcadığını bulduk."

"Siz çocuğunuza ayda 4 bin lira harcıyor musunuz? Eğer bir çocuğa ayda dört bin lira harcanmışsa, bunun hesabını soracak bir kurumun olması gerekir. Mesela Darüşşafaka, Aziz Nesin Vakfı gibi sivil kurumlar var. Aziz Nesin Vakfı bir çocuğa ayda bin 500 lira harcıyor. Üstelik bu parayla çocuğa ‘bale de yaptırıyorum, yazın Avrupa’ya götürüyorum’ diyor. Çocuk Esirgeme çocuk başına ayda 4 bin lira harcıyor. Onu denetleyemiyorsunuz işte! Çünkü 5018 sayılı kanun 2003’te çıkarıldığında performans denetimi vardı ve sorumlusu soruşturulabiliyordu. Fakat aralık ayında Meclis’te yapılan son Sayıştay Kanunu’nda, bu denetim Sayıştay’a verilmedi. Anlayacağınız, paralar harcanıyor ve bu paralar etkin mi harcanıyor bilinmiyor. Böylece üç kuruşluk bir iş yüz kuruşa yapılabiliyor. Kamu, büyük paralara, çok küçük hizmetler yaptırabiliyor." 
SHÇEK'da ne olup bittiği konusunda bilgi sahibi değilim, ama Yentürk'ün şikayetçi olduğu, Sayıştay'ın "performans" denetimi yapamaması konusu, SHÇEK örneğinin ötesinde, yargı-yürütme ilişkilerinin nasıl kurgulanması gerektiğine dair derin bir siyasi ve hukuki tartışmaya işaret ediyor. Yentürk'ün Sayıştay'ın sadece "uygunluk" denetimi yapması konusunda da ciddi eleştirileri var:
 
"Sayıştay tarafından sadece “uygunluk denetimi” yapılıyor. Mesela bir harcama yapılmış. Sayıştay, bu harcama, usulüne, kanunlara uygun yapılmış mı, ihale gerektiği gibi açılmış mı, fatura alınmış mı denetliyor. Harcama usulüne uygun yapılmamışsa, belgedeki imzaya bakıyor ve o kişi hakkında soruşturma açıyor. Oysa önemli olan bu harcama etkin yapılmış mı, bunun denetlenmesidir. Sayıştay bunu denetlemiyor. Mesela bir koltuk alımına yüz bin lira harcanmış. Bir koltuğa nasıl yüz bin lira harcarsın diye denetleyemiyorsun, bunun sorumlusunu bulmuyorsun. Yani “performans denetimi yapmıyorsun” ama o koltuk alımın usulüne uygun yapılıp yapılmadığını denetliyorsun. Kısacası sadece “uygunluk denetimi” yapıyorsun."
Başbakan Erdoğan'ın yürütme-yargı ilişkileri konusunda en fazla 
vurguladığı nokta, yargının "yerindelik" denetimi yapmasının yürütmeye 
açık bir müdahale olduğudur. Bu noktada başbakana katılıyorum. Onun 
özellikle şikayetçi olduğu, Danıştay'ın aldığı iptal kararları.

Konu mülakattaki cevaptaki gibi "bir koltuğa nasıl yüz bin lira 
harcarsın?" diye formüle edilince tabii ki ortada büyük bir yolsuzluk 
var ve buna kimse dur diyemiyor gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ben de o 
zaman işi öbür taraftaki aşırı uca çeker, sorarım, "hükümet bir koltuk 
aldığında yargı "vay sen nasıl koltuk alırsın? tabure neyine yetmiyor?!" 
veya "nasıl olur da kırmızı renkli koltuk alırsın? Koltuk dediğin siyah 
renkli olur?" diye hesap sorarsa bu hükümeti seçim zamanı geldiğinde 
yapıp yapamadıklarından dolayı nasıl sorgulayabilirsin?"

Peki yürütme gerçekten bir koltuğa yüz bin lira harcadıysa, yargı da bu 
konuda yerindelik denetimi yapamıyorsa, bu yolsuzluk nasıl giderilir? 
Cevabı siyasetten geçiyor. Seçim vakti geldiğinde muhalefet partileri 
konuyu gündeme getirir, iktidarı devirirler. Sonra kendileri iktidar 
olunca, bir koltuğa yüz bin lira değil, doksan bin lira harcarlar, 
böylece on bin lira tasarruf edilmiş olur:)

Bir ildeki milli eğitim müdürü değiştiriliyor mesela. Eski müdür idare 
mahkemesine başvuruyor, görevine geri dönüyor. İdare mahkemesinin 
yaptığı bir "yerindelik" denetimi. Eski müdür başka bir ile sürgün 
olarak tayin edilse, veya memurluktan atılsa, tamam anlarım, kendisine 
bir haksızlık yapılmıştır, ama sonuçta bakan onun müdürlüğe devam 
etmesini "uygun bulmamış" yerine başka birini atamış. Mahkemenin bununla 
ne ilgisi var? Son tahlilde, bir hükümetin icraatlarının "yerinde" olup 
olmadığına seçmenler seçimde oylarıyla karar vermeyecekler mi?

Ya da hükümet, köprü ve otoyol geçişlerine zam yapıyor, mahkeme zammı 
iptal ediyor. Hükümetin zammına karşı tüketici dernekleri, vatandaşlar, 
şöförler, nakliye firmaları vs ayaklanır, protesto gösterileri yaparlar, 
muhalefet partileri durumdan istifade "Bakın gördünüz mü? Biz iktidara 
gelince onlar köprü ve otoyol ücretlerini kaç lira yapmışsa 5 lira 
düşüreceğiz" derler, hükümet geri adım atmak zorunda kalır. İşte 
"yerindelik" denetimi. Veya hükümet zamda ısrar eder, köprü ve 
otoyolları kullanan araç sayısı azalır, zamlı tarife bile olsa gelirler 
düşer, bedava yollardaki trafik artar, bu da yakıt tüketimini ve ülkenin 
petrol ithalatı faturasını kabartır, bu da cari açığı tetikler, bu 
gelişmelerin sonucunda bir ekonomik kriz patlak verir, hükümet istifa 
eder, yeni gelen hükümet, ekonomiyi canlandırmak için köprü ve otoyol 
geçişlerinde %50 indirime gider. Bu da bir başka yerindelik denetimi.
Replacing Emoji...

21 Nisan 2011 Perşembe

YSK'nın bağımsız adayları vetosu, yasama yetkisinin gaspıdır aynı zamanda!

YSK'nın son kararı üzerine birkaç gündür televizyonlarda söyleniyor, gazetelerde yazılıp çiziliyordu, ama kendi gözlerimle okumadan, bu kadar büyük bir skandala imza atmış olabileceklerine gerçekten ihtimal vermemiştim. Meğer, Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı, "411 el kaosa kalktı" haberine konu olan anayasa değişikliğini iptal etmesi kadar derin bir anayasal kriz içindeymişiz de haberimiz yokmuş...

YSK, 14 Mart 2011 tarihinde, 12 Haziran'daki milletvekili seçimlerine katılacak milletvekili adaylarının seçilme yeterliliği hakkında bir karar almış. Karar metnini siz de okuyun ve durumun vahametini kendiniz görün:
http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/Kararlar/2011Pdf/2011-197.pdf

Kararı okumaya başlıyoruz, birinci sayfanın sonlarına doğru, kimlerin milletvekili olamayacağına dair yasal düzenlemeler sıralanırken, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11. maddesine yer veriliyor. Maddenin f bendi, "Affa uğramış olsalar bile" diye başlıyor, sonra ikinci sayfada 4 başlık altında kimlerin aday olamayacağını sıralıyor. Bu maddelerden 4. maddeyi okuyoruz, "Türk Ceza Kanununun 536 ncı maddesinin ..." diye başlayarak devam ediyor.

Başbakanlık web sitesinin Türkiye'deki kanun, yönetmelik vb mevzuatın resmi metinlerini veren mevzuat.basbakanlik.gov.tr sitesine gidiyor, "Türk Ceza Kanunu" diye taratıyoruz. 2004 yılında kabul edilen, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun metnine ulaşıyoruz:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.5237&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=

Aaa, o da ne?! Kanunda hepi topu 345 madde var! O halde, YSK kararında atıfta bulunulan 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nda sözü edilen Türk Ceza Kanunu nedir? 2839 sayılı kanuna bakınca, bunun 1983'te Milli Güvenlik Konseyi tarafından çıkarılan kanun olduğunu görüyoruz:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.2839&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=

O tarihte henüz 2004'teki TCK çıkmadığına göre, 2839 sayılı kanunun sözünü ettiği TCK, 1926'da kabul edilen TCK olmalı. Adalet Bakanlığı web sitesinden eski TCK metnine bakınca, gerçekten de 536ncı maddesinin olduğunu görüyoruz:
http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/mevzuat/765.htm

Yalnız, kanun metninin başında, kırmızı harflerle, bu kanunun 1 Haziran 2005 tarihi itibarıyle "tüm ek ve değişiklikleriyle birlikte" yürürlükten kaldırıldığını okuyoruz. Yani 765 sayılı kanun diye bir kanunumuz yok artık, hükümsüz. İlker Başbuğ'un deyimiyle, bu kanunun yazılı olduğu kağıtlar artık sadece bir "kağıt parçası"ndan ibaret!

Ceza kanunları, medeni kanun, borçlar kanunu ve ticaret kanunuyla birlikte, hukuk sistemlerinin temel metinlerindendir. 2004'te çıkarılan TCK da öyle olduğu için, eski kanundan yenisine nasıl geçiş yapılacağı hususunu düzenlemek üzere, "Türk Ceza Kanunun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun" diye, 5252 sayılı ayrı bir kanun çıkarılmış:
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.5252&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=

Bu kanunun 12. maddesi, "Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla, ... 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu bütün ek ve değişiklikleri ile birlikte, Yürürlükten kaldırılmıştır." diyor. Kanun 1 Haziran 2005'te yürürlüğe girdiği için, bu tarihten sonra 765 sayılı (eski) TCK artık yürürlükte değil. Tarih olmuş.

YSK kararını okumaya devam ediyoruz, "Adli sicil kaydında sabıkası olan adayların ayrıca" yapmaları gerekenleri sıralarken, 765 sayılı kanunun 95, 121, 122, 123 ve 124. maddelerine tekrar, açıkça atıfta bulunuyor. İyi ama böyle bir kanun artık yok ki?!!

YSK bu kararıyla, kendisini kanun koyucu yerine koymuş, anayasanın 7. maddesinde tek yasama organı olarak gösterilen TBMM'nin erkine açıkça tecavüz etmiştir. TBMM'nin yürürlükten kaldırdığı bir kanunu tekrar yürürlüğe sokmuştur. Bu ciddi bir anayasal krizdir.

Ak Parti'nin, 2004'te çıkardığı yeni TCK'dan sonra, 12 Eylül askeri rejiminin eseri olan Seçim Kanunu'nda eski TCK'ya atıfta bulunan maddeleri değiştirmemesini büyük bir gaflet olarak niteleyebiliriz. Şu son bir yıl içinde çeşitli nedenlerle, Ak Parti hükümeti döneminde çıkan 5651 sayılı İnternet yasası, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu metinlerini inceledim. Hepsinde, bırakın yapılan düzenlemelerin içeriğiyle ilgili eksikleri, kanun yapma tekniği, madde yazımı, tanımlarda tutarlılık ve hükümlerin mevcut mevzuatla uyumu konularında çok ciddi problemler var.

Ama Ak Parti'nin "gafleti", "siyasi oportünizmi" veya "tembelliği", YSK'nın kararının vahametini ortadan kaldırmaz. YSK, normal bir mahkeme değil ki. Kararları kesin, itiraz mercii bulunmayan, karar verirken tarafları dinleme, savunma alma mecburiyeti olmayan bir düzenleyici organ, bir komiserlik adeta. YSK rahatlıkla, Seçim Kanunu'na bakar, eski TCK'ya atıfta bulunan hükümleri "yok" sayabilirdi. Çünkü eski TCK artık yok. Hukukçu değilim, hukuk eğitimi almadım, ama bir okur-yazar olarak, yılların tecrübesiyle YSK üyesi olmuş hakimlerin böyle büyük bir yanlışı nasıl işleyebildiklerini aklım, havsalam almıyor.

Türkiye'deki hukuk sistemi, deposunda yakıtı bitmek üzere olan, bir lastiği patlamış stepneyle değiştirilmiş, diğer lastiği yamayla idareten duran bir arabanın, kar ve tipi altında Bolu Dağı'nı geçmeye çalışması gibi, her an duvara toslamaya hazır bir görüntü çiziyor maalesef. Başbakan seçimden sonra yeni anayasa sözü verdi, ama bilmiyorum bu patlak rejimin takati o zamana kadar yeter mi?

5 Nisan 2011 Salı

"imamın ordusu" kitap taslağı üstüne düşüncelerim

Geçen hafta Perşembe günü öğleden sonra Ahmet Şık'ın yazmakta olduğu "İmamın Ordusu" adlı kitabın taslak metinleri internete sızdı. Önce, 289 sayfalık "dokunan yanar" adlı bir PDF belgesi yayınlandı, birkaç saat sonra, imaminordusu.com adlı kim tarafından kurulduğu belli olmayan bir web sitesi tarafından bir başka metin yayınlandı.

Ben ilk metni baştan sona hızlıca inceledim, ikinciye göz gezdirdim. İki metin arasındaki temel fark, ilkinde, 49 sayfalık polis raporunda uzun uzun anlatılan, kitabın bir ekip çalışması olduğunu ve Ahmet Şık'a talimatla yazdırıldığını gösterdiği ileri sürülen not ve yorumlara pek rastlanmıyor. Toplam 10-15 not-yorum ya var ya yok. İkincide ise bu not-yorumlardan bol miktarda var. Benim anladığıma göre bu not-yorumların bir kısmı Microsoft Word'un "comment" özelliği kullanılarak, bir kısmı ise metin içine doğrudan parantez içinde büyük harfle ve kırmızı-sarı renkle işaretlenerek yazılmış. İkinci metin, ilk metnin üstünde çalıştırılmış ve geliştirilmiş bir hali. Mesela ikinci metinde kitap, Adil Serdar Saçan'ın ifadesinden uzun bir alıntıyla başlıyor, ilk metinde bu alıntı yok. Aşağıdaki değerlendirmelerim kitabın 289 sayfalık bu ilk sızdırılan haline dayanıyor.

Öncelikle bu kitap, son 10 yılda aşina olduğumuz, Tuncay Özkan'ın "Bay Pipo"sundan Soner Yalçın'ın "Efendi"sine uzanan, gazeteciler tarafından yazılan kitap türünün bir örneği. Demek istediğim, bir sürü olay, bir sürü isim veriliyor, ama arada fazla bir analitik çözümleme yapılmıyor. Bu yönüyle Ergenekon iddianameleri külliyatına da benzediğini söyleyebilirim. Ama iddianame, hukuki bir belgedir, sanıkları mahkum ettirmeye çalışır (Bir argüman tarzı ve bir edebi metin olarak iddianameleri diğer analitik metin türleri, özellikle master-doktora tezleriyle karşılaştıran bir yazıyı yakında sizinle paylaşıcam). Bu kitapları da belli kişileri veya grupları kamuoyu önünde yargılayıp mahkum etmeyi amaçlayan kamusal iddianameler olarak görebiliriz.

Ahmet Şık'ın uzun yıllar muhabirlik yaptığını biliyoruz. Kitabın girişinde Fethullah Gülen cemaatinin tarihçesini Said Nursi'nin ölümünden sonra Nurcular arasındaki ayrılıklar ve gruplaşmalardan başlatarak anlatıyor, sonra 12 Eylül'den sonraki gelişmeleri özellikle ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlayarak açıklıyor. Bu bölümde Ahmet Şık'ın entellektüel birikiminin ve araştırmacılığının son derece zayıf olduğunu görüyoruz. Soner Yalçın'ın Efendi'sinde ne kadar bölük pörçük olursa olsun, sosyal ve ekonomik tarih araştırmalarına, dünyada yaşanan gelişmelere vs atıflar vardır, "büyük resim"i yakalamak için biraz gayret sarfettiğini görebilirsiniz. Ahmet Şık'ın kitabının bu giriş bölümünde bu tip gayretlerin hiçbiri yok. Benim düşüncem, ya bu kitap projesi o kadar aceleye getirildi ki, çalakalem sağdan soldan yapılan derlemelerden başka bir şey değil. Ya da Ahmet Şık gerçekten üstünde kitap yazdığı konu hakkında hiç bir araştırma yapmamış, kafasını ellerinin arasına alıp hiç düşünmemiş.

Kitapta Fethullah Gülen cemaatinin ortaya çıkışı anlatılırken, Ahmet Şık'ın "cemaat nedir?" "Bir insan niye cemaate girer? Cemaatte ne bulur?" "Fethullah Gülen cemaatinin mensupları nasıl düşünür? Nasıl konuşur? Dünyaya nasıl bakar?" gibi soruları hiç sormadığı, bu soruların aklına bile gelmediği açıkça görülüyor. Onları geçtim, Ahmet Şık'ın üniversitede, en azından birinci sınıfta bir sosyoloji dersi bile almadığı anlaşılıyor. Bu bölümdeki anlatımından önde gelen Nurcu abileri ve grupların isimlerini çıkarın, yerine 1980 öncesi Türk solunun öncü isimlerini ve fraksiyonları koyun, şablonun aynı olduğunu göreceksiniz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Ahmet Şık bu kitabı hazırlarken, Fethullah Gülen'in bir kitabını alıp da karıştırmamış, bir vaazını dinlememiş ve kendine "Fethullah Gülen'i diğer cemaat önderlerinden ve Türkiye'deki diğer hocalardan ayıran nedir? Yoksa ayıran bir şey yok mudur?" sorularını sormamış.

Kitapta 12 Eylül sonrasında özelde Fethullah Gülen cemaatinin, genelde Türkiye'deki İslami grupların yükselişinin ABD'nin "yeşil kuşak" projesine bağlanması da bana son derece bayatlamış bir yorumun hiçbir analize tabi tutulmadan kullanıldığını gösteriyor. ABD'nin "yeşil kuşak" projesi külliyen yalandır demiyorum. İçinde doğruluk payı olabilir. Ama, 1980lerde Reagan döneminde ABD'nin İslam Dünyası'na yönelik politikalarını, gizli yönleriyle de açıklayan bir sürü birinci el kaynak yayınlandı. Özellikle 11 Eylül'den sonra, bazıları o dönemde CIA'de, Amerikan Dışişleri'nde veya Reagan yönetiminde görev yapmış, son dönemde de neo-conları destekleyen isimler, ABD'nin Afganistan-Pakistan, İran, Mısır ve Arap ülkeleri ve nihayet Türkiye siyaseti üzerine, bugünkü Wikileaks belgeleri kadar önemli bir sürü ifşaatta bulundular. Ahmet Şık hiçbir şey yapmasa, sırf Fehmi Koru/Taha Kıvanç'ın yazılarında atıfta bulunduğu kitaplara baksa, yine bir sürü malzemeye ulaşırdı. Bunların hiçbirisi yok. Öyle olunca, ben de şu sonuca varmadan edemiyorum: Ahmet Şık'ın ya İngilizcesi yok, ya da böyle bir entellektüel birikimi.

Ahmet Şık'ın çalışmasının değerini gözümde iyice düşüren bir başka nokta, Nurettin Veren'in kitabında zikredilen "Işık Evlerinde uygulanan yemin metni"ni kitabına alması oldu. Bu yeminin uydurma olduğu her halinden belli. Fethullah Gülen'in bir iki makalesini okuyan, vaazını dinleyen biri, bu yemin metninin İslami literatüre yabancı biri tarafından uydurulduğunu rahatlıkla anlayabilir. Metin "Gücüm yettiği kadar Kur’an’ı (bu orijinal metinde Fethullah Gülen’e idi. Sonra tepki çeker, uygun olmaz görüşü ile Kur’an olarak değiştirildi) hayatıma gaye edineceğime" diye başlıyor. Böyle saçma bir ifade olur mu? Ne demek "Gücüm yettiği kadar?" Bu metni uyduran, herhalde takiyye söylemlerinden fazlaca etkilenmiş ki, "güçleri yetmediği yerde Kur'an'ı hayatlarına gaye edinmekten vazgeçebilirler" diye düşünmüş olmalı. Ama "Sizden biri bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle uyarsın. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu imanın en zayıf mertebesidir" hadisini, "Ameller niyetlere göredir" düsturunu hiç duymamış galiba. Bir müslüman bir kötülüğü defetmeye "gücü yetmediği" zaman kalbiyle buğzettiğinde de "Kur'an'ı hayatına gaye edinmeye" devam eder, ama uydurmacı bunun farkında değil!

Yemin metninin devamında " talebe arkadaşların izzet ve onurlarını izzetim ve onurum kadar yükseltmeye çalışacağıma" deniyor. Böyle Arapça kelimelerin birbirine ve ile bağlandığı ifadeler, birer deyim niteliğindedir, belli kalıplara uyar. "İzzet ve haysiyet" olur, "izzet ve şeref" olur, "izzet ve namus" olur, "izzet ve azamet" olur, ama Batı dillerindeki "honour"ün karşılığı olarak 1930larda uydurulmuş, hatta ilk başta Fransızca okunuşuna uyarak "onör" diye yazılmış "onur" kelimesi kullanılarak "izzet ve onur" dendiğinde olmaz! Hele Fethullah Gülen'in yazdığı iddia edilen bir yemin metninde hiç olmaz! Ahmet Şık ne yazık ki, bu yemin metninin uydurma olduğunu anlayamayacak kadar konuya yabancı...

Eldeki metin gerçekten daha üstünde çok çalışılması gereken bir taslak metin. Kitap haline getirildiğinde son üçte birlik bölümünün çok daha uzayacağını ve şu anda 290 sayfa olan metnin 400 sayfayı geçeceğini düşünüyorum. Sanıyorum bu nedenle, başka kaynaklara dayanılan ilk bölümleri metnin büyük bölümünü kaplıyor. Metnin ilk 200 sayfası büyük ölçüde, Nurettin Veren'in "Kuşatma: ABD'nin Truva Atı Fethullah Gülen"; Saygı Öztürk'ün "Okyanus Ötesindeki Vaiz"; Zübeyir Kındıra'nın "Fethullah'ın Copları"; Hanefi Avcı'nın "Haliç'te Yaşayan Simonlar" adlarıyla yayınlanmış kitapların bir özeti mahiyetinde. Mesela s.47-51 Kındıra, s.51-72 Öztürk'ün kitabından alınmış. Bu sayfalar arasında, bu kitaplarda verilen bilgilerin başka kaynaklar kullanılarak zenginleştirildiğini de göremiyoruz (ya da bu henüz bir taslak olduğu için henüz o zenginleştirme işlemini yapacak vakit olmamış).

Daha doğrusu yapılan alıntılar o kadar çok ve birbirleriyle o kadar insicamsız ki, bu metin bir kitap olmaktan çok bir "copy-paste" yığını olarak duruyor. Bu yönüyle de, "Google iddianamesi" olarak bilinen, Ak Parti'nın kapatılma davası iddianamesine benziyor. Ben üniversite birinci sınıf öğrencilerine verilen Medeniyet Tarihi derslerinde böyle üç-dört kaynaktan kes-yapıştır yoluyla hazırlanan ödev makaleleri çok okudum. Öğrenci önüne üç-dört kitabı açar, önce bir kitaptan iki-üç paragraf, ardından diğer kitaba geçer, oradan iki-üç paragraf, bu şekilde yazar geçer gider. Ahmet Şık'ın kitap taslağı işte bunlardan farksız.

Akademik bir gözle bakınca, Ahmet Şık'ın kitap taslağının yetersiz ve muhtemelen jüri tarafından baştan yazılması isteğiyle reddedileceği bir yüksek lisans tezine benzetebilirim. Bu taslaktan bir doktora tezi olması mümkün değil, çünkü taslakta "orjinal katkı" yok.

Kullanılan en önemli belgeler ise, Fethullah Gülen hakkında Ankara 2 nolu DGM'de 2001 yılında görülen dava evrakı, Ünal Erkan'ın Emniyet Genel Müdürü olduğu 1991 yılında Emniyet'te yapılan soruşturma, Adil Serdar Saçan'ın İstanbul KOM Şube Müdürü iken yürüttüğü soruşturma, Telekulak soruşturması gibi mahiyeti kamuoyunca bilinen, yıllardır üstünde yazılıp çizilen belgeler. Bu yönüyle kitapta orjinal malzeme yok denecek kadar az, olanlar da, son iki yıla ait, başrollerinde Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın olduğu emniyet içi çekişme ve karşılıklı suçlamalarla ilgili, kaynağı bu kişiler olan şeyler.

Size şimdi bu kitabı değerli kılabilecek bir fırsatı Ahmet Şık'ın nasıl kaçırdığını bir örnekle göstermek istiyorum. Kitabın 51-63. sayfaları arasında, Saygı Öztürk'ün kitabına dayanılarak, 1991-92'de Ünal Erkan döneminde emniyetteki kura çekimi skandalı üstüne yapılan soruşturma ve sonrasında bu soruşturmanın cemaat tarafından örtbas edilmesi uzun uzun anlatılıyor. O bölümde, bu soruşturmayı yürüten ve sonra haklarında soruşturmalar açılan, ardından kızağa alınan ve de sonunda emekli olan iki müfettişin adı veriliyor: İzzet Sezgin Şenel ve Ahmet Nihat Dündar. Ahmet Şık eğer bir muhabir veya gazeteci refleksiyle hareket etseydi, bu noktada Saygı Öztürk'ün kitabından copy-paste yapmayı bırakır, bu iki müfettişi arayıp bulmaya, onlarla konuşmaya çalışırdı. Eğer hayatta değilseler bile en azından aileleriyle görüşebilirdi, çünkü böyle bir soruşturmanın arkasından gadre uğrayıp emekli olmak zorunda kalan müfettişler eşlerine, çocuklarına mutlaka birşeyler anlatmışlar, her ne kadar yasak olsa da ellerinde bazı belge ve bilgileri, notları tutmuşlardır. Maalesef kitapta böyle araştırmacı-gazetecilik örneklerine hiç rastlayamıyoruz. Ahmet Şık önüne üç-beş kitabı almış, bunlara bir de emniyet içindeki kaynaklarının kendisine verdiği çok özel bilgileri eklemiş ve ortaya bu taslak metin çıkmış. Yine dediğim gibi, tutuklanmasaydı belki Ahmet Şık çalışmasının geri kalan bölümünde bu boşlukları dolduracaktı, ama eldeki metinde bu yönde bir emare, bir ışık görünmüyor.

Kitabın son 100 sayfası ise, Sabri Uzun, Emin Arslan ve Hanefi Avcı'nın aslında ne kadar kahraman ve dürüst polisler oldukları ama cemaatin gadrine uğradıklarını uzun uzun, zaman zaman insanı sıkacak ayrıntılarla anlatıyor. Kitabın son 100 sayfasını Sabri Uzun yazmış olsa, bu anlaşılabilir, denir ki adam şu anda rüşvet ve kaçakçılık iddialarıyla yargılanıyor, bu şekilde kendini aklamaya çalışıyor. Ama eğer kitabın yazarı Ahmet Şık'sa ve konu "imamın ordusu"ysa, ciddi bir içerik planlaması sorunu var demektir metinde. Şöyle söyleyeyim, 1993-95 yıllarında Hakkari Dağ Komando Tugayı'nın komutanı olan Osman Pamukoğlu'nun sanki güneydoğuda o dönemde PKK'nın aktif olduğu başka bölgeler yokmuş ve sanki 93 öncesi ve 95 sonrasında PKK diye bir şey yokmuş gibi, kendi komutanlığı dönemindeki olayları "PKK'yla ben mücadele ettim" diye sunması gibi bir şey...

Hatta, Alaattin Çakıcı-Korkmaz Yiğit görüşmesinin ses kaydının önce Fikri Sağlar'a sızdırılması ardından basına yansımasının ardından patlayan Türkbank ihalesi skandalı sayfalar boyunca uzun uzun anlatılıyor. Kitabın bu bölümlerini okurken insanın kafası "Yahu kim iyi polisti, kim kötü polisti" diye epey bir karışıyor. Bu bölümü 2-3 kez okudum. Benim anladığım, Çakıcı-Yiğit ses kaydını Sağlar'a veren, Fethullahçı bir komisermiş. Ama aslında operasyonun başında Sabri Uzun varmış. Daha sonra Fethullahçı polisler, Sabri Uzun'un Türkbank ihalesine fesat karıştırıldığını bildiğini, ama bunu hükümete kasten haber vermediğini ileri sürüp Uzun'a komplo kurmuşlar, ama işin aslı öyle değilmiş... Tamam, Sabri Uzun çok iyi polismiş de, memlekette albay ve üstü rütbedeki her subayın, şube müdürü ve üstü rütbedeki her emniyetçinin başından geçmiş bir gadre uğrama hikayesi vardır...

Sonuç olarak, Hanefi Avcı'nın kitabını okuduysanız, bu kitap onun ikinci bölümüne çok benziyor. Mesela 174-184. sayfalar arasında, Elazığ'da 2002 yılında yaşanan bir olay, tamamen Hanefi Avcı'nın kitabından aktarma suretiyle anlatılıyor.

Kitabın 249-274. sayfaları arasında ise tamamen Devrimci Karargah örgütü konu ediliyor. Bu örgütün uydurma bir örgüt olduğu, hakkında düzenlenen iddianamenin hiçbir delile dayanmadığı vs ileri sürülüyor. Hatırlayacak olursanız bu örgüt davasında Hanefi Avcı, örgüt yöneticisi olduğu ileri sürülen Necdet Kılıç'a yardım ettiği, onun teknik takipten kurtulmasına yardımcı olduğu iddiasıyla sanık olarak yargılanıyor.

Peki, Ahmet Şık'ın kitabı nasıl düzeltilebilir, veya bu konuda nasıl derli-toplu bir kitap yazılabilir? Öncelikle, kitabın temel tezini veya ana argümanını hatırlayalım. Ahmet Şık diyor ki:
1. Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme var.
2. Bu örgütlenme, öncelikle kendi elemanlarını koruyor, kayırıyor, kritik noktaları ele geçirmeye çalışıyor.
3. Sonra kendisinden olmayanlara karşı iftira kampanyaları açarak onları gözden düşürüyor. "Dokunan yanar" (Bu sözü Ahmet Şık söyleyince popüler oldu, ama aslında Ağustos 2010'da, Hanefi Avcı'nın kitabının yayınlanmasından sonra, 2001'de Emniyet'teki Fethullahçı yapılanma üstüne kitap yazan Zübeyir Kındıra'nın BirGün gazetesine verdiği röportajda söylediği bir söz)
4. Son yıllarda bu yapılanma, başta Ergenekon olmak üzere Hrant Dink, Zirve Kitabevi, Şemdinli, Balyoz, hatta 1999 öncesindeki Türkbank ihalesi davası gibi Türkiye'de gündemi belirleyen pek çok davada hukukun dışına çıkmıştır.

Burada diğer iddiaların da dayandığı temel iddia, Emniyet teşkilatında Fethullahçı bir örgütlenme olduğu. Bunu ispatlamak için, "şu şu şu isimler Fethullahçıdır" demek gerek. Kitapta, bu şekilde isim verilerek suçlanan isimler var, ama bu isimleri Adil Serdar Saçan, Hanefi Avcı vs uzun süredir itham etmekteydi. Mesela en açık suçlanan isim, Hrant Dink davasında ihmali bulunduğu ileri sürülen Ramazan Akyürek. O zaman Ahmet Şık'ın yapması gereken, kitabının her bir bölümünde tek tek bu Fethullahçı polisleri alacak, kariyerlerinin başından itibaren ne yapmışlar, ne etmişler inceleyecek. Ama mesela Ramazan Akyürek'le ilgili olarak böyle bir bölüm yazacak olsa, şu anda Adil Serdar Saçan'ın ifadesi, ki kendisi de bir polis ve şu anda Ergenekon sanığı, 1989'da Adil Serdar Saçan'la Ankara Kocatepe Camii'ndeki Bediüzzaman Said Nursi mevlidinin izleme raporu hakkındaki anlaşmazlığı ve Hrant Dink olayında ihmali olduğu dışında şu ana kadar topladığı bir veri göremiyorum.

Akyürek gibi ismi açıkça zikredilen birkaç kişinin dışında, Fethullahçı olduğu ileri sürülen veya ima edilen, isimlerinin baş harfleri verilmiş bir sürü kişi var: N.M. (s.50), İ.K. (s.56), A.Ş, İ.T, R. F, C.Y, A.T, A.K, İ.B, M.K, R.K, B,C, H.İ.O, Emniyet Müdürü A.Ö ve A.E, akademide öğretim üyelerinden İ.Y.T A.Ş, R.F, B.C, A.K, H.İ.O, R K ve C.Y (s.59), H.B.E., M.T., S.T., C.M., M.E., İ.K.... (s.61)... diye devam edebiliriz. Ama kitapta böyle kodlu olarak verilen isimlerin çoğu kitapta sadece bir yerde zikrediliyor. Bu polisler daha sonra ne yapmışlar, ne etmişler, hiçbir bilgimiz yok. Ahmet Şık kitabını bu şekilde, tek tek isimler üstünden giderek tasarlamış olsa, şu anda daha kitap yazım işinin çook başında olduğunu görürüz.

Sözkonusu kişiler yazar-çizer takımından olsa, yazdıklarından bir sürü karine çıkarabilir insan, ama bir Emniyetçi hakkında, işi cadı avına dönüştürmeden insan nasıl bilgi toplayabilir ki? İşte burada ciddi bir metodolojik sorunla karşı karşıyayız. Ahmet Şık'ın iddiaları o kadar büyük iddialar ki, bu iddiaları ancak bir savcılık soruşturması paklar. Nitekim Ramazan Akyürek'le ilgili olarak Hrant Dink davası soruşturmasının derinleştirilmesiyle, tam da bunun yapılacağı görülüyor. Aksi takdirde, yapılan iş bir cadı avından farksız bir hal alacaktır, nitekim kitabın büyük bölümü bir cadı avı şeklinde kurgulanmış.

Mesela s.75'te uzunca alıntılanan bir rapordan bir cümle: "Emniyet Müdürü K. İ., Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmaktadır." Şimdi, Ahmet Şık'ın kitabını okuyan biri, bu emniyet müdürü K.İ.'nin Fethullahçı olduğunu düşünebilir ve eğer emniyetteki Fethullahçı yapılanmadan endişe duyuyorsa, K.İ.'ye karşı hınçlanabilir. Fakat rapordan yapılan alıntının başını okuduğumuzda, Ahmet Şık'ın bu raporu "1998 yılında İstihbarat birimlerince hazırlanarak Başbakanlık Takip Kurulu’na (BTK) gönderilen raporlarda irticai faaliyetlerin polisten gördüğü destek anlatılıyordu." diye açıkladığını görüyoruz. "Hangi istihbarat birimiymiş yahu?" diye kendi kendimize sorarken, bir dipnot görüyor ve dipnotu okumaya başlıyoruz. Karşımıza Batı Çalışma Grubu adlı heyula çıkıyor!

Bu noktada konu, temel hak ve hürriyetlerin korunması ve hukukun üstünlüğüne saygıya gelip dayanıyor. Ahmet Şık'ın gözaltına alınması ve tutuklanması, ardından kitap taslağının İthaki Yayınevi'nden, Radikal gazetesinden alınmasına "düşünce özgürlüğüne vurulan darbe", "sansür", "sivil dikta" gibi tepki gösterenleri anlıyorum. Ama, kimse kusura bakmasın, Batı Çalışma Grubu'nun ve onun sivil görünümlü uzantısı BTK'nın 28 Şubat sürecinde bugün Ergenekon davası sürecindeki hukuksuzluklarla karşılaştırılamayacak çaptaki faaliyetleri sırasında toplanmış yalanlarını istihbarat notu diye yutturmaya çalışan Ahmet Şık'ın yaptığını bir gazetecilik başarısı veya bir demokrasi kahramanlığı olarak göremem.

"Velev ki Ahmet Şık bu kitabı Ergenekon terör örgütünün emriyle yazmış olsun. Velev ki Nedim Şener ve Soner Yalçın'la aralarında inkar ettiği bir bağlantı olmuş olsun. Bir kitaba, hem de yayınlanmamış bir kitaba yönelik operasyon fikir özgürlüğüne indirilmiş darbedir" diyenlere, Ahmet Şık'ın kitabında, bulabildiği tek "suç"u "Fethullah Gülen taraftarlarınca düzenlenen toplantılara katılmak" olan K.İ.'yi, 28 Şubat döneminin hukuk katili BÇG-BTK raporlarına dayanarak suçladığını hatırlatmak istiyorum. Ahmet Şık'ınki can da, K.İ.'ninki patlıcan mı?

Peki bundan sonra ne olur? Mevcut haliyle kitap taslağında Fethullahçı polis olduğu ileri sürülen isimlerin büyük çoğunluğu hakkında sadece "Fethullahçıdır" diye bir suçlama olduğunu, haklarında başka herhangi bir bilgi ortaya konmadığını (veya konamadığını) özellikle vurgulamak istiyorum. Kitabın muhtemel etkilerini üç başlıkta inceleyebiliriz. Öncelikle, kitapta ileri sürülen iddiaların öncelikle muhatabı savcılar. Bir savcının kitabı suç duyurusu olarak kabul edip soruşturma açması gerek. Ama kitap içinde ele alan konular zaten soruşturma ve yargılamaların konusu olmuşken, hatta Fethullah Gülen hakkındaki yargılamanın sonunda verilen beraat kararı Yargıtay'ca onanmışken, hele Ahmet Şık'ın, kitabında BÇG-BTK raporları gibi mesnetsiz kaynaklara yer vermesi nedeniyle inandırıcılığı büyük ölçüde zedelenmişken hukuki yoldan hiçbir şey çıkmayacağını söyleyebilirim.

Kitabın diğer bir etkisi, devletin her kademesindeki unsurların ve özellikle de Ak Parti'nin, Emniyet teşkilatındaki Fethullahçı yapılanmanın artık kontrol altına alınması gerektiği yönünde daha bir kararlı hareket etmesini sağlamak olabilir. Ancak, kitapta yazılanlar, sorumlu mevkileri işgal edenlerin zaten bildikleri şeyler. Kitabın etkisi, bu konuların kamuoyunda önceki kitaplara göre çok daha fazla tartışılması ve bunun sonucunda özellikle Ak Parti'nin, artık bundan böyle Ergenekon soruşturmasında olup bitenlerden "bu iş yargının işidir" diyerek sıyrılamayacağını anlaması olabilir.

Üçüncü bir değerlendirme, bu kitabın asıl amacının Türkiye'de cemaate ve Ak Parti'ye karşı yoğun bir tepkiyi körüklemek ve 12 Haziran seçimlerinde Ak Parti iktidarını düşürmek olduğudur. Benim düşünceme göre bu kitaptan bir şey çıkmaz. Çünkü kitap, bir şey çıkması amaçlanarak yazılmış bir kitap değil. Hanefi Avcı'nın kitabı da referandumda Hayır çıkmasına yönelik bir hamleydi. Bu kitabın da benzer şekilde asıl amacına ulaşamayacağını düşünüyorum.

16 Mart 2011 Çarşamba

Masumiyet karinesi veya 1997'den 2011'e demokratikleşen Türkiye'nin resmi!


Birkaç gün önce, eski gazete kolleksiyonlarını karıştırıyordum. Nereden nereye geldiğimizi görmek açısından çok faydalı bir egzersiz; herkese tavsiye ederim. Hürriyet'in Şubat 1997 cildi ibret vesikalarıyla dolu. İşte, yukarıda, 28 Şubat'taki MGK toplantısına doğru Hürriyet'in sistematik bir biçimde yürüttüğü psikolojik harekattan tipik bir manşet. "Bakan değil militan"

12 Eylül'e giden yolda 6 Eylül'de Konya'da düzenlenen Kudüsü Kurtarma Mitingi önemli bir bahaneydi, 28 Şubat sürecinde de yine Kudüs merkezli bir tiyatro oyununun bahane edilmesi bir tesadüf olmamalı. İşte Sincan'da sahnelenen bu oyundan sonra, Sincan'ın Refah Partili belediye başkanı Bekir Yıldız, bir medya linçine maruz kalmış, sonunda tutuklanarak cezaevine konmuştu. Dönemin RP'li Adalet Bakanı Şevket Kazan, Yıldız'ı cezaevinde ziyaret etmiş, Hürriyet de bunun üzerine yaygarayı basmış! Neymiş? Kazan'ın ziyareti kamuoyunda "çok büyük tepki gör"müşmüş! Tepki gösterenler kimler? ANAP lideri Mesut Yılmaz, CHP lideri Deniz Baykal, eski Adalet bakanı CHPli Mehmet Moğultay...

Haberin hemen altında, Ertuğrul Özkök'ün köşe yazısını okuyalım. Özkök, "Acaba normal demokratik bir ülkede bir adalet bakanı, o ülkenin mahkemesinin çete kurmakla suçlayıp tutukladığı bir sanığı cezaevinde ziyaret etseydi o ne olurdu?" diye soruyor ve sorusunun cevabını kendi veriyor: "Söyleyeyim, o ülkenin tarihindeki en büyük skandallardan biri olurdu." Özkök devam ediyor: "Demek ki, Bakan Bey'in hukuku, Adalet Bakanlığı'nın hukuku ile aynı değilmiş. Bayramda, Feribot kaçıranları, daha önce de Sivas sanıklarını ziyaret etmişti. Kabahat bizde. O zaman bu tepkileri göstermediğimiz için iş bu noktaya geldi."

Bu yazının ilk başlığı "Masumiyet karinesini nasıl hiçe saydığınızı unutmadık!" idi. Evet, 1997'nin Hürriyet'inde, anayasanın 15. maddesinde "suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz" şeklinde ifade edilen masumiyet karinesinden eser yok! Bugün Ergenekon soruşturmalarında tutuklanan gazeteciler, Balyoz soruşturmasında tutuklanan generaller için sürekli hatırlatılan masumiyet karinesi, 1990larda Hürriyet ve diğer merkez medya yayınlarında, Sincan eski belediye başkanı Bekir Yıldız, Kayseri belediye başkanı Şükrü Karatepe, Sivas sanıkları ve YAŞ kararlarıyla TSK'yla ilişiği kesilen subay ve astsubaylar için hiç hatırlanmadı.

Hürriyet'in 17 Şubat 1997'deki manşetini alın, Adalet Bakanı'nın yerine Genelkurmay Başkanı'nı, Sincan belediye başkanı Bekir Yıldız'ın yerine de Balyoz sanığı generalleri koyun. 1997'den 2011'e Türkiye'nin ne kadar demokratikleştiğini göreceksiniz!

Hürriyet 1997'de "Bakan değil militan" manşetini atıyordu. 2011 Türkiyesinde "Genelkurmay başkanı değil darbe şakşakçısı" manşetiyle çıkan bir gazete gördünüz mü?

Yanlış anlaşılmamak için hemen düzelteyim, bugün Ergenekon soruşturmaları sırasında yapılan gözaltı ve tutuklamaları, 28 Şubat dönemindeki hukuk ihlallerinin rövanşı olarak görüyor değilim. Veya Hürriyet'in 1997'deki manşetini göstererek "Bakın bunlar her şeye müstehaktır!" da demiyorum. Elbette hukukun üstünlüğü önemlidir. Ama bugün demokrasi ve hukuk kahramanı kesilenlerin karanlık sicillerini de görmek ve hatırlatmak boynumuzun borcudur. O zaman Hürriyet'in başını çektiği merkez medya, insanların şeref ve haysiyetleriyle hiçbir korku ve çekince olmadan rahatça oynayabiliyordu. Çok şükür, bugün böylesi medya linçlerini yapacak güçleri kalmadı.

9 Mart 2011 Çarşamba

Darbe günlükleri, Alper Görmüş ve "kefalet" üzerine...

Evetamatakipteyiz sitesinde, Zaman gazetesinin internet sitesinde dün gün içinde yayınlanan bir "alıntı" üzerine bir eleştiri yazıldı. Bu "alıntı" esas olarak, Alper Görmüş'ün dün Taraf gazetesinde yayınlanan yazısının büyük bir bölümünü, "'Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı' yalan çıktı" başlığıyla veriyordu. Evetamatakipteyiz, Alper Görmüş'ün yazısının devamında Ahmet Şık'a "kefil" olduğunu yazdığı bölümün Zaman'ın internet sitesindeki alıntıda yer almamasını "çarpıtma" olarak nitelemiş. Aşağıda, Evetamatakipteyiz sitesindeki yazıya yaptığım yorum yer alıyor.

Bu haber Zaman gazetesinde yayınlanmadı, Zaman'ın internet sitesinde yayınlandı, ki siz de zaten buna dikkat etmişsiniz. Ama bilmiyorum dikkat ettiniz mi, bu haber Türkiye'deki internet haber yayıncılığında bir "gri alan" olan "alıntı/iktibas haber/köşe yazısı"nın tipik bir örneği. "Gri alan" olması, telif haklarına aykırılığından kaynaklanıyor. İnternetin Türkiye'de yaygınlaşmasıyla birlikte, özellikle de 28 Şubat sürecinde merkez medyadan andıçlarla tasfiye edilen Mehmet Barlas, Ufuk Güldemir gibi gazetecilerin açtıkları haber siteleriyle 2000'lerin başında internet haberciliği kendine özgü bir sesi, mecrası olma yolunda bayağı ümit vermişti, ama maddi imkansızlıklar, Türkiye'de medya düzeninin kendi kendini finanse edemeyen, bu nedenle iktidar ve güç odaklarıyla göbekten bağlı yapısı, haberin değil kanaat önderi gibi görev yapan köşe yazarların başını çektiği yorumun öne çıkması gibi nedenlerle internetteki haber siteleri büyük ölçüde basılı medyayı takip etmek zorunda kaldılar. Gazetelerde çıkan haberleri, köşe yazılarını aynen alıp yayınlayan ve bu şekilde bir sürü "hit" alıp reklam geliri elde eden bir asalak internet medyası türedi. Hatta haber7.com gibi Türkiye'nin en çok takip edilen haber sitesi bile günlük gazetelerden köşe yazısı "apartma"yı yakın zamanlara kadar sürdürüyordu. haber7.com gazetelerden aldığı köşe yazılarının artık sadece ilk bölümünü yayınlıyor. Devamı için okurları gazetelerdeki tam yazı linkine yönlendiriyor. Bir taraftan da, ülkedeki kutuplaşmanın bir yansıması olarak, sadece ve sadece belli yayın organlarını, belli internet sitelerini takip eden geniş bir okur kitlesi ortaya çıktı.

Zaman gazetesi, Türkiye'de internet üstünden de yayınlanmaya başlayan ilk gazete. Yakın zamanlara kadar internet sitesi, gazete içeriğinin haricinde sınırlı ölçüde "Son dakika" haberleri dışında gün boyunca statik kalıyordu. Ancak bir süredir, gün içinde de, diğer gazetelerde yayınlanan haberler ve köşe yazılarını bu şekilde "alıntı"layarak yayınlıyorlar. Burada uzun uzun bunları anlatarak vurgulamaya çalıştığım bir nokta var; sadece Zaman gazetesinde değil, diğer gazetelerin internet sitelerinde de, gün içinde "tık"lanmak ve kolayca tüketilmek üzere girilen içerikler, matbaadan basılarak çıkan, okurun erişmek için para ödediği "gerçek" gazetenin içeriğiyle aynı editoryal standartlara sahip olmuyor. Bu doğrudur, yanlıştır, eksiktir, bir tarafa, bu bir Türkiye gerçeği. Maalesef.

Alper Görmüş'ün yazısıyla ilgili Zaman'ın internet sayfasında çıkan "haber"e gelince, yayınlanan metinde Zaman editörü/muhabiri tarafından kaleme alınan, sadece yazının başlığı "'Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı' yalan çıktı" ve aşağıdaki paragraf:

"Nedim Şener'le birlikte tutuklanan Ahmet Şık'ın asla Ergenekon'la ilişkisi olmayacağı çünkü onun Nokta dergisinde Özden Örnek'in "Darbe Günlükleri"ni yayınlayan gazeteci olduğu hemen her gazetede yer aldı. Olayın aslını bugün Alper Görmüş Taraf'ta yazdı. İşte yazısı:"

Konunun telif hakları ve intihalle ilgili boyutlarını bir tarafa koyacak olursak, yazının başlığı için şunu söyleyebiliriz: "Yalan çıktı" demek biraz sansasyonel olmakla birlikte, "Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı" iddiası da aynı derecede sansasyonel bir iddia olduğu için, kabul edilebilir.

Zaman internet sayfasındaki haberin başlığını, Alper Görmüş'ün yazısına yapılan atfın temeli kabul edersek, "Olayın aslını bugün Alper Görmüş Taraf'ta yazdı" cümlesinde de bir sorun görünmüyor, çünkü Alper Görmüş'ün Taraf'taki yazısından yapılan alıntıda yaptığı tam da bu, yani olayın aslını açıklamak. Alper Görmüş'ün yazısında "olayın aslı"nı açıklaması ne derece "factual" ise, Ahmet Şık'a kefaleti de o derecede sübjektif bir değerlendirme. O noktada Görmüş'ün yazısı, haber olmaktan çıkıyor, yoruma giriyor.

Zaman'daki haber metnine getirebileceğimiz tek eleştiri, "İşte yazısı:" denerek, Alper Görmüş'ün sanki "olayın aslı"nı anlatma dışında bir şey yazmadığı, yani Ahmet Şık'a "kefil" olduğunu beyan etmediği izlenimi çıkıyor, ama yukarıda da belirttiğim gibi, bu kefaletin, Zaman'daki haberin çerçevesini çizen başlığı, yani "Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı" iddiasının doğru veya yalan olması ile bir ilgisi yok.

Sanırım bu konuda gazetecilik etiği açısından varılabilecek yegane sonuç şu: Eğer Zaman'daki haber metninde "İşte yazısı:" değil de, "İşte yazısından ilgili bölüm" denmiş olsaydı, çok daha iyi olacaktı!

26 Şubat 2011 Cumartesi

Nasıl profesör olunur? Veya bir akademisyenin profesör olması nasıl engellenir?

Mesut Yeğen, Türkiye'de Kürt sorunu üzerine çalışan başlıca akademisyenlerden biridir. Kürttür, cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını eleştiren biridir. Tam da bu nedenlerle profesör yapılmadığı, ilk bölümü Radikal 2'de 13 Şubat'ta yayınlanan, ikinci bölümü ise bir hafta sonra yayınlanacağı bildirildiği halde yayınlanmayan bu nedenle ertesi gün, 21 Şubat'ta Taraf'ta yayınlanan yazısı okununca anlaşılıyor. Yeğen bu iki yazısında olabildiğince nesnel davranmış, yıllar boyu çalıştığı ODTÜ Sosyoloji bölümünde yaşadığı özel olaylara hiç girmemiş.


Yeğen'in iki kez reddedilen profesörlük başvurularında olumsuz görüş beyan eden profesörlerden biri Ayşe Ayata, hani şu Kıbrıs "Barış" Harekatını (Orwell okumamış arkadaşlar galiba!) başlatmak üzere Bülent Ecevit'in Londra'dan verdiği şifreli "Ayşe tatile çıktı" mesajında adı geçen, Dışişleri Bakanı Turan Güneş'in kızı Ayşe. Diğeri de, Ayşe Ayata'nın kocası Sencer Ayata. Sencer Ayata CHP Parti Meclisi üyesi. Tıpkı Ayşe Ayata'nın kardeşi Hurşit Güneş gibi.

Bugün CHP yönetiminde olan Sencer Ayata ve Ayşe Ayata, Cumhuriyet dönemi Kürt politikalarını, tabii CHP'nin Kürt politikalarını ve Kemalizm'i akademik ölçütler içinde eleştiren Yeğen'in profesörlüğe layık olmadığını düşünüyorlar. Aslında Yeğen'in eleştirilerini hazmedemiyorlar.

12 Haziran 2011'de yapılacağı ilan edilen seçimlere şunun şurasında kaç ay kaldı, ama CHP'lilerin Yeğen örneğindeki tavırları, CHP'nin neden iktidar alternatifi olamayacağını açıkça gösteriyor.
Mesut Yeğen'in Radikal İki'de 13 Şubat'ta yayınlanan yazısı:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1039888&Date=13.02.2011&CategoryID=42
 
Yazının Radikal İki'de 20 Şubat günü yayınlanmayan ancak ertesi gün Taraf'ta yayınlanan devamı:
http://istifhanem.com/2011/02/21/nasilprofesorolunur2-mesut/