14 Mart 2014 Cuma

Fazla tedbir insanın karakterini bozar, kişiliksizleştirir!

Bugün artık açık bir şekilde görüyoruz ki Gülen Cemaati, Risale-i Nurda Bediüzzaman'ın koyduğu hizmet düsturu "Her söylediğin doğru olmalı ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir" sözünden hareketle, "tedbir" adı altında önce doğruları açıkça söylememekle başlamış nihayet çatır çatır yalan söyleyen, dahası yalan söylemeyi içselleştiren bir yapı haline gelmiştir. Gülen Cemaatinin bir "hizmet" metodu, yani insan kazanmak için yaptığı faaliyetlerde bir temel metot olarak nasıl yalanlarla örülü bir ağ kurduğunu "Gülen Cemaati, Doğrular, Yalanlar" başlıklı yazıda ele almıştım. 

Tedbir tedbir diyerek aşırıya kaçmanın yol açtığı çok önemli bir zarar daha var. Evet, tedbirin fazlası Cemaat'teki bireyleri, çift kişilikli hayatlar yaşamak zorunda bırakıyor. Kimliğini deşifre etmeme, suya sabuna dokunmama, "Başkaları şu davranışım hakkında ne der?" misüllü endişelerle kendini olduğu gibi göstermekten azami imtina etme ve bu kamuflaj çabalarına harcanan enerji, bu uğurda gösterilen aşırı gayret, sonunda bu insanlarda derin kişilik zafiyetlerine yol açıyor. Mevlana'nın "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol" düsturundan fersah fersah uzağa düşmüş, olduğu gibi görünmekten korkan ve kaçınan, olduğundan farklı görünen bireyler eninde sonunda, göründükleri gibi olmaya başlıyorlar. Cemaat içindeki insanlar, tedbir adı altında takiyye yapa yapa, yalan söyleye söyleye, müphem, belirsiz, kaypak, kişiliksiz fertler olup çıkıyor, yukarıdan dikte edilenleri sorgulamadan benimseyen, aklı devreden çıkarmış robotlara dönüşüyorlar.

Yukarıda çizdiğim genel çerçeveyi somutlaştıracak, tam yerinde bir örnek vakayı 2008 yılı sonbaharında yaşadım. O tarihte Londra'da, Westminster'da İngiliz Parlamentosu'nda başlayıp SOAS ve LSE'de devam eden, "Gülen Hareketi" konulu bir konferans düzenlenmişti, ben de o konferansa dinleyici olarak katılmıştım. Anlatacağım hikaye, Perşembe günü başlayıp Pazar'a kadar devam eden bu konferans esnasında yapılan, daha doğrusu yapıl(a)mayan Cuma Namazı organizasyonu üzerine olacak.

"Gülen Hareketi" konferansına gelirken doğrusu kafamda, ta 80lerin ortalarından beri tanıdığım, yakından takip ettiğim, içinde ve periferisinde çok sayıda arkadaşımın olduğu Gülen Cemaati'nin nihayet(!) o eski içine kapalı yapısından kurtulduğu veya kurtulmakta olduğu şeklinde bir beklenti vardı. Blogda daha önce yayınladığım, 2000lerin başında yazdığım "cemaatten cemiyete dönüşme" sürecinin gecikmeli de olsa, artık başladığını düşünüyor, daha doğrusu ümit ediyordum. Türkiye'de, Batılılaşma baskısı altında belki 100 yıldır sürekli savunmada olan dindar insanların dünyanın dört bir tarafına dağıldıktan sonra biraz "rahatlamış" olacaklarını ve kendilerini ifade ederken eskisi kadar çekingen olmayacaklarını düşünüyordum. 

Konferans programını elime aldım. Aklıma gelen sorulardan ilki, "Konferansın yapıldığı günler arasında Cuma günü de var. Acaba Cuma Namazı için bir organizasyon yapılacak mı?" idi. Yıllardır tedbir adı altında İslami kimliğini sürekli bastıran, hatta bir cemaat/yapılanma olduğunu bile inkar eden cemaatin, "Gülen Hareketi" adı altında ortaya çıktıktan sonra, en azından programda Cuma Namazı vaktini belirteceğini bekliyordum. Yanılmışım! Programa göre Cuma günü, sabah ve öğle oturumları arasında, sadece "Öğle Yemeği" fasılası yer alıyordu. Cuma Namazından hiçbir bahis yoktu! Benim zihnimde model olarak, 1990larda ABD'de öğrenci olarak bulunduğum sırada, üniversitemdeki Müslüman Öğrenciler Topluluğu'nun, Hristiyan ve Yahudi öğrenci topluluklarıyla birlikte düzenlediği "Ehli Kitap" temalı etkinlik vardı. Bu etkinlikte yapılan birkaç toplantıda üç semavi dinin her birinin mensubu olan bir öğrenci ve dışarıdan davet edilen bir din insanı, kendi dinlerini ve inançlarını tanıtmıştı. Ayrıca, Cuma günü Cuma Namazı da etkinlik programına alınmıştı. Cuma Namazı sırasında müslümanlar saf tutarken diğer dinleyiciler de arkada, imamın hutbesini dinlemişlerdi. Yani imamın konuşması aynı anda müslüman cemaat için bir Cuma hutbesi yerine diğer dinleyiciler içinse İslamın temel inanç ilkeleri üzerine bir konuşma hükmüne geçmişti. Şunu belirtmeliyim ki üniversitedeki Müslüman Öğrenciler Topluluğu'nun Cemaat'le hiçbir bağlantısı yoktu. Çoğu Hint alt-kıtasından gelen göçmen ailelerin ikinci, üçüncü nesil çocuklarından oluşan bu topluluk, kendini olduğu gibi gösterme konusunda müslüman olmayan Amerikalılardan farksız davranıyordu. Evet, tedbir adına ne kadar aşırıya gittiğini bildiğim Gülen Cemaatinden böylesi bir açılım beklemiyordum, ama Cuma Namazı konferansa fiilen dahil edilmiyorsa dahi en azından konferans programına ismen katılmalıydı. Maalesef olmadı.



Yukarıda, konferansın yayınlanmış programında 26 Ekim 2007 Cuma gününün programı görülüyor. Cuma Namazından bahis yok.

Cuma sabahı oturumları başladığında, öğle arasında SOAS'ta ayrılmış bir odada Cuma Namazı kılınacağı sözlü olarak duyuruldu. Öğle arası sınırlı bir süre olduğu için Cuma Namazı kılmak, öğle yemeğinden feragat etmek anlamına geliyordu. Katılımcıların kahir ekseriyetinin bir İslami hareket olduğu zannına sahip olduğu, "Gülen Hareketi" üzerine düzenlenmiş bu konferansta Cuma Namazı kılmak, sınırlı öğle arası süresinde öğle yemeğinden feragat etmek anlamına geliyordu. Programı düzenleyenler, hem yemek hem Cuma Namazı kılmak için yeterli bir zaman ayırmamışlardı. Öğle vakti geldi. Ben de yemeğe gitmek yerine Cuma Namazı'nın kılınacağı odaya yöneldim. SOAS'ın koridorlarında kaybolmuşken önüme iki yabancı kadın düştü. Biri Amerikalı, diğeri muhtemelen Hint alt kıtası kökenli bu iki kadın da Cuma Namazı kılmaya gidiyordu! Amerikalı kadının mühtedi olduğunu anladım. Hakikati uzun arayışlar sonunda keşfetmiş insanlara mahsus bir samimiyeti vardı. Cuma Namazı kılınacak odaya geldiğimizde kapıda bizi Cemaat adına görevli bir genç karşıladı ve kadınlara nazikçe, Cuma Namazının "sadece erkekler için" olduğunu söyledi. Amerikalı mühtedi kadın, hemen tepki gösterdi, "But this is not in the Sunnah" (“Ama bunun Sünnette yeri yok”) dedi. Cemaat mensubu genç, kızardı, kendisine neden itiraz edildiğini tam olarak anlayamamıştı. Mühtedi kadın, tekrar, üstüne basa basa, "This is not in the Sunnah of the Prophet Muhammad, may peace be upon him. Muslim women attended Friday prayers in his lifetime, so shall we today." (“[Kadınların Cuma Namazından men edilmesi] Hz. Muhammed SAV’nin sünnetinde yoktur. Onun Asr-ı Saadetinde Müslüman kadınlar Cuma namazı kılmıştı. O zaman biz de bugün kılacağız.”) Cemaat mensubu genç, "otorite" kaynaklı bu cevabı kabullenmek zorunda kaldı ve bize yol verdi!

İçeri girdik, beklemeye başladık. Bizim dışımızda da bekleyen 25-30 kişi falan vardı herhalde. Çoğu Türkiye'den İngiltereye öğrenci olarak gelmiş, bazıları esnaf Türktü, ama içlerinde Türk olmayanlar da vardı. Dakikalar geçiyor, bekleyişimiz sürüyordu. Cemaat mensubu gençlerin aralarındaki konuşmalarından, hutbeyi irad edecek ve namazı kıldıracak kişinin, yayınlanan yazılarından ismine aşina olduğum, cemaatin önde gelen genç ilahiyatçılarından biri olduğunu öğrendim. Ama orada Cuma Namazı için bekleyen ve Türkçe bilmedikleri için benim gibi Türkçe konuşmalara kulak misafiri olarak neden beklediğimizi öğrenemeyen insanlar için tatsız bir bekleyişti bu. Organizasyondan sorumlu bir cemaat mensubu da çıkıp, "Ey cemaat! İmam-hatibimiz biraz gecikecek, kusura bakmayın" demedi. Sonunda, öğleden sonra oturumlarına az bir zaman kaldığını gören ve giderek sabırsızlanan Mısırlı, yaşlı bir profesör, "Ben imam olacağım! Haydi Cuma Namazını kılalım" diyerek bir de facto duruma sebep oldu. Neyse ki imam-hatibimiz tam bu sırada yetişti. Ben tam imam krizi çıkması bertaraf edildi diye düşünürken, hocamızın bir köşede birkaç kişiyle konuşmaya başladığını gördüm. İlginç bir şekilde, ne kendini cemaate tanıtmış ne de bekleme nedenimizi açıklamıştı. Ben ve benim gibi o odada toplanmış Cuma cemaatinde bulunan (ve çoğu Gülen Cemaatine mensup) Türkler onu tanıyorduk, ve gelmesiyle birlikte imamet meselesinin hallolduğunu anlamıştık, ama bizim kadar şanslı olmayan diğerleri için anlamsız bekleyiş devam ediyordu.   

Cemaat hazır, vakit tamam, imam-hatip de geldi, ama biz hala Cuma Namazını kılmaya başlayamamıştık! Bu sefer, yere serilecek kağıt veya naylon örtülerin gelmediği anlaşıldı. Derken Mısırlı profesör artık dayanamadı, "Bu yer benim itikadımca temizdir, niye bekliyoruz anlamıyorum, uyan uysun ben Cuma Namazını kıldırıyorum" diye öne atıldı. Bunun üzerine, tam bir Türk hassasiyetiyle zemini necis gören biz Türkler, ceketlerimizi çıkarıp yere serdik, oturduk. Odaya beraber girdiğimiz iki kadın da arkada saf tuttular. İmam-hatibimiz nihayet safların önüne geçti ve hutbe okumaya başladı. Maalesef öğle oturumlarının başlamasına bir iki dakika kaldığı için, hutbesini kısa tutmak zorunda kaldı ve böylece, maceralı bir şekilde Cuma Namazını eda ettik.

Benim açımdan "Gülen Hareketi"nin ve "Gülen Hareketi" temalı bu konferansın özeti, işte bu Cuma Namazı macerasıdır. İslami bir hareket ve cemaat olarak ortaya çıkan Gülen Cemaati, kendisini tanıtmak, kendisini anlatmak için onca çaba gösteriyor, ta Londralarda konferanslar organize ediyor, ama Cuma günkü konferans programına Cuma Namazı'nı dercetmekten dahi çekiniyor. Ne adına? Tedbir adına. "Aman, İngilterenin başkentinde topluca Cuma Namazı kılarsak, dünyayı ürkütürüz, hizmetlere halel gelir" endişesiyle. İbretlik bir durum. Halbuki, Cuma Namazı konferans programına alınsaydı, Cemaat mensubu bir imam-hatip konferansa tebliğ sunar gibi bir hutbe okusaydı, konferans semasında Ezan-ı Muhammedi yankılansaydı, çok daha etkileyici olmaz mıydı? 15-20 dakikalık akademik tebliğlerin sıkıcı temposu içinde bir gül gibi açardı, insanların hafızasına kazınırdı. Maalesef büyük bir fırsat kaçırıldı, büyük bir imkan heba edildi. Belki de en üzücü olanı şu: Bu konferansın organizasyonunda görevli Cemaat mensupları, muhtemelen Cuma Namazı meselesini düşünüyorlar, belki aralarında uzun uzun "Ne yapalım?" diye istişare ediyorlar ve nihayetinde, "Hizmet Hareketi için en iyisi, Cuma Namazından konferans programında hiç söz etmeyelim, sanki Cuma Namazı diye bir ibadet yokmuş gibi davranalım" kararına varıyorlar. Ne acı!

Bu Cuma Namazı macerasıyla ilgili başka değerlendirmelerim de var. Girişte cemaat mensubunun "Hz. Peygamberin sünneti böyle değil" deyince afallaması, imam-hatibi beklerken bir açıklama yapılması gereğinin kimsenin aklına gelmemesi, imam-hatibin gelince kendini tanıtmaması falan hep, Gülen Cemaatinin adeta askeri bir disiplin içinde işleyen, eleştiriye hayat hakkın tanımayan, içine kapanık ve hiyerarşik yapısını bir türlü kıramayışının tezahürleri. Ama asıl vurgulamak istediğim nokta, "Acaba insanlar bizim hakkımızda ne der, ne düşünür?" endişeleriyle hareket etmek işte böyle trajik-komik noktalara varıyor. Sürekli olarak kendini olduğu gibi göstermekten çekinen bireyler ve bu bireylerin oluşturduğu Cemaat, sonunda kim olduğunu da unutmaya başlıyor. Tedbir adına sözlere, davranışlara sızan iki yüzlü, müphem tavırlar bir süre sonra karakterin parçası olmaya başlıyor. Önce her doğruyu söylememekle başlanıyor, sonra beyaz yalanlar, derken yalanlarla örülü bir ağın pençesine düşülüyor. Maalesef, yıllardır gördüğümüz, gözlediğimiz ve acı içinde, çaresizce seyrettiğimiz Cemaat manzarası bu.

Hiç yorum yok: