3 Ocak 2014 Cuma

Musa Bekuf da kim ola?

Gülen cemaatinin son operasyonları vesilesiyle şu günlerde Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzamanın talebeleri "abiler" ve çeşitli Nur cemaatleri bolca bahis mevzuu ediliyor. Risale-i Nurları okumaya çalışan pek çok kişi, ağır ağdalı diline takılır. Hatta yine son dönemde çokça tartışılan "Risaleleri sadeleştirme" çalışmaları da Bediüzzaman'ın dili ve üslubunun, onun Risalelerde ifade ettiği fikirleri ile bugünün okuru arasında bir engel haline geldiği kabulünden yola çıkmıştır.  Ne var ki, acizane Osmanlı tarihiyle uğraşan biri olarak farkettim ki, Risalelerin anlaşılmasında belki dilden de önemli engel, Risalelerin nasıl bir tarihsel süreç içinde yazıldıklarının yeterince hesaba katılmamasıdır. Gerçi Bediüzzaman'ın hayatını anlatan Tarihçe-i Hayat, Risale-i Nur Külliyatı'nın önemli eserleri arasında yer alır ve her Nur talebesi, Bediüzzaman'ın hayatını dikkatle okur, ama ben yine de, özellikle Bediüzzaman'ın İkinci Meşrutiyet dönemi fikirleri ve yaşadıkları üstünde yeterince düşünülmediği fikrindeyim. Said Nursi'nin Hürriyet, istibdat, Kanun-ı Esasi, şura, Meclis gibi siyasi kavramların İslamileştirilmesi yönündeki katkıları ve düşünceleri, Volkan dergisi yazıları, 31 Mart vakasıyla ilgisi ve sonrasında yargılandığı Divan-ı Harbi-i Örfi'deki savunması, hem onun Türkiye'de İslamcılık düşüncesine yaptığı katkılar olarak önemlidir hem de "Eski Said"in siyasete ve topluma açık fikirleriyle  cumhuriyet döneminde sürgünlerde, hapislerde, mahkemelerde geçen "Yeni Said"in bütün gücünü Risalelere hasretmesi arasındaki farkı görebilmek, yani Risaleleri anlayabilmek için gereklidir.

İşte bu düşüncelerle, bundan 7-8 yıl evvel katıldığım bir Risale dersinde dikkatimi çeken bir noktayı vurgulamak istiyorum. O ders esnasında, sayfaları karıştırırken aşağıdaki satırlar gözüme ilişti. Kendi kendime hemen sordum:

"Acaba Musa Bekuf da kim ola?" diye.

--------------------------

Mustafa Sabri ile Musa Bekuf'un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: "Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor." Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf'e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu'cizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır. Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhâlefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zâhiri dalâlet ifade ediyor fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazen kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnete taassub cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş. Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhâlefet eden mes'elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor.
Kâle Muhyiddin: Tahrumu mütalaati kütübina ala men leyse minna
yâni: "Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarargörür." Evet bu zamanda Muhyiddin'in kitabları, hususan vahdet-ül vücudadair mes'elelerini okumak, zararlıdır.

--------------------------

Osmanlı tarihiyle uğraşan biri olarak, eski yazı Türkçe metinlerin Latin harflerine
çevrilmeleri sırasında yapılmış çok çeşitli hatalar gördüm, okudum. "Gemi"yi
"kemha" diye okuyup, metni "Tuna nehri üstünde gidip gelen kemhalar" diye
anlayan ve bunun üzerine, Osmanlılarla Habsburglar arasında canlı bir
tekstil ticareti olduğu sonucunu çıkaran tarihçiler mi istersiniz,
Geyve'deki bir mahalle adını "Babailer" yerine "Babaylar" diye okuyup
Babailer isyanından sonra Anadolu'nun dört bir tarafına dağılan Babai
dervişlerinin izlerini kaybeden tarihçiler mi istersiniz, "Tarih-i Cevdet"i
"Tarih-i Cudat", "Levendat taifesi"ni "Londat taifesi" diye okuyanlar mı
istersiniz...

Burada da, "Bigiyef" olmuş "Bekuf." Musa Bekuf bir Sarı Çizmeli Mehmed Ağa,
ama Musa Bigiyef deyince, yazarın Cedidçilik veya Tecdidçilik hareketinin
önde gelen isimlerinden İslamcı, Kazan Tatarlarından Musa Carullah
Bigiyef'ten söz ettiği anlaşılıyor. Nitekim google'a Musa Bekuf girince bir
şey bulamıyorsunuz, ama Musa Bigiyef deyince karşınıza bir sürü bağlantı
çıkıyor. Böylece Mustafa Sabri'nin de kim olduğunu anlıyoruz: son Osmanlı
şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi. Bu iki ismin arka arkaya
zikredilmeleri ise, aralarında büyük bir tartışma yaşanmasından ötürü. Ki,
bu tartışmanın bugün Türkiye'de hala sürdüğünü pekala söyleyebiliriz.

Risaleleri çok kişi okur, çokları metinlere zaman ve mekandan soyutlanmış
bir şekilde yaklaşırlar. Oysa her metin gibi bu metinler de belli bir
dönemin şartları içinde ve belli bir coğrafyada, yani cumhuriyet
Türkiyesinde yazılmışlar, muhatapları ilk önce o dönemin insanları. Müellif,
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerini yaşamış, bilhassa II. Meşrutiyet dönemi
sonrası siyasi gelişmelerde aktif rol almış ve bütün bunlardan bazı dersler
çıkarmış. Sonra, cumhuriyetin kurulmasıyla girilen yeni dönemde, çıkardığı
bu derslerin ışığında kendisine yeni bir yol çiziyor.

Metinde sözü edilen kişilerin kim olduğunu bilmeyince, yazarın neden
bahsettiği de tam olarak anlaşılamıyor. Ortasından izlemeye başlanan bir
tartışma programında, söz sırası kendisine gelince, kendisinden önceki
konuşmacıları eleştiren birinin ne dediğini tam olarak anlayamadığımız gibi,
bu metni de anlayamıyoruz. Anlayamayınca, ona bir kudsiyet izafe etmek
kolaylaşıyor.

Oysa Mustafa Sabri isminin başına "Son Osmanlı şeyhülislamlarından"
sıfatını, sonuna da "Efendi" unvanını ekleyince, Musa Bekuf'un ise Musa
Carullah Bigiyef olduğunu tespit edince, en azından bir kitapçıya gidip, bu
iki ismin de kitaplarını alıp okuma ve bu metni bir perspektife yerleştirme
imkanımız oluyor.

Hiç yorum yok: